28 Kasım 2015 Cumartesi

GÖKSEL BAKTAGİR ve DOĞU RÜZGARI


Kamera; Güven   ANTALYA


GÖKSEL BAKTAGİR ve DOĞU RÜZGÂRI GRUBU

  Süleymanpaşa Belediyesi Konservatuarı Türk Sanat Müziği Korosu Kasım Ayı Etkinliği nedeniyle konuk sanatçı olarak Göksel Baktagir ve Doğu Rüzgârı Grubunu davet edilmiş.

 Konser Tanburi Cemil Bey’in Peşreviyle başladı. Şunu belirmeliyim ki Tekirdağ’a yeni Kültür Merkezleri lazım; acilen… Kültür Merkezleri içinde tiyatro sahneleri ve konser salonları; bu şehre sunulacak lüks bir şey değil…

 Konuk sanatçı ve gurubu; Göksel Baktagir artık bir dünya sanatçısı. Kanunu bilinen dilden öte başka başka dillerde konuşturan, kanunun ritmini, tınılarını heyecana, yenilenmeye, ülkemizden öte ülkelere tanıtan dinleten birisi.

 İyi olanı, başarılı olanı herkes takdir eder. Bu değerli sanatçıyı ve gurubunu Tekirdağ’a getiren sanatçı ise Nevzat Avcıdır. Nevzat Avcıyı ne kadar takdir etsem, ne kadar da eleştirsem azdır.

 Yenilenmenin, farkı aramanın, farklılık yaratmanın en yeni, en son ismi ve isimleri Göksel Baktagir ve Doğu Rüzgârı Gurubuysa, klasik kalmanın, neredeyse kıpırtıları büyük hareket sanan Nevzat Avcının içinde barındırdığı büyük yeteneği artık bırakması gerektiğini arzu, coşku ve inatla istiyorum.

 Göksel Baktagir ve Doğu Rüzgârı Grubu, bize ait olanlardan, bizden öte tınıların peşinde koşan, sanatın derinliğini, sanatın yüceliğini kanun, ney, keman, viyola ve vurmalı çalgılar ile büyük bir gösteri zevki, coşkusu içinde koltuklarına, salona sığmayan seyirciye imbikten geçen kültür misali dinlettiler.

 Coşkunun bir başka hissedileni Göksel Baktagir’ın Trakyalı yani Kırklareli doğumlu oluşuydu. Derhal hemşeri ve “toprağım” söylemleriyle sanatçıyı önere etmek istendi. Ne kadar doğrudur? Bir kötülük aramadım elbet. Ama o sanatçı, kanunuyla, besteleriyle, müziğe olan sevdasıyla gelmişse; hangi şehirli olmanın önemi çoktan geçmiştir…

 Göksel Baktagir ve Doğur Rüzgârı Grubu Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihsel, edebi, kültürel yolculuğu kanun, vurmalı çalgılar, keman, viyola ile dinletiler. Orta Asya’nın; o uzak diyarın genlerimize işleyen tınıları, şamanın hakka, adalete, bencilliğe, iradeye seslenişini duyar gibi oldum.

 Programı oldukça neşeli şarkılardan hazırlamışlar. Garip ile Neşet Ertaş’ı andılar. Bu bestenin sanatçı tarafından Neşet Ertaş’i ithaf olunmuş besteyi dinledik. Neyin, kemanın ve kanunun alkışları içinde; sanat sanata aktı…

 Âşık Veysel de unutulmamış. Dillere destan, Veysel’in klasiği olan Uzun İnce Bir Yol bestesi seyirciyle birlikte hayli neşeli, hayli içten söylendi.

 Göksel Baktagir ve Doğur Rüzgârı programlarına Keyif isimli besteleriyle başladılar. Bir çay keyfini anlatıyordu. Siz, kahve keyfi, ıhlamur keyfi hatta nargile keyfi olarak da kabul edebilirsiniz. Her an herkesin yapabileceği bir keyif… Kendinize çok görmeyin hissiyatını, keyfinizi her daim taze ve temiz tutun uyarısı içinde bir keyif bestesi dinledik.

  Gül Bahçesi, Mahur, Ekin Zamanı, Uzun İnce Bir Yol, Garip ve en son eser, tıpkı en baş beste gibi çok şeyi anlatıyordu; kemanla, viyola, vurmalı çalgılar, ney ve kanun ile… En son beste; AĞLAMA DEYMEZ HAYAT BU GÖZYAŞLARINA bestesi oldu. Yine seyirci seslendirdi.

 Yaşam çok kıymetli, bu kıymet avucumuzda bir damla candan, soluktan ibaret. Buna kıymak yerine, bestelerin rehberliğine, tınıların, renklerin, mevsimlerin, edebi ve sanatın içine azcık uzanmak kim bilir neleri kazandıracak; bunca hengâme içinde belki de anlamlı bir törensel hissiyat oluşacak.

 Alkışlarımla; Şef Nevzat Avcı… Alkışlarımla Göksel Baktagir ve Doğur Rüzgârı… Alkışlarımla sanata değer veren, sanatın koynunda heyecan, coşku aryan Tekirdağ Türk Sanat Müziği Korosu…


 Güven Serin 






  

26 Kasım 2015 Perşembe

TAHTALI KÖY


Kamera; Güven  Toroslar

Nice uygarlığın süzülüp tohum olup yeşerdiği diyar...


TAHTALIKÖY

  Mecaz anlamda “öteki dünya” anlamına gelen bir deyim… Bir şekilde hepimizin kullandığı, karşı tarafa sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi yapmış olduğumuz şakaların içinde dahi geçer;

Nereye gidiyorsun?
Tahtalıköye…

  Alman Günter ile İngiliz Peder konuşuyorlar; konuşmanın mizah hatırına. Her ikisi de emekli olmuşlar. Her ikisi de Türkiye’ye yerleşmişler. Bugün, Alanya, Antalya, Kalkan, Fethiye, Kaş taraflarına giderseniz, Günter ve Peter isimli bir sürü Alman, İngiliz görebilirsiniz. Her ikisi de işçi sınıfından…

  İşçi sınıfı dedim de; ülkemizde pek cazibesi olmayan, bir türlü oturuşmayan; şimdi; şu anda taşeron şirketlere teslim edilmiş insanlar… Çoğu yerde daha bir yılı doldurmadan girdi çıktı yapılan emekçiler topluluğu. Niçin? Kıdem tazminatlarını hak etmesinler diye… Bunları İşçi Kurumu, Çalışma Bakanlığı bilmiyor mu? Bilip de bütün bunlara göz yumulması işçilerimizin hangi önemde ve sırada olduğunu da anlamış oluruz.

  Ben yine Günter ile Peder’e döneyim. Bir de yakınlarda bir yerde bunları dinleyen bir Türk işçi var. İsmi, Kunter.

 Emekli olmuş Alman işçi Günter ile İngiliz işçi Peder konuşuyor;

Günter­­; emekli olunca kendime Alanya’dan bir ev aldım.
Peder; ben de emekli olunca kendime Kalkan’dan bir ev aldım.

