28 Ocak 2016 Perşembe

ODANIN FISILTILARI


Kamera; Güven  Mozaik Müzesi-İstanbul


ODANIN FISILTILARI

 Çaresizlikten çareler üreten insanoğludur. En sevdiği şeydir; acının, yokluğun, muhtaçlığın üzerine gitmesi. Bazen de en şaşırttığı şeydir; var olanı, yıkıp, yok etmesi…

  Yatak odamın aynı zamanda çalışma odam, kitaplığımın; kitaplarımın olduğu yer olduğunu söylemeliyim. Bazı arkadaşların dediği gibi ; “ öyle büyük ev aldım ki, içinde futbol oyna” yaşadığım ev, üzülerek söylemiyorum, her köşesi değerlenerek, bütün aile bireylerine ancak yetiyor. Köşesini kapan, kendi öyküsüne, sorumluluğuna sarılıyor.

  Laf aramızda iki kız babası olmanın övüncünü taşıyorum. Birbirine zıt iki insan evladı… Zıtlıkların ahengi da ayrı bir hoşluk getirir; paylaşım… Özgün ile Doğa kendi odalarında odama kadar gelen mırıltılarıyla yine heyecanlı bir sunum içinde olmalılar. Dışarıda yağan karın inceden inceye yol alışı, etrafın beyaza bürünmesi, tatil gününü latif bir algıya dönüşmesiyle devam ediyor.

  Cevap Çapan’ın paylaşımlarına, şiir seçkilerine bakarken gördüm Gloria Fuertes’in gülmeye çalışan yüzünü. Muhtemelen ölümünden az bir süre önce çekilmiş fotoğrafı; zamanı durdurmuş. Kısa, sert sara saçlarıyla şişman bir bedenin dolgun yanaklı yüzü; sadece gülümsemeye çalışıyor.

 Yaşı tam da bilim insanlarının dediği gibi delikanlı zamanları hissedeceği yaş; 80 yaşında uçup gitmiş. Gitmeden önce fotoğraflar bırakmış. Ama en önemlisi şiirler bırakmış. Geriye mi, yoksa ileriye mi; yaşamı zamanı, devinim ile sürekli güncelleyenler için bir ayrılış ağıtı gibi bir şiir…

  Gloria Fuartes’in şiirlerini özellikle Ahiret Soruları şiirini okudukça bir daha dönüp, mısraların zamanlar arası bıraktığı öze takılı kaldım. Yan tarafta Özgün ile Doğa’ın odasında şimdiki zamanın olanca coşkusu devam ederken, ellerimle tuttuğum CK. Dergisinin 17 numaralı sayfasında gülümsemeye çalışan bir yüz ve topraktan taptaze fışkıran mısralar. Hüzün, yokluk, özlem anlatsalar da, edebi örtünün altına çoktan girmişler.

 Kızlarıma seslendim; şiirin, şairin odama konuk oluşunu yüksek algılarla hissetmenin paylaşım sancısının yüksek iteneğiyle. Birkaç seslenişten sonra iki zıt ama iki uyumlu çocuk; Y ve Z Kuşaklarını temsil eden iki canlı, çalışma odası olarak kullandığım yatak odasına geldiler. Özgün sol yanıma, Doğa sol yanıma oturdu.

 Onlara bir şiiri sizle paylaşacağım dediğimde, odamda ki konuğumun yüzüme tesirini görmüşler ki, “zamanımız yok!” demediler. Sanki özellikle şiir dinlemeye gelmişler gibi ağzımdan dökülen Gloria Fuertes şiirini dinlediler;

Kim gözyaşıyla ıslatacak kemiklerimi?
Kum kuru sarı saçlarımda gezdirecek ellerini?
Kim görecek kürek dolusu toprağın
Tabutuma düşeceğini,
İçinizden kim ağıt yakacak?
Kim benim için yakacak bir mum
Akşam vakti?
Kim bilebilir erkenden, sinemin kiminle
Bütünleşeceğini?

  Şiirin okunması bitince kızlarımın yüzünde iki duygu karışımını gördüm; iki zıt karakterin onurlu bakışlarında; mahzun ve mahzun karışımı bir şey…

Kızlarım şiirin tesiriyle muhtemelen Gloria Fuertes’i merak ettiler. Onun Ahiret şiiri, yaşama doymamış, daha yapacağı çok şey olduğu şairin seslenişi onları etkilemişti. Etkilenmeden etkilenmiş vaziyette Gloria’nın bir başka şiirine dokundum;

Eşyalar, bizim eşyalarımız,
Onlar sevilmekten hoşlanırlar
Benim masam mesela,
Üzerine dirseklerimi koymamdan,
Sandalyem, üzerine oturmamdan,
Kapım, açılıp kapanmaktan hoşlanır.

  İşte böyle dostlar; odanın, odaların nice fısıltısı vardır. İşin içine edebiyat girince; bir sürü dünyalar da giriyor; hangi zamana ait olduğunu unutup, şimdinin farkına varıp, odanın dinlendirici, öğreticiliği cesaretiyle, dışarıda ki karın, poyrazın esintisine büyük bir aşkla koşuyor insan.


 Güven Serin 






 


26 Ocak 2016 Salı

TOPLUM SİNSİDİR


Kamera , Güven  Pera Müzesi


TOPLUM SİNSİDİR

  Alman düşünür Schopenhauer “ Toplum sinsidir” der. Biliyorum “sinsi” kelimesi biraz soğuk bir kelime. Belki de hayvanlar âleminin en güzel canlılarından birisi olan “yılan” için yakıştırılıp insana aktarılmış bir sıfat…

 İster hayvanlar, ister insanlar âlemi olsun, bilinmeyenlerin köküne indikçe “kötü” denen şeyin kalmayacağını da görüp anlamamız mümkündür. Kötü dediğimiz şeylerin bize yansıyan tarafları olmasa ne kadar kötü olur? Bunu ancak bencilliğimizi yok etmiş  bir iradenin salanımı ve kararlılığıyla sağlayabiliriz.

 Kötülüğün fizyolojik, psikolojik ve toplumsal akışlarını, baskılarını, kalıntılarını düşünmeden sadece “ kötü” diyerek hiçbir zaman iyiliğe; iyiye ulaşamayacağımızı düşünüyorum.

 Düşünürün “Toplum sinsidir” derken, toplumu oluşturan her insanın kendine özgü kuralları, yasaları, alışkanlıkları ve kendine özgü örtülü geleneksel yapısı vardır. Çoğu insan bunu gizler. Toplumun içerisinden ayrı güler insanlığa; yalnız kaldığında veya sırdaş dedikleri arasında farklı bir yön ile kurnaz bir sinsilikle su yüzüne çıkar. Tıpkı bir denizaltının usul usul hedefine yaklaşması gibi; radarlarını, sonarlarını ve en sonunda o muhteşem SİNSİLİK silahını kullanır.

 Peki, ama bu sinsilik niye her zaman su yüzüne çıkmaz? Niçin bizi aldatır? Veya bizler niçin aldanma ihtiyacı duyarız? Onanmaya, argo deyimle “gaza gelmeyi” sevmenin gaz pedalına sonuna kadar asılmanın da bir sonucudur takla ve taklalar atmak.

 Edebiyatın, felsefenin derin yolculuğunda insan şu değerli yasayı öğreniyor. KENDİ KENDİNE YETME, yasasını… Toplumsal oluşumuzun, cemiyet içine karışımızın derecesi, bizi koruyacak edebi, felsefi, siyasi kalkanlarımızın sağlam ve sağlıklı oluşuyla yakından ilgilidir.

 Toplumdan ne istediğimizi bilmek, ona gereğinden fazla yük yüklememekle yakın alakalıdır. Tıpkı, bir aracın ne kadar yük taşıyacağını bilmek gibi… Tıpkı, ne zaman gecenin başlayacağı ve şafağın sökeceği gibi…

 Eskilerin, hani birçoğumuzun cahil dediği insanların bir sözü vardır; “ Kara gün için!” insanın kara gün için ayırdığı malı, mülkü, dayanağı varsa; kara kıştan da korkmayacağı gibidir, yaşamın kendi kendine yeter oluşu; yetme irademiz…

 Toplum sinsidir sözüyle Alman düşünür Schopenhauer yüce bir uyarıda bulunuyor. Bu bir nasihatten öte edebi bir sunuştur. Her kâşif, keşfini insanlığa bırakır. Düşünürler de öyle…

  Şimdilik Tekirdağ’ı temsil eden tek yer olan sahilde poyraza karşı bu düşünceler içinde karla karışık buzu çıtırdatarak yürüdüm. Düşün dünyasının seslenişleri bir tören kıtası gibi birbir geçiyor göz önünden.

 Mesela Tolstoy sesleniyor Poyrazın güçlü esintisine rağmen; “ Bilinç denen şey, insana bulaşabilecek en kötü hastalıktır.” İster istemez düşündürüyor insanı. Bilincin hastalık seviyesinde olmasını algılayan büyük bir yazarın bu yangılıya düşüş sebebi tam olarak nedir? Oysa çağların çok çok ötesinden antik dünyadan seslenen bir başka düşünür Aristoletes bir başka şey söylüyor;

  “ Yaşam devinim içinde vardır.” Devinim yavaşlayınca yaşam sanatının nasıl da büyük sancılara dönüştüğüne her an her yerde tanıklık ediyoruz.

 Toplumun sinsiliği korkutmuyor beni. Siyasetin bilim, edebiyatın oldukça koruyucu bir derinlik olduğunu bilmek ve onlara doğru adım atmak neşelendiriyor, korkumu yok ediyor. Biliyorum ki, toplumun insan zaafları oldukça fazla. Hatta biz ne kadar sinsiysek toplum da o kadar sinsi, biz ne kadar aşikârsak toplum da o kadar aşikârdır da.

 Yaşamı alış veriş olmaktan, tüccar zihniyetinden kurtarmaktan başka değildir çabamız. Bütün bu düşün sancıları, yolculuğu sırf bu yüzdendir; ne kötü anlarda bile yaşamın kökleri oldukça derindedir. Tam bitti derken, bir parça güneş, nem ve toprak neler çıkartır ortaya. Hâlbuki aynı şeyler insanın içinde, öteden beri vardır; başlangıçtan beri…

 Güven Serin 





23 Ocak 2016 Cumartesi

GÜLE GÜLE MUSTAFA


İNTERNET'TEN





GÜLE GÜLE MUSTAFA

 Biliyorum; konuşma adabına “sayın” sıfatıyla başlamalıyım. Sayın Mustafa Koç, güle güle demeliyim. Bunu da düşündüm, başka seslenişleri de. En yakışanı, duygularımı en iyi ifade edeni, daha dün en yakın arkadaşımdan ayrılmışım hüznünü taşıyan seslenişi yaparak içsel bir huzura kavuştum.

 Koç Holdingin başına geçer geçmez, sevinmek ile üzülmek arasında bir şey yaşamıştım. Meğer benden habersiz aynı duyguları yaşayan bir sürü arkadaşım olmuş. Bunlardan birisi de İlyas Bey. Daha 24 yaşında bir genç için ne kadar ağır bir sorumluluk, diye düşünüp, ilerleyen zamanlarda o büyük holdingin yükünün o genç adamı nasıl çarçabuk ihtiyarlattığını sessiz ve derin bir üzüntü içinde izledim.

  Mustafa Koç ve Koç Holdingin herhangi bir üyesiyle yakın ilişkim hiç olmamıştı. Bazen hiç olmamışlıktır sevginin, saygının ana temeli. Daha ilk anlarda kurulur; bebek ile ananın, çocuk ile dayının, amcanın, teyzenin, halanın nasıl başlarsa öyle başlayan saygın ve karşılıksız bir ilişki…

 Mustafa Koça; Mustafa’ya yakın olmamı sağlayan neydi? Onun gülüşünde ki gizem mi? Tıpkı Leonardo Da Vinci’nin tüm dünyayı meşgul eden, her yıl milyonlarca insanı kendine çeken Mona Lisa’nın sır dolu gülüşü gibi…

 Bu gülüşte insanların tam olarak tanımlayamadığı bir şey var. Tebessümün acıya mı, yoksa sevince mi yakın olduğunu kimse bilemez. Mona Lisa’nın gizemli yüzünde bu derin ve eşsiz anlamlar gizli. Mustafa Koçun neredeyse tüm fotoğraflarında da bu anlam var; tebessüm, hüzün ile mutluluğun karışımı bir yerde bir başka duyguyu yoğurmuş.


  Leonarda küçük bir köyde dünyaya gelirken, Mustafa ise dev bir şehirde; şehirlerin şehrinde İstanbul’da ve aristokrat bir ailenin içinde büyüdü. Leonarda ise evlilik dışı bir çocuk; her daim kuytu köşelere, kendi iç dünyasına ait, ama tüm insanlığa üreten, iki büyük duyguyu her daim yüzünde, ruhunda taşımış bir deha…

 Bütün yoksulların tek düşü, büyük zengin olmaktır. Niçin? Dediğimizde, birçoğunun eşe, dosta büyük gurur gösterisi, çalım satma düşleri içinde olduğunu görürsünüz. Zenginlik her daim özenilir, masalların çerçevesi olurken, fakirlik ise yazgının insana insanlık yolunda bir testi kabul edilir.