 Günter ile Peder oldukça mutlular. Emeklilik paralarınla ev aldıkları gibi, her şeyi bol olan bu güzel diyarda neredeyse bedavaya yaşıyorlar. İngiliz ve Alman emekli maaşını Türkiye’de harca harca bitmez…

 Bu konuşmaları köy mezarlığından dinleyen mezarın içinden seslenen Kunter de;

 “ ben de emekli olunca tahtalıköyden bu yeri aldım.” Der. Bu hikâyeyi mizahın sanata adanmış çizgileriyle yaratan karikatürist Cihan Demirci’dir. Kutluyorum onu… Nasıl ki, Bir resim bir şiirse, bir şiir, koca bir hikâye ise, bir karikatür de yaşamın ta kendisidir…

 İşçi kesimi; özellikle taşeronda çalışanların birçok hakkı yok denecek kadar kötü ve zor şartlardadır. İşten atılma korkusu; ne çalışma saatleri, ne kıdem tazminatı ne de mesai ücreti, özlük hakları yönünden işçileri söz sahibi yapamıyor. Korkuyorlar çünkü…

 Ülkemiz geliştiği, kırk yıl önceye göre zengin olduğumuz bellidir. Artık köylü denen insanların motorlarında klima var. Kabinleri ses geçirmez… İnşaatlar hiç duraksamadan devam ediyor. Ev ve araba satışları; trafik kazalarından ölenlerin hiç durmadan devam etmesinden de iyi anlaşılır sanırım.

 Yediemin depoları icra mahkemeleri tarafından dolup taştıktan sonra, depolara dolan mallar çürümeye başlayınca küçük ev eşyalarına icar işlemi yapılmaktan vazgeçildi. Şimdi, insanların borçla aldıkları otomobiller, minibüsler, traktörler yediemin parklarını dolduruyor. Çoğu da çürüyor…

 Görünen o ki; bizim işçi Kunter, emeklilik parasıyla bir ev almayı öteki dünyaya havale etmişken, zenginleşen, zenginleştiğini sandığımız işçi, çiftçi, memur bir başka şekilde eritiliyor.

 Bütün bu zenginliklerde şu kalıcılığı aramak isterim;

 Hapishanelere dolan insan sayısı azalıyor mu? Hastanelerimize giden hasta insanların sayısında artış veya azalış ne durumda? Dünya sporuna, sanatına, bilimine verdiğimiz katkı nerelerde? Üniversitelerimiz dünya yüksek öğretimiyle rekabet edebiliyor mu?

 Ediyorsa, ilk fırsatta yabancı ülkelere kaçan gençlerimizin kaçış aşkı neyle açıklanacak?

 Ülkemiz, tüm dünyaya ait kültürlere sahip… Alman işçisi Günter, İngiliz işçisi Peder emekli maaşlarıyla buradan bir ev alıp yan gelip yatarak güneşin, dağların, denizlerin ormanların tadını çıkartıyorlarsa ki helal hoş olsun. O zaman bizim Türk işçi Kunter’de emekli maaşıyla tahtalıköy’e taşınır; zaten en hakiki yerleşim orası diye anlatılmıyor mu?

  Oysa uygar ülkelerde ölüm yaşları uzadığı gibi, hastalanma riskleri de düşüyor. Çünkü hastalıkların üç ana faktörü; hareketsizlik, yanlış beslenme ve ruhsal riskler bizim diyara göre çok aza indirilmiş.

 Kunter, Peder, Günter; hepiniz emeğin başkahramanlarısınız; istediğiniz yerde yaşam hakkınız. Bir de bugünlerde her sıvasız, boyasız, korumasız ayartmanın yanı başına kurulu inşaat iskeleleri var. Onlarda da bir sürü işçi çalışıyor. Üstelik otuz beş derece sıcak, sıfır derece soğukta bile; kaçının sigortası var? Kaçı, özlük haklarından; yani kıdemden faydalanıyor; faydalanacak?


 Güven Serin 



  

24 Kasım 2015 Salı

BİN YILLIK SEVİNÇ


Kamera; Güven  -TÜPAP

Yalçın Gökçebağ


BİN YILLIK SEVİNÇ

  Öyle sevinçler vardır ki, ancak tarihe düşüş zamanlarını kâğıda, taşa, mermere kazıyan kâtipler tarafından ebediyete bırakılır.

 Tarihi algı, sezgi ve bilgilerle kavrayan her insanın bugünü eşsiz bir kabul ediş töreniyle kendi çırasını, meşalesini yakıp, kendi sonsuz şölenini başlatacağını biliyorum.

 Yunan Orduları yıllarca yurtlarından ayrı kalıp geri döndüklerinde ilk haykırışları;

“ Thalassa, tahlassa” yani “deniz” , “denizimiz” diye bin yıllık sevinçler gibi sevinirlermiş. Genç yaşta Bizans’ı çökerten, Konstantiniyye düşerken, muzaffer komutan olarak bin yıllık sevinci yaşamıştır. Gerçekten de Bizans, Bizans olalı her daim saldırılarla karşılaşmış. Fatih Sultan Mehmet almayı başarmıştır. Ne kadar sevinse azdır…

 İyi eğitim almış, sezgilerini doğanın kulakları, gözleriyle donatmış komutanlar sevinirken dahi hüznü düşünürler. Büyük zaferlerin büyük sorumluluklarını çok iyi donanımlı komutanlar kaldıra bilirler. Tıpkı çok ani zengin olan miras yedilerin çok kısa zamanda batması gibi batmazlar.

  Çaldıran Savaşının, Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarının komutanı, Yavuz Sultan Selim bir ömre sığdırılamayacak başarıları, disiplinli savaşçı kişiliğini ülkesini 2,5 kat daha fazla arttırırken geride bıraktığı kan ve korkularla aynı zamanda zengin bir ülke, rakipleri ayağını denk almış komşularına hadlerini bildirirken kaç bin yıllık sevinci attı bilinmez…

 Bilinmeyen bir başka tarafı, çok iyi eğitim almış olduğu. İyi bir şair olduğudur. Böyle bir sevincin gamlı zamanında şu dizeler dökülür ağzından;

Ey gam öldürme beni bu hicran gecesinde
Zira bir güneş yüzlü handandan ayrı düştüm.

 Sekiz yıllık hükümdarlık Tekirdağ yakınlarında son bulmuş, ebedi dünyasında sırtında çıkan bir çıban yüzünden kavuşmuştur.

  İnsanın icat ettiği zaman 1520’nin 21 Eylülü gösteriyordu. Bir sultan ölüyor, bir sultan doğuyor; Kanuni Sultan Süleyman… Aynı yılın aynı Eylül zamanı, bin yıllık sevinci yaşamak isteyen bir başka insan, Portekiz vatandaşlığından çıkarılmış, İspanyol vatandaşlığına geçen Ferdinand Macellan denizlere açılıyordu. Düşlerinde ki boğazı bulup baharat adaları olan Molük Adalarına kısa yoldan ulaşmak için güneye ve oradan sürekli batıya ilerleyerek dünyanın yuvarlak olduğunu keşfedecektir.