 Mustafa Koç’un tam olarak çözülmemiş, anlaşılmamış tebessümüne baktığınızda zenginlik ile yoksulluğun iki tarafını; hüzün ile sevincin sanatsal gösterimini bulursunuz. Mavi bakışların doygun hali, belki insanlığın en çıplak, en natürel haline açtı; ihtiyaç duyuyordu. Kim bilir düşlerinde neler gizliydi; dünyayı dolaşmaktan öte, dünyanın en kuytu köşesinde yaşamak; bütün saygın, ticari, siyasi iltifatları nazikçe bir kenara bırakarak, insanın everenin derinlerinde aradığı şeyi aramak…

 Başlarda dışlanan Leonardo ilerleyen zaman içinde çok yönlü bir bilgin olduğu fark ediliyor. Sadece bir ressam değildi; ayın zamanda bir bilgin… Mustafa’nın seçeneği ise işadamı olmaktı. Daha baştan bu düşlerin içine çekilmişti. Koç Holdingin başına geçip, taze kan, taze güç katacak; yorgun olan Rahmi Koç, dünyayı daha rahat, daha huzur içinde gezecekti. Böyle de oldu; 24 yaşında bir adam, milyar dolar bütçeli Koç Holdingin başına geçti.

 Yoksul olmayı herkes taşıyabilir; yoksulluğun başlangıcını biliyorsa. Yetmezliği yeter hale getirmenin nice zanaatı vardır. Zengin olmak ise ayrı bir zorluktur. Gurur, güç her daim sizi aslanların bulunduğu kafesin içinde hapsedebilir. Başınızın hemen üzerinde sallanan, sadece sizin gördüğünüz giyotin her an başınızı kesebilir; tek yanlış hareketinizle; yok olabilir, yok edilebilirsiniz…

 Hayatı boyunca anatomiye önem veren Leonardo Da Vinci eşsiz tablosu Mona Lisa da Altın Oranını, matematiğin eski Mısırlılar, Yunanlılar zamanında mimaride kullanılan bütünün parçaları arasındaki estetiği, dengesini anlatan sanatsal düşünceyi kullandı.

 İşte, Cumhuriyetle doğup gelişmiş Koç Holding’in üçüncü kuşağı Mustafa Koç’un gülüşünde; mavi gözlerinin hüzün ile sevinç karışımı bakışında bu oran gizli. İnsana dair, yaratıcının eşsiz mucizevî tarafı; şefkat, sevgi gizli…

  Da Vinci, insan vücudunun evrenin işleyişinin analojisi olduğunu vurgular. Belki de Mona Lisa’da onu anlatmak istemişti.

 Mustafa Koç’da tam olarak kahkahaya dönüşmeyen, o sınırlı tebessümü; hüzün ile sevinç karışımı belki de zenginlik ile yoksulluğu anlatıyordu bizlere. Yeteri kadar çalışıp, bize sunulan bir yudum yaşamın tadını çıkartma sırrını mavi gülüşünde; biz insanlara, insanlık borcu olarak sunuyor olabilir mi?

 Güle güle Mustafa… Hoşça kal SAYIN MUSTAFA KOÇ…


 Güven Serin  



21 Ocak 2016 Perşembe

YATA YATA PARA KAZANIYORLAR


Kamera; Güven  Pera Müzesi

Dışarıda özgürlük var; ama ilk önce içeride; irade de başlamalı...


YATA YATA PARA KAZANIYORLAR

 Tekirdağ Caddelerinde nadide görünen kar ve soğuk var. Araçların üzerine düşen beyazlık ve ağaçların; karın yağdığını onlara bakarak daha iyi anlıyor insan. En güzelini ağaçlar sergiliyor.

  Mevsimin dönüşüme ve yaşama olan katkısını anlatıyor; şiir, resim, öykü tadında… Yanından geçtiğim bankanın önünde kuyruk var. Reklâmı bol olduğu için bolca kredi kartı dağıtmış bankalardan birisi… Bilirsiniz, bizim insanımıza sayın bayım, sayın bayan deye seslenildiğinde beyefendi, hanımefendi sayıldığı an; akan sular durur. Bu yüzden de bolca banka kartı dağıtıldı zamanında…

 Bolca kart dağıtılan bankanın önünde bekleşen insanlar-insancıklar birbirinden yüksek destek aldıkları için, içerisinin de duymayacağı ince ayarı yaparak bildik o seslenişi yapıyorlar;

 “ Yata yata para kazanıyorlar.”

  Bu sözcük aruz vezni kalıpları gibi bildik, tanıdık hale gelmiştir. Mağduriyete düşen özellikle bir kurumun sırasında bekleyen birçok insanımızın seslenişidir. Bir dua mıdır, yoksa başka bir şey! (...)

  Hâlbuki bilenler bilir; kurumların içerisinde konfor vardır var olmasına… Yaz aylarında klimaları çalıştığı gibi kış ayları da sıcak üfleyen klimaları oldukça iyi ısıtır. Çay ve su içecekleri hemen yakınlarındadır. Bolca sigara içme arzusuyla ilk fırsatta kuytu bir köşeye çekilmek isterler. Bütün konforları budur işte…

  Dışarıdan bakınca ne hoş gelir bir kurumun-kuruluşun sabit gelirine, rizikodan uzak halleri olan aybaşı maaş alımlarına. Bir yere aitlik, bedene binen rahatlık, ruhsal aktivitelerin de sabitlenişine, şartların, kuralların insan hürriyetine nasıl dokunduğunu, içten içe haylaz bir rüzgâra nasıl imrenilip küfredildiğini ancak içeriye; o soylu koltuklara hapsedilmiş olanlar bilir.

 Üstelik de “ yata yata para kazınıyorlar” dediğimiz bir sürü çalışanın yata yata para kazandığı da yok. Aldığınla ancak geçindiği için muhtemelen onların da çoğu dışarıda bekleyenler gibi kredi kullanmıştır.