 Macellan, büyük denizcilik bilgisi yanında beş gemi 265 adamıyla yola çıkmıştır. İnsanüstü inancı, sımsıkı disipliniyle her türü bozgunu, zorluğu soğukkanlı iradesiyle aşmıştır. Onun ismiyle anılacak boğazı bulduğunda tıpkı Yunan Orduları gibi bin yıllık sevinci yaşamıştır. Hakkıdır da. Büyük bir servettir onun için bu keşif. Bütün kâşifler, bilim insanları gibi zamanın ötesine geçme tutkusudur da…

 Ferdinand Macellan 5 gemiyle 265 adamıyla yola çıkmış, dünyanın etrafını dolaşmış ama içindeki o büyük aşk Baharat Adalarına; Molük Adalarına ulaşamadan hiç önemsemediği yerlilerle girdiği savaşta öldürülmüştür. Bu büyük yolculuk 265 kişiyle başlanan keşif 18 kişi ve bir gemiyle tamamlanmıştır. Macellan’ın vahşiler tarafından öldürülen bedeni geriye alınamamıştır. Çünkü Truva savaşında savaşçı Achilles tarafından öldürülen Hector’un babası gibi çıkıp yalvaracak bir baba, edebi, sosyolojik bir Homoros yoktur. Sadece kâtip Pigafetta’nın tuttuğu günlük vardır. Eğer kâtibin günlüğü, tarihsel, sosyolojik, edebi kararlılığı, sessiz kişiliği gibi sadece sessizliğe bürünseydi Macellan’ın ismi, deniz deryasında ki sekiz aylık millerce süren yolculuğu, insanı sinir edecek kadar iyi olan iradesi asla bilinmeyecekti.

 Bin yıllık sevinç çok özel zamanların özel komutanları, bilginleri, filozofları, dâhileri ve sanatçıları tarafından bilinir. Öyle bir sevinçtir ki daha başlarken evrensel sezgilerin o büyük, ağır sorumluluğu girer devreye; büyük sevinç büyük dikkate, daha büyük algıya dönüşür…

 Yaşam budur işte; gözleriniz daha iyi görür, kulaklarınız daha iyi işitirse; gönlünüz daha zengin, tutkularınız daha sıcak ve iradeniz daha soğuktur. Yaşamın ta kendisidir bu büyük aşk; yaşamın denizi, çölü, ovası…


 Güven Serin 


 


23 Kasım 2015 Pazartesi

SEVGİ HİÇ ÖĞRETİLMEDİ


Kamera; Güven -Antalya- Picasso'nun
Jacquline için yaptığı çalışma


SEVGİ HİÇ ÖĞRETİLMEDİ

  Ağzımızdan düşürmediğimiz bir ömür peşinden koştuğumuz SEVGİ sözcüğü gökten inecek mucize gibi bekleniyor. Mucizeleri beklemek bir parça güzel olsa da, günümüzün yaşam biçimi; ölçüp, biçmek; hesap, kitap ve irdelemekten besleniyor.

  Nedense bol sandığımız her şeyi oldukça bol bir şekilde tüketmenin yarışı içindeyiz. Herkes temizlikten, titizlikten yana taraf olduğu halde, evine ayakkabılılarını dışarıda çıkarıp girdiği halde, aynı titizliği, sokağına, caddesine, parkına ve bahçesine göstermiyor.

 Ganos Dağları, eşsiz tepeleri, alımlı vadileri insanla buluştuğu an çöp deryasıyla doluyor. Güya, herkes doğayı seviyor. Bu sevi yüzünden doğanın içine gidiyor. Arkadaşları, akrabaları, çocukları, eşleri ve sevgilileriyle piknik yapıp eğleniyorlar. Bu eğlencenin en mutsuz tarafı, yedikleri-içtikleri şeylerin kaplarını, poşetlerini olduğu gibi orada bırakıyorlar.

 Hemen hemen her gün gazetelerde ölüm; öldürme üzerine okuduğumuz haberlerde sevmekle bütünleşen bir sürü cinayet haberi okuyoruz. Gördüğümüz cinayetler artık kanımızı dondurmuyor. Bizleri şaşırtmıyor. Çünkü ölüm, genellikle sevgi; sevme adına işleniyor. Ayrılmak isteyen eşi; kadını, bir başkasına yar etmeme; ölesiye; hatta öldürürsüye sevmek sanki sıradan hale getirildi. Ne hazin bir sevgi…

  Anne ve baba sevgileri ayrı bir renk… Verilecek para; mal-mülk bittiğinde yerle bir oluyor. Hatta duymaya, görmeye pek alışılmadığımız darp olayları yaşanıyor. Yani, almaya alışmış, almakla sevgi sırıtması yaşamış çocuk; alamamayı, reddedilme sanıp kızgın bir İspanyol boğasına dönüşüyor.

  Sevginin, sevgiliye dönüşmüş hali de, halkını yönetmeye adanmış yöneticilerin sevgisi de ayrı bir gösteri içinde. Her şey yolundaysa, sevgi sözcüklerinin ardı arkası kesilmiyor. Ama ilişki bir parça bozulmaya görsün; duyulmadık beylik, paşalık laflar ortalıkta uçuşuyor.

 Görünen o ki dostlar; sevgi de öğretilmemiş bizlere. Ninelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, annelerimiz oldukça şefkat içinde büyütseler de eksik kalan bir şey var… Nedir acaba? Her şeyi hazır bulmamız; her isteğimizin karşılanması…

 Şefkatin de gün ola azalacağını, biteceğini düşünemeden, yüksek gurur içinde gösteriye dönüşmüş bir abide gibi sonsuz bir algıyla büyütürken, yok olan nineler, teyzeler ve sonra anneler paniklememize neden oluyor.

 Niçin?

  Bizi sevecek birileri kalmıyor. Ve bizde bize uygulananı tekrar etmek, aynı kalıpları; aruz ölçüsü gibi; ezberlendikten sonra sorun kalmıyor sanılıyor. Bizler de çocuklarımıza, torunlarımıza adanıyoruz. Bir şey bekliyoruz onlardan; yaşlılık zamanı bizleri bakmalarının teminatını arıyoruz; sevgi yoğunluğu şartıyla…

 Peki, ama sadece şımartılmış şefkatlerin sevgi kabul edilmesi böyle kabul görmesi mümkün müdür? Sevginin esasları, ara tonları, diğer tınıları öğretilerle bulunamaz mı? Sadece kendi çocuğunu, torununu seven, diğer çocukları önemsemeyen sevgiyi; o saf, güzel kimyayı ortaya çıkarta bilir mi?

 Kedi için ölen, köpeği görünce söven; tam tersi nice sevgi ve sevgisizlik gösterileri içinde yaşıyoruz.

 Tutarlı olmaktan çok tutarsızlıkla yeşeriyor.

 Matematik, fizik, kimya, biyoloji, Türkçe ve birçok ders; branş öğretiliyor. İyi öğrenen, iyi ezberleyen çok iyi mesleklere de sahip oluyor. Ya sevgi! Sevgi de öğretiliyor mu? Ana kucağından tutun da, anaokullarına, ilköğretim, orta, lise sıralarında sevgi öğretiliyor mu?