 Heyecanı, duyguları bol olan halkımın, bu tür seslenişleri de boldur işte… Aslında niyeti o kadar saf, o kadar saftır ki, merada otlayan bir koyun kadar zararsızdır. Koyuna saygı gösterdiği kadar keçinin çevikliğini, kedinin sessizliğini, karıncanın istikrarlı oluşuna saygı duysaydı; içeridekilerin kazandığı paranın azlığına kurban olur, onlara ilk fırsatta cömert davranırdı.
Üstelik teknolojinin nimetlerinden de yararlanır; bilgisayarını açıp, harcını, borcunu görür ve ödemesini birkaç saniye içinde, kahvesini yudumlayarak; YATA YATA yapardı…

Yaşamın seçeneklerden ibaret olduğunu en güzel edebiyat, felsefe anlatır. Hani bizlerin oldukça uzak durduğu; birkaç güzel konuşmayı edebiyat, bir iki felsefi terimi, felsefe sanıp korkup kaçtığımız şeyler; tıpkı, tarih, coğrafya, siyaset bilimi kadar önemli ve değerli şeyler…

  Üstelik yatmanın da, çalışmanın da anlamını ve cesaretini veren, kim olduğumuzu, kimin için yaşadığımızın anlamına anlam katan yüce hissedişler…

 Konu bu kadar güzel olunca, birbirimize hem çok yakın, hem de çok uzak, hem çok merhametli, hem çok gaddar bir dünyanın içine güzel bir şiiri Yevgeni Yevtuşenko’dan sizlere hediye etmek isterim;

Bambaşka bir insanım ben
Hem çalışkan
Hem tembelim,
Bir amacım var ama amaçsızım yine de!
Elim her işe yatmaz öyle
Beceriksizim,
Utangacım, kabayım,
Hem kötüyüm, hem iyiyim
Kutuplar birleşir içimde
Doğu’dan Batı’ya kadar,
Kıskançlıktan sevince kadar,
Bilirim, böylesi sevilmez insanım,
Ama asıl değerli olan
Bana kalırsa kutuplardır!
Saman yüklü bir kamyon gibi
Yüklüyüm ben de
Sesler arasında uçarım,
Dallar arasında uçarım
Gözlerim kelebeklerle dolu,
Samanlar taşar her yanımdan,
Bütün canlıları selamlarım!

 Güven Serin  










20 Ocak 2016 Çarşamba

TEKİRDAĞLI DANTE


Kamera; Güven Modern Sanat (Arşiv)


TEKİRDAĞLI DANTE

  İtalya’da doğmuş, İtalyalı ozan olarak dünya tarihine geçmiş, başyapıtı kabul edilen İlahi Komedya eserini yazmış olan Dante Tekirdağ’a ne güzel yakışıyor.

 Sadece Tekirdağ’da doğmakla Namık Kemal sevgimiz, okul isimlerine, heykellere Namık Kemal Evine kadar yansımıştır. Doğrudur da… Ünlü olanı kim istemez ki?

  Tekirdağ Tarihinin bir bölümünü edebi ve sosyolojik bir üslupla anlatan Mike Klemens’in Ertuğrul Mahallesinde yaşamış olması, çok değerli bir eser bırakmış olması hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Çünkü henüz ünlü olmadı…

 Dante, İtalyan ozan hazır ünlü olmuşken niçin onun doğduğu kent Floransa’yı kardeş şehir yapmıyoruz? Böylece Dante de Tekirdağlı olur. Onun heykellerini yapar, okullara ismini veririz. Ama Dante’nin İlahi Komedyası eserinde, ölümden sonraki o muhteşem yolculuğu, henüz yaşamın muhteşemliği içindeyken, avucumuzda olan bir yudum ömrün iksirini içmenin zevkine varmak istemeyiz.

 Tekirdağ’ın yine bildik gecesinde, henüz günün geceye süzüldüğü vakitte, çay keyfi içinde inceden inceye yağan yağmuru ve denizi, sessizliğe gömülen martıların susmuş hallerini izlerken düşündüm Dante’nin Tekirdağ’a ne kadar yakıştığını. Bu güzel coğrafyanın bilinmeyen değerini, değer yapan muhteşem arazileriyle kıyaslama yarışı varken, duyulmayacak sesimi, nefese muhtaç olanların, bir yudum edebi, sosyolojik güzelliğin ne büyük şey olduğunu bilenler için yazıyorum yine…

  Hazır konu Dante’den açılmışken Dante’nin 1929 yılında uluslar arası bir kütüphaneciler kongresinde, küllerinin sırra kadem basmış olması ve aradan geçen bir ömre yaklaşan zaman sonra Floransa kütüphanesinin 5.3 milyon kitabının bulunduğu yerde bir zarfın içinde ortaya çıkması ayrı bir şaşırtıcılık taşır.

 Dante’nin düş gücüyle, edebi sihir etkisiyle yer çekim kuvvetini alt edip, İlahi Komedya ile yeryüzünden yükselip cennet ile cehennem arasında yaptığı yolculuk belli ki, ölümünden 750 yıl sonra bile külleriyle, dolaşıma çıkıp geri dönmesi, Dante’nin ölüm ile yaşam terazisine ayrı bir denge katması anlamına geliyor.

 Galatasaray Lisesi mezunu, Fransız dostu başkanımızın Mutlu Kentleri de tam bir ilahi komedya içinde, cennet ile cehennem arasında bir yerde insanlara sosyal mutluluk ile mutsuzluk dağıtıyor. Güneş iyi ise çayın ve kahvenin keyfine varır, bedeninizi tutan kemikleriniz bir parça ısınır. Hava serinse, naylon barakaların havasız, soğuk, bir türlü ısıtılmayan sığınağında Araf’ta bekleyen ünlüler gibi hesap verme sıranızı beklersiniz…

 Cafe D Marin merkeze insanı koymuş, insanın konforunu sağladıktan sonra ticaretin nasıl da gönüllü yapıldığını anlatan mekânlardan birisidir. İçerisinin ısıtmasından tutun da, koltuklarının rahatlığına, görüntüyü hiçbir şekilde engellemeyen büyük camlarına kadar her şey ilahi komedya içinde cennete yakın olanların, bir adım sonra geçecekleri kapının yüce heyecanı gibi bir şey yaşarsınız.

  İnsanın sınırsızlı ruhundaki sınırları kaldırıp ilk adımları atmasıyla ortaya çıkar. Caz müziğinin ritimleri mekana olanca sıcaklığıyla yayılırken cama vuran yağmurun dokunuş ve süzülüşü içinde Alman ozanın(Hermann Hesse) “gece” isimli şiirine daldım;
Çok yakından tanırım geceyi,
Birbirimizin düşüncelerini okuruz,
Eski zamanlardan kardeşiz biz,
Aynıdır bizim yurdumuz.

Fakat bir gün vakti gelecek
Ve o beni bütünüyle kucaklayacak!
Eğiyor başını, yanaklarımı okşuyor
Ve ‘hazır mısın?’ diye soruyor.

 Şehrinizi keşfetmeye, onun kıymetini bilmeye, sokaklarınızı, caddelerinizi, sahilinizi geri istemeye, Dante’yi kabul etmeye, ilahi komedya’nın yer çekimsiz ortamında gezinmeye hazır mısınız?