 İnandığım bir şey var; sevgi de öğretilere ihtiyaç duyduğu. Bilinen görgü, korku kurallarından, yasalarından çok öte sevginin de öğretilmesi gerekiyor. Küçük bir çocuğun küçük bir çiçeğin büyümesini izlemesi, onu sulayıp büyütmesi, bir kedi, köpek, kuş veya başka bir canlıyı besleyip büyütmesi, onun yaşam hakkına, yaşam biçimine dikkat edip saygı duyması; sevginin de olgunlaşmasını, çeşitlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor.


 Ben her şeyi yaptım; saçımı süpürge ettim; varımı yoğumu verdim, sırtım hiç kurumada, demenin faydası yoktur. Esas olanı; sevgiyi öğretmeliyiz; bizler eksik öğrensek, hiç öğrenmesek de, ilk önce kendimiz öğrenip, sonra öğretmek bizim insanlık vazifemiz, içimizin bir hoş huzur bulması için şarttır.

 Güven Serin 



18 Kasım 2015 Çarşamba

AN GELİR MEHMET ÖLÜR


Kamera, Güven- Osman Kader Ahmet

TÜYAP


AN GELİR MEHMET ÖLÜR

  Bir ölüm daha… İpsala’da yaşayan işadamı Mehmet Petmezci tek kurşunla veda ediyor yaşama. Oysa yaşamın kıymetli soluğu için 100 yaşında dahi hayata sımsıkı bağlananlar var; ne hazin; ne yaman bir çelişki…

 Mehmet Petmezici 41 yaşında. Dört çocuk babası ve onlarca insanla birlikte istihdam yaratmış. Çeliğin amansız ateşine sona doğru giden süreci, nasıl yönetildiğini kimse bilmez. Bilinen tek şey daha genç yaşta bu toplumda en zor olan şeyi yapıyor; iş kuruyor. Hem de birden fazla, işyerlerinin sorumluluğunu alıyor.

 İpsala, çeltiğin; yani bilinen o beyaz mücevherin diyarı. Kaç insanı zengin etti diye sorarsan; kaç insanı yok etti diye hatırlatmak isterim…

  Toplumun değerlerinin zamansız ölümlerine o kadar alıştık ki artık ölüm olayları kendi sıradanlığı içinde, kendi ateşiyle vahşi tabiatın yaptığı gibi fırsat kollayan diğer hayatlara sıra veriyor.

 Doğanın kendi eliyle çıkardığı yangınlar vardır. Gök gürler büyük ışık aydınlatır eşsiz tabiatı. Bir ateş düşer kurumuş otlara, ağaçlara. Bir yangın başlar; un ufak siyah bir kül bırakana kadar geride. Ve sonra, ilk yağmurda binlerce yeni tohum “ hadi sıra sende” deyip fışkırarak yepyeni bir yaşamın taptaze filizleri olurlar.

 İnsanoğlu vahşi hayattan henüz kurtulamadı mı? Bunca hukuk, bilim,zanaat, sanat ve ibretsel yangınlar, insanın düşecek büyük ateşlerden korunması için yeterli olmuyor mu? Belli ki olmadığı yerler, alanlar halen oldukça çok…

 Ülkemizin intihar vakaları çok… Bu ölümlerin otopsi raporlarıyla devlet görevini yapmış sayılıyor. O rapor herkesin beklediği son söz gibi esas kıyamet ondan sonra başlıyor. Kendi kendini öldürdün diye sigorta şirketleri geride kalan ailenin YARDIMINA koşmuyor… Niçin? Doğal ölüm olmadığı için…

 İntihar edecek insanın akıl kurnazlığı doğal; yani kaza ile öldürmeyi akıl edemiyor. Oysa, bunu düşünce geride kalanların manevi yangınına büyük bir su serpecek borçlarının sigorta şirketleri tarafından karşılanması.

 Bu son olsun diyor sözlerin şairi, sanatçısı;

Şimdi iyi niyetimi
Bir bir yargılayıp asıyorum
Bu son olsun, bu SON olsun!

 Hatırlatmak isterim ki bu ölümler son olmayacak. Bu kıyametler ailesini, birlikte iş yaptığı insanları yakacak. Ne Edirne’yi, ne Tekirdağ’ı, ne Kırklareli’ni temsil eden vekillerin haberi bile olmayacak. Haberi olsa ne olacak? Gözleri bile nemlenmeyecek. Oy kaygıları, yer edinme telaşları; lacivert elbise merakları, koltuğa kurulma hasretleri daha bitmedi ki?

 Hangi milletvekili tragedyaların edebi güzelliyle büyüdüler? Hangisi Truva’nın yıkılışını, Roma’nın çöküşünü, Osmanlı’nın eriyişini irdeledi ki, kendi yaşadığı zamanın kıyametine kulak verip, vicdan düşürsün!
 İpsala, pirincin diyarı, ovaların ovalara, balkanlara, sulara karıştığı gizemli yer. Kendi kaderiyle boğuşmanın, ülkemin her yanına benzer olmanın sıra dışılığıyla kaderine zamansız teslim olan, kalanların “kurtulduk” diye bolca yorum yapıp, nasıl olmuş? Kaç yaşındaymış? Vah zavallı! Diyerek bir türlü ekonomik, sosyolojik, psikolojik, edibi ve hukuki verileri, büyük derinliği olan tarihi tutunmayacağız…
  Uygar ülkelerin sıkı disiplin içinde vatandaşlarını eğitim, yasalarla koruyup, kolladıkları; yasalara sahip çıkan bilinçli halkın daha doğar doğmaz oyun, eğitimle genlere kazındığını bilmeden ölecek daha bir sürü genç insan var sırada.

 Kimse kurtuldum, kimse bana bulaşmasın ölüm demesin? Bu tragedya ölenlerin zaferiyle sonuçlanıyor; kalanların değil. Ölenleri, ölmeden ikna etmenin sosyolojik, ekonomik, hukuksal ve edebi yaratıcılığını, sağlamlığını bulmazsak; her an o büyük soylu ateş bizi de yaka bilir…

 “ An gelir
Paldır kültür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür.

Saatli bir bombadır patlar
An gelir
Attila İlhan ölür.”
An gelir MEHMET ölür…



 Güven Serin 

17 Kasım 2015 Salı

34.KİTAP FUARI ARDINDA KALANLAR


Kamera; Güven 34.TÜYAP KİTAP FUARI


Kamera; Güven


Kamera; Güven  Gönül Adamı-Güneri İçoğlu


Kamera; Güven  Nur Yazgan-Yavuz Ekinci

"Edebiyat ve Felaket" konusu işlendi.


Yavuz Ekinci ile yer değişikliği


Kamera; Güven  Kemal Kocabaş

Köy kokusu; o bildik organik kokunun yüze vuran ışığı...


Kamera; Güven  Enis BATUR

 Bilgi deryası içinde boğulmadan kalıp,insana hakiki bir
bilgelikle süzülen nadide bir eser olan usta;teşekkür ederim.


34.KİTAP FUARI ENİS BATUR

"Bu Kadar Kitapla Neyi Nasıl Yapacağız?" 

Seçici olma zamanı geldi; en pahalı olan zaman,en nadide
eseri; ömrümüzü taşıyor...