 Güven Serin 

19 Ocak 2016 Salı

EKMEK SU KADAR EDEBİYAT


Kamera; Güven  Salt Beyoğlu


EKMEK SU KADAR EDEBİYAT

  Canlı bedenler suya, yiyeceğe, havaya, güneşe muhtaçtırlar. Biri eksilirse dengeler bozuluverir.

 Muhtaçlığını tamamlayan beden iç dünyasını yüceltmek, dış dünyaya sürekli tazelik aktarmak ister. İşte tam da burada ortaya insanın yaratıcılığı çıkar. Tabiatla dostluk kurmak da bu zenginliğin esas sebeplerinden birisidir.

  Resim, musiki, edebiyat tabiatın bizden önceki şekillenmelerinden, çeşitliliğinden, yine insanlığın en ilkel zamanlardan bu yana gözlemleriyle bugüne ulaşır. 30 Bin yıl önceki mağara duvarlarında insan eliyle çizilmiş resimler, işaretler buluyorsak; insan denen canlının medeniyete ulaşmak için ne büyük zorluklar, yokluklar, tehlikeler içinde dahi, tutunduğu meşguliyetlerin en hakiki vahşilik içinde dahi yol gösterici, moral verici bir rol oynadığını görürüz.

  Edebiyat bizim peşimizde koşmaz. Biz, su, ekmek için çırpındığımız kadar onun için çırpınmaya başladığımız an; yer ile göğün birlikteliğini, eşsiz evrenin varlığını muazzam bir şekilde harekete, devinime ihtiyaç duyduğunu fark ederiz.

 Bir çocuk; bir delikanlı intihar etme düşüncesi içinde gençlik yıllarında intiharı düşünmüş Alman yazar Herman Hesse’ye 1951 yılında bir mektup yazar. Yazara iki soru yöneltiyor.

  Düştüğüm bu girdaptan, yaşam ile ölüm arasında ki çelişkilerden kurtulmak için;

Ne yapabiliriz?

  Hesse genç adama şu cevabı yazar;

 “ Bu soruya tam bir cevap veremem. Ömrüm boyunca hep tek başıma davranmayı ve kişiliği savundum. Kendi iradesiyle hareket eden bir insana genel kurallarla yardım edileceğine inanmıyorum. Çünkü kurallar ve reçeteler bağımsız edenler için olmayıp milletler ve toplumlar içindir. Gerçek şahsiyetler için hayatın kötü tarafları olduğu gibi güzel tarafları da var, onların kimsenin himayesine ihtiyacı yoktur. Hayallerinin verdiği sevinçten haz duyarlar ve gençliklerini takip eden yıllarda büyük bir sorumluluk altına girerler.”

 Hesse, sorusuna, düştüğü girdapta kurtuluş arayan gence edebiyatın insanın hücrelerine sızmış gerçekliğiyle cevap veriyor; insan iradesini ve insanın karakterini oluşturan yaşamsal tercihin önemini belirtiyor.

 Genç adamın sorduğu ikinci soru ise yazarımızın gençliğinde niçin intihar etmekten vazgeçtiği üzerinedir. Yazar, yaşama dair iksirini yine edebiyatın ak yüzüyle ortaya döküyor;

“ İkinci sorunuz, istediğim halde neden kendimi asamadım? Bunun için bir sebep göstermeyeceğim. Ortada yeteri kadar sebep olduğu halde boynum ipe karşı isteksizdi ve içimde ölmek isteğinden çok yaşama isteği vardı, ama bunun farkında değildim.

 Gerçi okul ve yöneticisi bana çok sıkıcı ve eziyet verici geliyordu. Hatta bazen bütün ümitlerimi kaybediyordum, ama gene de eşyanın, yıldızların, mevsimlerin, ilkbahardaki yeşilliğin, sonbahardaki kırmızı ve sarı renklerin, elmayı dişlemenin ve güzel kızlara karşı beslenen duyguların ne kadar güzel ve çekici olduğunu görmek ve tatmak kabiliyetine ve ruhuna sahiptim… Buna duygu insanı olmanın yanı sıra bir de sanatçı olmam ekleniyordu; Çevreden edindiğim imajları ve izlenimleri kafamda yeniden canlandırabiliyor ve onlarla oyalana biliyordum. Bundan başka onları çizgilerle, melodilerle, şairane sözlerle yeni ve değişik bir şekilde dönüştüre biliyordum. İşte bana hayatı ölümden daha güzel gösteren bu sanatçı zevki ve merağı olmuştur.”

 İşte böyle dostlar; yaşamın bütün zenginlikleri edebiyata yansır. Edebiyat yaşamın büyük, sonsuz seçeneklerinden beslenir. Tıpkı bizim evrenin bir parçası olduğumuz gibi; hiç durmadan devinime muhtaçlığımız gibi…


 Güven Serin

14 Ocak 2016 Perşembe

HOŞÇA KAL YAŞAR ERGENE


TEKİRDAĞ



HOŞÇA KAL YAŞAR ERGENE

  Rahmet dilemenin çeşitli yolları var. Bazen yüreğine baskı yapan yakarışın ulvi maneviyatı içinde… Bugün ise yazın dünyasının şiire olan erişilmiş sevginin içinde 75 yıl yaşamış, bu toprakların vahşete dönüşmüş, bir yazgı gibi benimsenmiş araç trafiği yüzünden yaşamın değerli çığlıklarından erken ayrılmış bir dosta;

 Yaşar Ergene’ye tıpkı onun yazılarına, araştırmalara tutunduğu gibi, edebi, sosyolojik bir saygınlık içinde; HOŞÇA KAL YAŞAR ERGENE…

  En son Rakoczi Müzesinde yapılan şiir etkinliğinde taş mekânın şairleri, şiirleri etkinliğe sanatsal katkı yaparken, mekânın dinginliğini paylaştık. Bu paylaşımda Yaşar Ergene’nin araştırmalarıyla ortaya çıkan bir eser de hediye edildi.

 Macar Şairi ve Özgürlük Kahramanı olarak anılan Sandor Petöfi’nin Hayatı ve Şiirleri isimli kitabı, düşün, yazın dünyasında olan birisi için hediyelerin en güzelidir. Bir kitap bir insan gibidir; bazen daha ilk bakışta bakışların kabul töreni imzalanır; evrensel bir aitlik içinde.

  Yaşar Ergene’nin Sandor Petofi’yi anlatan 65 sayfadan oluşan küçük kitabı da küçük ve incelik, ağırlık bakımından görünüşünün çok ötesine uzanıyor.

  Rüstem Paşa Camiinin iç, dış havlusu Yaşar Ergene’nin dostlarıyla doluydu. Bu dostların gönülden suskunluğunu, bir gidiş törenine yakışır ağır duruşu temsil edişlerine içten bir selam ederken, cenaze törenlerini şamata kulislerine çevirenleri hiç anlayamayacağım…

 Bir cenazenin son yolculuğu, bazen değerli, saygın bir suskunluk ister. Cami Havlusu, insanın yaşamı ile ölümü arasında bağ oluşturmuş ve bir uğurlama törenine dönüşmüş görüntünün yüce anlamı, anlaşılmak istenir.
Şamatalara kurban olan, gurur ve çalıma çoktan teslim olmuş, gecenin kargaları gibi, gün yetmiyormuş gibi büyük ve çılgın patırtılar, gevezelikler, katılımımızla şereflendirdiğimiz, şeref sahibine hiçbir şekilde yakışmıyor…

 Yaşar Ergene’yi elimde tuttuğum, bütün gün ve gece yanımda taşıdığım güzel eseri için şimdi kutluyorum. Sesin olduğu yerde, sessiz bir şekilde, yazının sihir seslenişi içinde, kutlama törenine katılmış olan;

Macaristan Cumhuriyeti Tekirdağ Fahri Konsolosu Erdoğan Erken, Tekirdağ Macar Dostluk Derneği Başkanı Güneş Gürseler gibi, bende kutluyorum; hoşça kal derken…

 Yaşar Ergene araştırmacılığın sade bir coşkunluk içinde bile en ağır eser ciddiyetine dönüşecek bir çalışma yapılacağını ispatlıyor. Ömrü yetse, bir başka eserinin müjdesini de veriyor; “ Anıtlarda Yaşayanlar” diye bir hazırlık içinde olduğunu da gösteriyor.

 Yaşar Ergene 185.yılı nedeni ile Türk-Macar dostluğunun simgesi olarak, onun aziz hatırasına armağan edilmiş. Hatıraları bu şekilde onurlandırmış insanlar da onurlu anılırlar; hatta yaşatılırlar…

 Yaşamın türlü türlü hatırlanışları vardır. Sanırım en yüce olanları da, bilinen dünyevi çıkarların ötesine, edebi, sosyolojik ve felsefik bir aşamaya gelmiş olmak…

  Yaşar Ergene’nin Petöfi çalışmasında 60. sayfasında sesleniyor zamanlar ötesine;

Hiç bilmezler kadrini senin, ey kutsal şiir!
Soysuzlaştıralım şunu, derler,
Alırlar ayaklar altına seni,
Bir güzel çiğnerler

 Şair Petöfi’nin bir başka şiiri gülümseme üzerine. Tıpkı Yaşar Ergene’nin sıkça yüzünde taşıdığı gülümseme gibi mısralara dökülüyor;

Gülümse bana, aziz karıcığım! Senin sevimli bir gülümsemenin yerini tutacak, yerde çiçek ve gökte yıldız yok.

 Sanırım, şimdi güzel bir kavuşum yaşanıyor Yaşar Ergene ile Meliha Ergene, uçsuz bucaksız evrenin bir köşesinde buluşuyorlar; dünyaya dair güzel şeylerin yorumlarını, şiirsel bir tatla irdeliyorlar.

 HOŞÇA KAL YAŞAR ERGENE…

Güven Serin





13 Ocak 2016 Çarşamba

UYUŞUK İNSANLAR


Kamera; Güven  Pera Müzesi-İSTANBUL


UYUŞUK İNSANLAR

  Ey uyuşuk adam! Ey uyuşuk kadın! Kız, erkek diye seslensek kimsecikler üstüne alınmaz. Varsın alınmasın. Biz kendi uyuşukluğumuzdan yola çıkıp, hareket denen mucizenin biraz daha anlaşılır olması için öğrenirken öğretelim…

  Yazar, konferansçı, ip cambazı olan Philıppe Pettit şu seslenişle yardım yolluyor bize;

  “ Eğer bir şeyler öğrenmek istiyorsanız okula gidin. Eğer tecrübe kazanmak istiyorsanız hayatı yaşayın. Ne yaparsanız yapın asla vazgeçmeyin, hem de asla. Her başarısızlığın ardından tekrar deneyin. Uyuşukluk denen ölümcül hastalığı yenmenin en iyi yolu budur.”

  Tam da burada Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporundan söz etmek istiyorum. Bilim çevreleri bu öngörü için “ÜRKÜTEN” sözcüğünü boşuna kullanmadıklarını matematiğin uyarısıyla anlıyorum;

 “ Dünyada 382 milyon diyabetli var ve 20 yıl sonra bu sayı yüzde 55 artarak yaklaşık 600 milyona ulaşacak. Çünkü yeni kuşak HAREKETSİZ yaşam sürüyor ve kötü besleniyor. Bu nedenle dünyada diyabet, obezite ve bununla doğru orantılı olarak kalp damak hastalıkları ve kronik hastalıklarda büyük artış söz konusu.”

  Dünya üzerinde 7 milyar insanın bulunduğunu ve diğer hastalıkların oranını düşününce diyabetli hasta sayısının şu anki sayısı bile ürkütüyor beni. Çevremize biraz yakından bakarsak insanlarımızın ruhsal hastalıklarından öte bedensel hastalıklarını da görebiliriz. Birkaç yıl önce taptaze bakışlı gençlerin nasıl da birkaç yıl sonra sararıp solduğu veya dengesini yetirdiğini uyuşukluğa teslim olduğunu görüyoruz; görüyorum.

 İnsanın kendi kendine ettiğini düşmanı bile etmez. Bunu bilimsel yollardan bile ispatlaya biliriz. Esaret altında olanları, ayağına ve ruhuna prangalar vurulmuş olanları bir kenara bırakırsak, ekonomik, sosyal özgürlüğünü elinde tuttuğunu sanan insanların-insancıkların bile bile hastalığa koşması ve sonra “ bizi kurtar” diyerek doktorların, ilaçların muhteşem yan etkilerine teslim olmaları ayrı bir şey…

Şehrimiz, hatta bütün şehirler daha çok spora, sportif çalışmalara muhtaç… Gençlik İl Spor Müdürlükleri, Sağlık Müdürlükleri, Sivil Toplum Birlikleri ilk önce insanı sağlıklı kılma telaşını muhteşem bir mecburiyet, vazgeçilmez bir yasa gibi kabul etmeli…

 Etmeli ki, hastalıklara teslim olmuş insanların yaşam konforları acınacak halden kurtulsun. Milyarlarca ilaç bedeli spora, sanata, insanlığın refahını arttıracak alanlara yatırılsın…

  Philippe Petit bir seslenişinde şöyle söylüyor;

 “ Hayatın kendisi dengesizdir. Bir ip cambazı olduğum için söylemiyorum. Doğru olduğu için bunu söylüyorum. Denge, yani vücudu ve ruhu bir araya getiren o bağ, insanın yaşamı için hava ve su kadar önemlidir. Dengesiz bir hayat imkânsız olurdu.”