34.KİTAP FUARI ARDINDA KALANLAR

  15 Kasım geçen yılın tekrarlanan zamanı bu yılda tekrarlandı. Son gün; Kitap Fuarının 15 Kasım Pazar günü 20:00’da biteceği günün içinde kitap fuarında, kitap severlerin, gençliğin, yaşamın öğretiliriyle öğrenmeye muhtaç olan insanların içinde olmanın onurunu yaşadım.

  33. Kitap Fuarı ne yazık ki bu kadar etkilememişti beni. Bir şeyler vardı eksik olan; renge, görsele dair. Bu yılkı ise tam bir renk şöleniydi. 140 Bin çocuk, 558 Bin kişinin katıldığı edebi şölen… Her insanın, her yaşta canlının kendine bir şey bulacağı, sevdiği yazarı, şairi, çizeri görebileceği yer tıklım tıklım insan kokuyordu.

  Bir çay, küçük bir kahvaltı molasından sonra duru bir pınarın akıntısı gibi akan insanlar arasına karıştım. Çocuklardan delikanlılara, olgun, yaşlı her türlü insana kadar… Kimi sevdi yazara, çizere kitap imzalatıyor. Kimiyse söyleyişi yapıyor yılda bir yakaladığı edebiyatçılarla.

 34. Kitap Fuarına gitmemin en önemli amacı Enis Batur’un “ Bu kadar Kitapla Neyi Nasıl Yapacağız” isimli söyleyişi etkinliğine katılmaktı. Enis Batur sonuz bilgi deryası içine dalmış, boğulmadan kalmış oldukça endir insanlardan; edebiyatçılarımızdan sadece birisi…

 Diğer amacım ise Nur Yazgan ve Yavuz Ekinci’nin etkinliğe katacakları “ Edebiyat ve Felaket” konulu söyleyişlileri için oldu.

 Bir kez daha sizinle paylaşmak isterim. Koşulsuzluğun emek yolculuğu her daim ödüllendiriliyor. Bir parça erken gitmem sayesinde kitap dünyasının içine karıştığım gibi, ressamların, heykeltıraşların çalışmalarına da; o sonuz dünyanın çekimine de kapıldım. Her sanatçı kendi arayışını tuvale, kaidesinin üzerine taşımış. Birbirinden değerli onlarca, yüzlerce eser…

  Dikkatimi çekenlerden birisi de gençler, çocuklar karikatür stantlarına oldukça önem veriyor. O gizli dünyanın engebeli tepeleri, vadileri, bereketli ovaları, gizemli tünelleri her şeyden önce insan aklının yaratıcılığı belli ki onların dikkatini çekiyor. Sevindirici bir şey; insanın en çıkmazda dahi insan aklını, becerisini, mizahını seçme ustalığına sahip olması.

 Bende gençlerin yaptığı gibi kısa bir dolaşma turundan sonra mizah standına yaklaştım. Leman’ın ünlü çizeri de oradaydı. Güneri İçoğlu. Mizahın ustalığını imzaladığı kitaplarda ki farklı düşüncesiyle de ortaya koyuyordu. Kitap ayracı olarak biriktirdiği çınar yapraklarını imzalıyor. Aynı zamanda almış olduğunuz karikatür kitabının iç sayfasına beş on saniye içinde bir karikatür çizerek size demli yorgunluk çayı ikram ediyor.

 Nur Yazgan ile Yavuz Ekinci’nin “ Edebiyat ve Felaket” etkinliği iki yazarı yakından tanıma imkanı oldu. Her ikisinin farklı dünyaları, algıları ve sanat anlayışı dinleyenlerin önüne serildi. Nur Yazgan anlatacağı konuya ne kadar uzak kaldıysa, Yavuz Ekinci ise çok az konuşarak, en sade, en al sözcüğün bile edibi felsefe için ne büyük önem kazandığını; dinleyenleri düşüncenin arayış yolculuğuna sürükledi.

 Çağın felaketlerine tanıklık eden yazarın, çizerin, şairin ne kadar etkilenip kendi eleğinden, süzgecinden geçirdiği olayları ne kadar sanat ve zanaat ile buluşturacağını düşünmeden edemedim.

 En son katıldığım etkinlik ise oldukça güncel bir sorun. Bu sorunun içinde olan, kitap deryası içinde yüzen bir insan; Enis Batur tarafından Büyükada Salonunda dile geldi. Kütüphanesinde ki kitap sayısı 15 Bin rakamını çoktan aşmış yazarın “ Bu Kadar Kitapla Neyi Nasıl Yapacağız” etkinliği bütün kitap severler için çok önemli bir hatırlatışı, ciddi bir yol ayrımını yine edebiyatın seçkin, kalıcı sözcükleriyle anlattı.

 Enis Batur’un itirafı şuydu; kütüphanemde 15 Bin kitap varken bunların birçoğunu şu ana kadar okuyamamış yaşı 65’e gelmiş bir yazarın muhtemelen geri kalanı hiçbir zaman okuyamayacağı halde bu kadar kitapla, neyi nasıl yapacağız?

 Muazzam bir ayrıntıdır bizler için. Tercihlerimizin, yaşama akacak olan anların; kısacası yaşamın iplerinin ölümlü olan beden ve irademizin elinde olması için harika bir buluş… En çoğuna sahip olalım, en zengin, en şöhretli olalım derken en değerli, en nadire ömürlerin nasıl da o muazzam telaş, gurur, gösterisi içinde hiçliğe karıştığının hazin, edebi, sosyolojik bir anlatımıdır…

 Ustadan en güzel öneriyse güne, uyandıktan sonra yüzümüzü suyla kavuşturmanın onuruyla bir kahve içiminde seçtiğimiz bir küçük metni okumak oldu. Derinlemesine okumak ve irdelemek… Bu küçük metnin bile bizi bir başka yolculuklara çıkaracağının farkında olmuş bir insan olarak içten ve çok az yaptığı insan gülüşüyle anlattı.

 Güne küçük bir metin ile başlamak oldukça önemli bir seçenek. Tıpkı her gün sevdiğimiz bir resmi, karikatürü, şarkıyı da derinlemesine irdeleme, anlama ve anlatma hakkının edebi, sosyolojik, felsefi seçeneklerine sahip olabilme hakkımızın olduğu gibi…

 Güven Serin 






14 Kasım 2015 Cumartesi

İŞÇİ KARDEŞLERİM


Kamera; Güven Hıdırlık Kulesi-Antalya


İŞÇİ KARDEŞLERİM

  Size nasıl sesleneyim bilmem! Amele mi, işçi mi yoksa emekçi kardeşlerim mi desem! Hepsi sizsiniz…

  Tekirdağ’ın bütün inşaatlarında, iskelelerin sıva yapan, boya süren ellerinde, yine siziniz. En nadide eseri onaran; Ayasofya’nın tamirinde de, Süleymaniye’nin Mimar Sinanlı projelerinde de hep sizsiniz.

 İşçi kardeşlerim; sizler en büyük, en kalabasınız ama en altta bulunuyorsunuz. Hâlbuki sıva yaparken, boya sürerken en yüksek iskelelerde ve en çabuk, en erken ölen de sizsiniz…

 Her gün geçtiğim Hasanefendi Caddesinde birçok apartmana kurulan iskelelerde büyük sessizlik içinde hiç durmadan büyük sessizlik gibi büyük hünerli ellerle marifetli işler yapan işçiler görüyorum. Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar.

 Hiçbir doktorun, avukatın, mühendistin yapmak istemediği, ama işçi kardeşlerimin sıvadığı, boyadığı o güzel, ferah apartmanlarda oturan bir sürü unvan sahibi yarı aydın; parayı veren düdüğü çalar misali; 21. yüzyılın harika nimetlerinin tadını çıkartıyor. Oysa hiçbir tat sürekli ve heyecanlı değildir; diğer tatların; adaletin, hakkın, fark etmenin tatları bilinmiyorsa…

 Son gezimde Antalya Kaleiçi falezlerin hemen yanında Hıdırlık Kulesi 1800 yaşında olmasına rağmen, eski günlerinin anılarıyla teselli buluyor. Deniz feneri olarak kullanılırken asıl amacının denize, limana gelen yabancı gemilerin gözlenmesi düşünülmüş.

 1800 yaşında bir silindir şeklinde yapılmış bu eser şimdi işçi kardeşlerim tarafından onarılıyor. 14 metrelik yükseklikte kurulan iskelede elinde bir hortumla, dudaklarında bir ağıtla 1800 yaşında ki dik duruşun yıpranan duvarları ıslanıyor.

 Yaşlı begonvil ağacının yanında kulenin altına; Akdeniz’e bakan falezlerin olduğu yere indim. Deniz; geçen yıl ölüm kalım yaşadığım o büyük dalgalardan geçici bir şekilde uzaklaşmış; bir göl, küçük bir dere sakinliğinde; uzanıyor Torosların, Tahtalı, Olimpos, Hasan Dağının uzandığı gibi; mavinin, yeşilin, griliğin; hatta renksizliğin dumanlı görüntüleri içine…

 14 metre yüksekte güzel bir ağıt eşliğinde kurmuş olduğu iskelede işçi kardeş; en altta bulunuşuna, belki sigortasız oluşuna, gurbetin en güzel yerlerinden biri de olsa, doğduğu toprağa, rüzgâra, anılara bir ağıt yakıyor.

 Kim bilir belki de, en çok işçi ölümleri yaşandığı bu ülkede, çokbilmiş, çok gururlu ve çok aydın sanılan insanların pişkin yalanlarına, duyarsızlığına; yüce bir ağıt eşliğinde 1800 yaşında bir yapının onarımının ilk adımlarını iskelesinden yapıyor; tıpkı 1800 yıl önce, sisli, fırtınalı zamanlarda gemilere ışık saçan fener gibi; yüce bir ışık yayıyor; sesinin gök kubbe altında yayıldığı-yayılacağı her yöne!

 Selam verdim 14 metrede iskelede Hıdırlık Kulesini onarmak için hazırlık yapan işçiye. Selamıma selam da aldım. Oradan yüz metre ötede bir başka eser; Nazım’ın gri taşa oyulmuş heykeline ulaştım. Bir tarafında Kurtuluş Savaşı Destanı var. Bir yönünde ise Nazım’ın Ellerinize ve yalana dair şiiri.

 Ne diyor bu şiir? Çok şey diyor; vicdanı, aklı ve yüce gönlü olan, kendisinden öte bütün canlıları; işçi kardeşlerini de düşünen, önemseyen herkese:

ELLLERİNİZE ve YALANA DAİR

Ve insanlar, ah, benim insanlarım.
Yalanla besliyorlar sizi,
Halbuki açsınız,
Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya.
Göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Avrupalım, Amerikalım benim,
Uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi
Ellerin gibi tez kandırılır
Kolay atlatılırsın…

Ellerinizden geçinen
Ve ellerinizden başka her şey
Herkes yalan söylüyorsa
Elleriniz balçık gibi itaatli
Elleriniz karanlık gibi kör
Elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
Elleriniz isyan etmesin diyedir…


 Güven Serin








11 Kasım 2015 Çarşamba

SAĞLIK, İLLA...


Kamera; Güven-Antalya


SAĞLIK, İLLA…

  Canlı olmanın, bütün kalabilip huzurla yol alabilmenin en güzel yanıdır sağlık… Bir türlü kaybedilmeden kıymeti bilinmeyen, hatta kaybederken bile tam olarak hangi hazineyi kaybettiğimizi bilmediğimiz yüce şey…

  Zaman akıp gider… İnsanın kendi algılarıyla, hisleriyle bir türlü yakalayamadığı zamanın doğum, yaşam ve ölüm süreci; muazzam bir yolun yolculuğudur. Masallar, efsaneler, dinler ve bilimin hiç durmadan peşinden koşup yorumladığı şey…

 Hiçliğin içinden kurtulmanın ne güzel yoludur; yaşamın içinde, yaşam oyalanmalarıyla teselli bulmak ve aramak… Hele yazın dünyası içindeyseniz, bilinen okuyucuya ulaşmadan öte bir öğrenme ve öğretme döngüsü içinde koşmanın yüce sancıları, marifetli coşkuları içinde görmek, dinlemek, yürümek, dokunmak zanaatıyla sanatçı eserlerine dönüşmek istersiniz.

  Yağışlı günler derken, güneşli bir gün; günler içinde güneye Antalya’ya süzüldüm. Dünyanın, şehirlerin küçüldüğü bir zamanda şans ve şansızlığın eşelenmesini düşünürken sımsıcak bir sonbahar günü… Güney sahilimiz, turizmin merkezi olan şehir 1 milyon nüfusunu çoktan aşmış.

 Daha yolda bedenimin, özellikle gözümün ve belimin uyarılarıyla yol aldım. Sol gözümün kapakçığı şişmeye başladı. Belimin ince ağrısı “ sende insansın” etten, kandan, kemikten ve hücrelerden oluşmuş yaşam bütünlüğümün hatırlatışını yaptı.

 Güney yolculuğumun programı oldukça dolu… Antik Likya yürüyüşü, Antik kentlerin ve müzelerin ziyareti, Ara Güler ve Picasso sergileri ve şehir tiyatrolarında Şaşkın Koca oyununun izlenmesi…

 Her zaman olduğu gibi Kaleiçi; çitlenbik ağacının, begonvillerin, yasemin çiçeklerinin yaşadığı yere yakın, taş ve tarihi evlerin, pansiyonların olduğu yerde kaldım. Falezler yabanıl yaşamın Akdeniz’e süzülüşünü her daim anlatıyor. Akdeniz, Toros Dağlarıyla o büyük, gizemli dansını milyon kez, milyar kez tekrarladığı gibi tekrarlıyor.