 İnsan, insanlık yolunda imkânsızları başaran insanın, kavuştuğu teknolojik imkânlar sayesinde nasıl da dengesini şaşırdığını kentlerin dengesizliğiyle yakından görüyorum. Hızla yeşillenen, gösterişli sitelerin bahçeleri, dinlenme alanları nasıl da hızla insansız kalıyor… Çünkü insanların koşuşturmaca veya dizi keyfine, odaların, bilgisayarların başında ki muhtaçlığı öyle bir hal almış ki, pahlı, gösterişli sitelerin cennetsel bahçeleri tamamıyla kuşlara terk edilmiş. Kuşlar bile şarkılarını o boş bahçelerden hüzünle söylüyor; insanın insansız haline üzülüyor olmalılar…

 Gemisini kurtaran kaptandır sözcüğü belki hayvan, bitki dünyası için geçerlidir. Kısa süreliğine insan dünyası içinde geçerli olduğunu kabul edelim. Ya uzun süreli düşünürsek?

  Çuvaldaki çürük elmaları bir düşünelim. Koca bir çuvalda birkaç elma çürürse ne olur? Diğerlerine de sıçrar…

 Sağlıklı her insan; ruhsal ve bedensel bütünlüğü, sanata, felsefeye, siyasete, ticarete de, komşuluk ilişkilerine, ülkesine de oldukça iyi, güzel ve olumlu yansımalar, katkılar sağlayacaktır…


 Güven Serin 






7 Ocak 2016 Perşembe

STAR WARS-GÜÇ UYANIYOR


İnternetten

STAR WARS-GÜÇ UYANIYOR

  Yanımda iki küçük hanım kıkırdanıyorlar. Tekirdağ Halk Otobüsü ağzına kadar dolu; raylı sistemlerin, taşımacılığın konforunu daha çok bekleyecek oluşumuzun da doluluğu içinde, insanlar birbirinin içine geçmişçesine, belki yeterince sosyal olmamalarının sosyalleşmesini zoraki de olsa; soluk soluğa yaşıyorlar.

  Elbette yaşayanlarda birisi de benim. Bütün yönlerim insanlarla dolu ve ayaktayız. Hemen yanı başımda iki küçük hanımefendi; sinemaya gideceğiz mi, diye birbirini hazırlıyorlar. Teklifi yapan, sinemaya gitme teklifini iki kez tekrarladıktan sonra sustu. Teklifi alan küçük hanım ise yolculuk zamanına göre uzunca bir düşünüşten sonra; gidelim, dedi.

  Onlar sinemaya gitmeye karar vermişlerdi. Ben ise hangi filme gideceklerini merak ediyordum. ABD yapımı büyük para harcanarak yapılan ve büyük kazanç beklenen Star Wars 7, gündemde ve reklâmı yapılan sinema filmiydi.

 Cesaretimi toplayım küçük hanımlara filmin isminin yazılışı gibi okunuşunu da aynı şekilde tekrarladım: STAR WARSA MI?  Küçük hanımlardan birisi gülümsedi ve gülümsemesine hafif ukala bir ses ekleyerek;

“ Sakın Star Wors olmasın!” diyerek, daha da güçlü, gururlu gülümsedi. Doğrusu küçük hanımlara gülmek, gülümsemek oldukça yakışıyor. Star Wars’ı yazıldığı gibi okumam küçük yolculuk boyunca eğlence konusu oldu.

 Onlar haklıydılar kendilerince. Okulda İngilizce dersi, ayrıca  kursa da gidiyorlardı. Bir de gündemde olan güncel haberlerin, duyuruların seslenişine en akıllı papağan gibi yapışıyorlar; yani çok iyi ezberliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin, aile bakışımızın yegâne arzusu da bu değil mi? İyi çalış derken, iyi ezberle ve iyi not al! Yeterli olan budur…

 Zengin Türkçemizi tama olarak konuşup yazamamak; binlerce yılın birikimlerinin safhasını edebi, felsefi ve sosyolojik olarak sürememek kimseyi rahatsız etmiyor. Belki çok az insanın acısı, edebi bir iç çekişle çoktan sineye çekilmiştir.

 Konumuz film olunca, genç hanımlarla yakınlığımız, eğlenceli konuşmamız iyice ısındı. Nasıl olsa hiç kimse birbirinden uzak ve birbirine sırtını dönemeyecek durumda değildi. Otobüs herkesi ısım akraba yakınlığı içinde birbirine sımsıkı sokulmalarını sağlamıştı.

 Star Wors okunuşunu sürekli Star Wars olarak tekrarlayıp hanımları güldürdüm. Bir de hangi filme gideceklerini öğrendim. Gidecekleri film bol reklâmı yapılan, gösterime girdiği günden bu güne 1 Milyarın üzerinde hâsılat yapan film değildi. Türk yapımına, komedi filmine gitmeyi düşünüyorlardı. Üstelik bu genç hanımlar kararlıydılar da…

 Gençlerin, Z Kuşağının kararlılığı hoşuma gidiyor. Ezberci oluşlarını hiç sevememişken, kararlı oluşlarına selam duruyorum…

  Star Wars’ın söylenişi; yani İngilizcenin yazılışıyla okunuşunun farklılığının eğlence kurbanı olmuş ben, küçük hanımlara saygıyla sarıldım. Onların bu “ derin” İngilizce hayranlığının, bir filmin isminin doğru ifade edişinin yüksek kültürünü görmek istedim.

 Tıpkı onların çocuk gülümsemesi içinde, çocuk duygularla Tevfik Fikret’i, Sait Faik’i, Oktay Rıfat’ı, Melih Cevdet’i anımsattım. Söylediğim şairlerin, yazarların isimlerine oldukça yabancıydılar. Nerede doğmuşlar, neler yapmışlardı? Tam olarak isimleri nasıl söyleniyordu. Lakapları, huyları nasıldı? Hiçbir fikirleri yoktu.

 Sonra, Picasso, Rodin, Leonardo da Vinci’nin Başaret tablosunu hatırlattım. Yani, bir meleğin verdiği müjdeyi; Meryem’e, İsan’nın müjdesini anlatan o meşhur eseri sordum. Hiçbir fikirleri yoktu.

 Onlar, güncel seslenişleri, en azından seslendirenler kadar güzel söylüyorlardı. Oldukça da güzel gülümsüyorlardı ama dünyanın kırgınlıklarının, korkunçluklarının, vahşetlerinin sanatla, felsefeyle, hoşgörüyle düzeleceğinin henüz farkında bile değillerdi.
Çünkü onlara bunları anlatacak ebeveynlerin hem işi çok, hem de onlar bu işi çoktan öğretmenlere havale etmişlerdi. Bilmiyorlar ki öğretmenler de oldukça yorgun ve kafaları karışık; memurları mı, işçiler mi; yoksa kurtarıcılar mı?