 Gözüm; sol gözümün kapağı iyice şişmeye başladı. Gecenin içinde nöbetçi eczane arama ve yorgun bedenimin soğuk bir birayla ödüllendirmesine kanmasıyla son buldu. Gün ola yarın ola, anlayışı içinde sazın, gitarın ve baterinin canla, başla içtenlikle ezgilerin insana akan, antik kentlerde limanla şehir arasındaki yolun yolcusu misali…

  Günün ışıldamasıyla birlikte ışığa süzülen sol gözümün şişkin haliyle en yakın eczaneye gittim. Yorgun bakışlı eczacı adama gözümü gösterdim. Teşhis tahmin ettiğim gibiydi; Arpacığın bir çeşidi. Gözüm enfeksiyon kapmış.

 Eczacın gözüme bakıp ilk sözü ; “ İTDİRSEĞİ” tanımlaması oldu. O kadar hızlı söyledi ki birkaç kez sormak zorunda kaldım. Söylediği sözcüğü Latince bir tanımlama gibi anlasam da, sonradan bir başka halk diliyle itdirseğini anlattığı anlaşıldı.

 Koruyucu ve mikrop öldürücü merhemler çoktan çikolata fiyatına inmiş. 7 TL’yi ödeyip iki merhemi aldım. Sağlığa giden yolun en büyük yardımcısı ilaçlar… İnsanın, uygarlığa kavuşmadığı zamanlardan başlayan şifalı otlar, sular, tütsüler, dualar sonunda bilimle buluştu.

 Bilimin canlı hayatındaki önemi oldukça büyük… Birkaç hapın, küçük bir merhemin, bir şişe şurubun nelere kadir olduğunu, neleri başardığını biliyoruz.

 Bilim dünyasının yanılgıları, yanlışları olsa da, aradığı biricik şey; en doğru, en sıhhatli gerçektir. Bilim, gerçeklerden beslenir. Tıp bilimi, matematik gibi net sonuçlar vermese de hiç durmadan ilerliyor. Tıp sanayi askeri sanayilerle yarışacak kadar büyük…

 Uygar ülkelerin en büyük hedefi insan denen canlının daha doğar doğmaz sağlıklı bir şekilde büyütülmesi. Büyütülmenin içinde en önemli seçimler elbette, beslenme, spor ve diğer etkiler göz önünde bulunduruluyor.

 Beslenmeyi, sadece midesel düşünmek büyük saflık olur. Ruhsal beslenmenin önemi oldukça büyük… Bu yüzden, ruhsal besinlerin, daha bebekken, okul çağında çocukken insan denen canlıya büyük etik ettiğini ortaya çıkaran sihir; yine tıp bilimidir. İnsan psikolojisi midesel beslenmeyle birlikte ruhsal beslenmeye de muhtaçtır…

 Çocuklar okul yollarında ezilmeden, büzülmeden, güle oynaya yürürse, teneffüslerde bol zaman ayrımı içinde toprağın, çiçeğin, ağacın, müziğin, sporun kovuşumu yaparsa yaşama sağlıklı toplumlar olarak akıyor.

 Sağlık illa… İtdirseğim iyileşmişe benziyor. Belimin ağrısını da şimdilik biberiye yağı ve Doğa Irmağın usta ellerinin masajıyla idare ediyorum… Büyük şey; sağlık…


 Güven Serin  


 


  

10 Kasım 2015 Salı

CEP DELİK CEPKEN DELİK


Kamera; Güven  


CEP DELİK CEPKEN DELİK

  Orhan Veli Kanık yıllar önce yazmış bu küçük şiirin anlattığı koca bir yaşam öyküsü… Daha sonra Erdem Alkın sayesinde güzel bir ezgi; seslenişe dönüştü…

 Şair tüm içtenliğiyle kendi zamanından öte zamanlara seslenir;

Cep delik, cepken delik
Kol delik, mintan delik
Yen delik, kaftan delik
Kevgir misin be kardeşlik?

  Kevgir sıvı maddeleri katı maddelerden ayırmaya yarayan insan yapımı bir mutfak aracı. Çelik, alüminyum ve plastikten yapılanları her evde vardır. Belki de ceplerin delik, cepkenlerin delik oluşu; yetmeyen kazançların, bitmeyen ihtiyaçlarıyla olan muazzam dengesini anlatıyordur şair.

 Üstelik hiçbir zorlamaya, kabalığa başvurmadan… Bir tek sözcük dahi şiirin, seslenişin önemini, gidişatını değiştiriyor. Örneğin ; “ Kevgir misin be kardeşim!” diye yazılmış olsaydı dize; nasıl da ayrılışın, sınırların buz gibi yeli eser, bedenimizi titretirdi. Kevgir gibi oluşumuz sorgulandığı gibi; haddimiz de bildiriliyor; bize hesap soruluyor olurdu.

 Hesabı, kitabı pek sevmeyen insanlar olduğumuz için “ sen kim oluyorsun be kardeşim” demenin bir bin fısıltısını, küfrünü yapardık. Bize kimse bir şey soramaz… Cebimiz delikmiş, mintanımız, kaftanımız delikmiş çok ta önemli değil. Üstelik Y ve Z kuşağı artık delik, deşik şeyleri seviyor. Yani yırtık-pırtık giyinmek bir moda…
 Ama aynı z âmânda pahalı sigara içmek, son model telefon, araç kullanma isteği de ayrı bir moda. Sanırım zıtlıkların ayrı bir çekim kuvveti…

  Reklam sektörü son sürat ve albenili, şehvetli çalışıyorken; “elalem ne der?” mantığı çoktan kültürleşmişken; en yüksek kazananların bile cebinin, cepkeninin, kaftanın delik olması işten bile değil artık.

 Yemeden, içmeden insan batar mı diye düşünürken, yemenin, içmenin; kısacası harcamanın kuralsızlığı, bütçe denen muhteşem ilimden uzak oluşu; insanları kevgirden çok öte taşıyor. Kevgirin çok gerekli bir amacı varken; insanların delik deşik oluşunun yüce amacını ancak sosyolojik incelemelerle açıklaya biliriz.

 İnsan denen canlının algıları, teknolojik devrimlere ve değişim çağrılarına açık olması eğitimin, eğiticilerin ve ülkeye yayılmış bütün sivil kuruluşlarının, sanat dünyasının sayesinde en üst seviyeye çıkar.

 Son zamanlarda sanatçıların dize yapmaya özenmesi. Dizilerin ise reklâm alacak mı almayacak mı korkularıyla finans edilmesi; insan kültürüne aktarılacak öğretinin de ne kadar delik deşik olduğunu gösteriyor. En pahalı, en iddialı dizi bir bakmışsın kaldırılıyor. Niçin? Yeterli reklâmı, ilgiyi alamadı…

 Herkes bir şeyleri eleştiriyorken, hemen herkesin kevgire dönmüş dünyaları var. Şiirde kendi kendine yetemeyen oldukça yoksul, bir türlü iki yakayı bir araya getiremeyen bir insanın kardeşlik duygularıyla anlatılması oldukça samimiyken, şimdi şu anda; ilaç sanayinin, insan psikolojisine; artan ruhsal çöküntülere bir türlü ilaç yetiştirememesi; hastanelerin yetmemesi; yetememesi; insan ömrü uzarken, bir sürü sağlıklı insanın hastalıklarla, sürpriz ölümlerle kucaklaşması; insan denen canlının hassas ruhunun sınırlarını da gösteriyor.

 Delik deşik olmuş ruhlarımız 21. yüzyılın ikinci yarısında başlayacak uzay yerleşkelerinin; Mars kolonilerinin dünya ve Marslı; uzaylı konuşma kültürleriyle başka başka deliklerin, deliliklerin ve yeniliklerin gündeme oturacağı bu zamanda; halen korku ve kuruntularımızla cebin, cepkenin, kaftanın, yenin delikliğinde; bu kadar çok üretim varken dahi; nice insanın ezik, yırtık ayakkabılarında, buruk; paramparça bakışlarında yetmeyen, yetişemeyen ve bir türlü insan merkezli olmayan kurum, bürokrasi kültürümüzün uyanık ve gamsız haline bakıp bakıp; Tekirdağ sahilinde poyrazı, karayeli, keşişlemeyi, gün doğusunu, günbatısını, yıldızı, lodosu o eşsiz Ganos Dağlarını kimi seyrede, kimi dinleyerek ürpertiler içinde yaşam olgusunun büyük mucizesine tutunuyorum.


 Güven Serin 

3 Kasım 2015 Salı

VOLEYBOLCU KIZLAR


YAŞAMA SEVİNCİ-Henri Matisse


VOLEYBOLCU KIZLAR

  Yer Tekirdağ Anadolu Lisesi. Yaşları 11–12 arası çocukların katıldığı voleybol çalışması… Anadolu Lisesinin ahşap zeminli spor salonu on öğrenci ve bir çalıştırıcı; zemine vuran, çarpan top sesleri…

  Çocuklarıyla birlikte gelen ebeveynler çocuklardan daha heyecanlı; çünkü çocukları adına yeni bir şey öğrenme, onun için yol alma, onların geleceğine bir katkı, bir miras bırakma içgüdüsü ve aklıyla oturdukları yerlerden ışıldayan gözlerle bakıyorlar; kıpır kıpır…

Pablo Picasso Avignonlu Kızlar resmini 806 denemeden sonra gerçekleştirmiş.  Pablo Picasso’nun Avignonlu Kızlarına, Paul Cezanne’nin Yıkanan Kızlarına esin kaynağı olan diğer sanatçı Henri Matisse’dir. Onun tuvaline taşıdığı eseri ise Yaşama Sevincini anlatıyordu.

  Tekirdağ Anadolu Lisesi spor salonunda voleybolu öğrenmeye adanmış çocuklar arasında 7 kız çocuğu 3 erkek çocuğu bulunuyor. Kızların erkek çocuklarından oldukça hevesli göründüğüne tanıklık ettim. Erkek çocuklar ilk fırsatta topa ayakla vurmaya çalışırken; futbola duydukları özlemi, aşinalığı da anlatıyorlar.

  Pabla Picasso’nun Avgnonlu Kızlar resmi dünya çapında bir yere sahip olurken; sanatın ve sanatçının diğer sanatçılardan etkisini, esin almasını da vurgulamak isterim. Spor salonunun ahşap zemininde topa vurmaya çalışan voleybolcu kızlar da Türkiye Bayan Milli Voleybol Takımından esin aldığı mümkündür.

 Son on yılda gelen başarılar, yazılı basın ve televizyon ve internetin anında duyurularıyla özellikle bayanlar arasında bir başka özgürlük; spor öne çıkıyor. 11–12 yaş aralığındaki kızlar henüz voleybol kurallarını ve oynamasını bilmese de ilgi duydukları sporcu duruşunu; giydikleri tişört, şort ve dizliklerle göstermeye, bu işin ehli olma coşkusu içinde, bir an önce salonları inleten alkış, yakarış ve sevinç, hüzün dünyasına katılmak istiyorlar.

  Nasıl ki Paul Cezanne , Yıkanan Kadınlarında, Pablo Picasso Avingonlu Kızlarında Henri Matisse’nin Yaşama Sevinci eserinden etkilenip kendi eserlerine, aylar ve yıllarca sabır, başarma-başarı içgüdüsü, sezgileriyle dokunduysalar; bende kapısı zorla kapanan, ilgiden ve bakımdan yoksun spor salonunda voleybolcu kızları izlerken, kendi fırçam ile tuvale; yani kağıda dokunuyorum;

 Salonda bulunan 10 çocuktan sadece 3 erkek çocuk… Voleybol oyun isteğinden daha fazla futbol merakı henüz sona ermemiş. Ermek zorunda da değil… Belki de anne babalarının daha az riskli diye onları merak ve ısrarla getirmiş olmalarının topa dokunuşlarını yapıyorlar.

 Kız çocukları oldukça meraklı. Onların ortak yanlarından birisi; spor-sporcu merakı içinde seyirciyle dolu salona dokunacak, ses getirecek top ile zemin arasındaki ilişkide belki de yaşam ile aralarındaki sesleri de anlatacaklar. Cumhuriyetin, Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde kadının erkek kadar sahalara, salonlara, pistlere, minderlere, sahneye çıkıp insana layık, çalışmanın erdemine tutunan başarılarına ve insan koşularına adanmışlığı anlatacaklar.

 Kız çocukların acemi vuruşları, özen, dikkat ve coşku doluluğundaydı. Nasıl ki zamanımızdan 100 yıl önce Matisse, Picasso, Cezanne, kendi gezgin, hür dünyalarında tuvale dokunmayı sanat haline, sanatı yaşamları yaptıysalar; salondaki 7 kız çocuğu da voleybol topuna aynı dokunuşta, aynı inanç içinde salonu inletiyorlar.

 Kızların bir başka ortak yanıysa hepsinin saçları uzun… Onları çalıştıran kızın dahi upuzun… Tişörtlerinin beyaz ağırlıklı oluşu; belki de içlerinde ki uçsuz bucaksız sevgiyi, temizliği; insanın öğrendikçe tok ve daha bir insan oluşunun nezaketini anlatıyor… Beyaz tişörtlerden sonra ikinci renk ise kırmızı…

 Kırmızı beyaz ve uzun saçlarıyla; okulların, öğretmenlerin ve 21. yüzyılın çok hızlı değişen meslekleri, yaşam koşulları, değişmeyecek bir şeyin haberini veriyor; çocuk, çocuklarla eğleniyor. İnsan insana muhtaç… Siteleri ne kadar lüks yaparsanız yapın, içine insanın insan haline dokunacak çağrılar, seçenekler yapmazsak; bir arkadaşımın dediği gibi;

  “ Lüks bir sitede yaşıyorum ama kimse kimseyi tanımıyor. O koca bahçede gördüğüm tek şey; çocuklar; oyun oynayan, bisiklet süren çocuklar…

 Şimdi, çocuklarımıza tutunmanın tam zamanı; onlara öncü olup, odanın, bilgisayarın, televizyonun dışına; spora getirmenin tam zamanı; özellikle kız çocuklarını. Onlar, Avignonlu Kızlar, Yıkanan Kızlar ve Yaşam Sevinci eserlerine ne kadar büyük bir sanatla yakışmışsa, voleybola, dansa, tiyatroya, sinemaya, atletizme, basketbola da bir o kadar yakışıyor; onlar çok önemli; erkeklerin kaderini etkileyecek kadar önemli…

 Güven Serin