 Dikkat! Bir küçük hanım veya küçük bey size Star Wars filminin söylenişini sorarsa, tam olarak STAR WORS, yani yazdığım gibi söyleyeceksiniz. Yoksa ayıplanırsınız! Kurtuluş Savaşının niçin yapıldığını, Çanakkale Savaşına niçin girdiğimizin önemi yok! Bilmesek te olur! Ama Star Wors’u (7)bilmek zorundayız; çünkü tüm zamanların en iyi filmleri arasında ilk dörde girmiş durumda…

Güven Serin 

2 Ocak 2016 Cumartesi

TEKİRDAĞLI MUSTAFA ZİYA ŞİRA


Kamera, Güven  - TEKİRDAĞ


TEKİRDAĞLI MUSTAFA ZİYA ŞİRA

  Birkaç yıl önceye kadar Mustafa Ziya Şira ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. 1881 de tam da Mustafa Kemal’in doğduğu yılda Zihnizaler ailesinde de bir doğum gerçekleşiyor.

  Selanik’te doğan bebeğe Mustafa ismi verilirken, Tekirdağ’da doğan bebeğe de Mustafa Ziya ismi verilmiştir. Tıpkı daha sonra Selanik’te doğan Mustafa’nın Kemal ismini alıp Mustafa Kemal olması gibi…

 Mustafa Ziya Şira ilk önce Tekirdağ Mekteb-i Rüştiyeyi bitirdi. Daha sonra Heybeliada Deniz Harp Okulu’ndan mühendis olarak mezun oldu. İlk görev yeri Hamidiye Kruvazörü Topçu Komutanı oldu.

  1914 yılında Fatma Macide Hanım ile evlenen Mustafa Ziya Şira 1915 yılında baba oldu. Kızı Ayşe Semahat doğdu. Çanakkale Savaş yılları Hamidiye Kruvazörü İkinci Kaptanı (Süvari-i Sani) oldu. 1920 yılında Yavuz Zırhlısı İkinci Kaptanlığına yükseldi. Daha sonra Hamidiye Kruvazörü Kaptanı (Süvari) oldu.

  Mustafa Ziya Şira 1923 yılına kadar görev yaptı. Binbaşı rütbesiyle Korvet Kaptanı olarak emekli oldu.

 Velhasıl dostlar; Mustafa Ziya Şira şehrimizin önemli isimlerinden birisidir. Hani sıkça vatana, millete hizmet deriz ya! Böyle hizmetleri inanmış, adanmış olarak yapmış insanlardan birisidir. Yaşadığımız şehri sadece köftesiyle anmak, hatırlamak ve bu şehri diğer şehirlere anlatmak yetmediği gün gibi ortadadır.

 Bir şehri anıtlarıyla, müzeleriyle, dinlence, eğlence yerleriyle de anmak ister; geleceğe inanmış, günü, geçmişiyle yaşayan vefakâr, görgülü, aydın ruhlu insanlar.

 Mustafa Ziya Şira aldığı bir sürü madalyayla geçmişten geleceğe uzansa da, hızla değişen yaşam şartları, çok hızla oluşmuş büyük, önemli değerleri de yerle bir edebiliyor. Sonra; geçmişimizi bizden öte, ama bize, insanlığa adanmış insanların ortaya çıkartmasını bekliyoruz.

 İngilizler, Almanlar, Fransızlar, Amerikalılar olmasaydı, antik kentlerimiz gün yüzüne değil, toprağın derinlerine bakar; hazine avcılarının hoyrat elleri, doymak bilmeyen gözlerini beklerlerdi.

 Tarihimiz de öyle. Abartılmaya da ihtiyacı yoktur bize ait olan tarih; yerin dibine batırılmaya da gücümüz yetmez. İnsanlığı diğer insanlara, canavarlıktan, barışa, sevgiye taşıyan da tarihin gerçeklerle anlatılması ve aktarılmasıdır.

 İşte bu yüzden bu şehrin yaşayanları olarak Ertuğrul Firkateyninde görev almış Süvari Ali Bey’i de bilmemiz; en az Namık Kemal’in heykellerinin niçin dikildiğini, en son Yahya Kemal ile Üç Kemaller Parkının ne anlama geldiğini de bilmek; bizi ne daha kötü ne daha iyi yapar; ama başka bilmelere, insanın ulaşacağı en pahalı şeye getirir; ERDEME…

 Yaşamın anlamı, çetrefilli bütün ilişkileri, yığın haline gelmiş stres bataklıklarını işte bu bilmelerin erdemiyle aşabiliriz. Sadece ilaçlara, falcılara ve at yarışlarına, iddiaya, lotoya kaldıysa bizim ümitlerimiz; VAY HALİMİZE…

  Mustafa Ziya Şira bu şehre aittir. Doğumu, yaşama, ülkemize adanması bu şehrin sokaklarında, mahallelerinde, okulunda şekillenmiş; karaktere, iradeye büründü. Ertuğrul Mahallesinde yeniden yükselen, onarılan evlerden birisi de Mustafa Ziya Şira’nın evidir.

 Mustafa Ziya Şira’nın kızı halen 90 yaşını geçmiş olarak hayattadır. Ellerinde bulunan eşyalar kızından, torununa onlardan bu şehre aitlik önemi içinde beklemektedir.

 Kültür Müdürümüz, Büyük Şehir Belediye Başkanımız ve kültüre, Tekirdağ Aydınlığına, sevdasına adanmış her kim varsa Mustafa Ziya’nın evini MÜZE yapmaya, müzeleri, geçmişi eksik; yarım yamalak olan kentimize yeniden kent olgusunu, getirmeye tıpkı Öksel Demir’in şiirinde geçen Frişka rüzgârı gibi esintilere muhtacız.

 Bu muhtaçlıktır bizim çocuklarımıza onuru, haysiyeti getirecek olan... Her nerede yaşarlarsa yaşasınlar, dönüp baktıklarında şehirleri Tekirdağ’ı saygıyla, sevgiyle, onurla hatırlıyorlarsa, geçmişlerini unutmak için uykunun, uyuşukluğun haplarını yutmayacak, dinlemeye, gezmeye ve belki de yeniden yaşamaya bu huzurlu kente geri gelecekler.

 Frişka rüzgârını aramak, şairlerin mısralarında geçen; limanın kuytusunda kuzey rüzgârına boyun eğen, iğde ağaçlarını, çamları, ılgın ağaçlarını, çınarları görüp merhaba diyecekler esintili bir frişka gününde.


 Güven Serin