28 Ekim 2015 Çarşamba

GEREKSİZ TARAMALARDAN KAÇINMADIM


Kamera; Güven Assos-Athena Tapınağı


GEREKSİZ TARAMALARDAN KAÇINMADIM

  Geçen yıl şehrimize gelen karikatürist Cihan Demirci Karikatür Albümü isimli kitabına kendini çizmiş; üstelik gereksiz hiçbir taramadan kaçınmayarak.

  Niçin böyle seslenmiş? Taramaya oldukça meraklı olduğu için mi? Bunun altında ayrı bir mizah yatıyor. Her şeyin renksizleştiği, sus-pus olduğu tüketimin zirveye kurulduğu, adliyelerin dolup taştığı bu zamanda; tam da bu zamanda bir sanatçı haykırışıdır “ gereksiz taramalardan kaçınmama”

  Cihan Demirci aynı zamanda ustalar ustası olan Oğuz Aralı’da anıyor. Çünkü ona verdiği en önemli öğütlerinden birisi; “ Gereksiz taramalardan kaçın evlat” Elbette, sanatı söz konusu olunca, taramanın gerekliliği ve gereksizliği kararını yine sanatçı verecek. Sanatçının kaçınmayacağı bir tek şey var; yaşadığı toplumun trajikomik halini bir beyaz kâğıda dökmek.

 Altan Erbulak yıllar önce verdiği bir röportajda dile getiriyor;

“ Kardeşim, her şeyden önce karikatürcüyüm ben!.. Bembeyaz kâğıt üzerine, hiç yoktan bir şey yaratıyorsunuz. Bembeyaz kâğıt üzerine dedim. O kâğıda bir şey yapmanın zevki var ya? İşte o eser tamamen sizin oluyor, başkasının değil… Hangi tiyatro, sinema oyunu tamamen sizin olabilir?”

 Altan Erbulak beyaz kâğıda; boşluğa dökülen çizgilere kendi içtenliğiyle dokunurken, 12 Eylül darbecileri ise o günün karikatürcülerine dokunuyorlardı. Sık sık Selimiye Kışlasına derginin sorumlu müdürü Turan Günay davet ediliyor, en sert dille uyarılıyorlardı. İstanbul sıkıyönetim komutanı şu uyarıyı yapıyor:

 “ Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Sizi komünistler sizi! Siz komünistleri zaten izliyoruz. Bir daha böyle şeyler istemiyorum! “

 “ Efendim biz mizah yapıyoruz. Bunun komünistlikle ne ilgisi var.” Der demez gücü, kuşku ve korkuyu elinde bulunduran komutan izah edilemez başka şeyler yapıyor…

 Korkuta korkuta buralara kadar geldik. Mizahçıların dediği gibi, köylü, işçi sandığımız halkın her yönden saldırıya, baskıya uğraması, ilah onları bir tarafın seçeneğini yapmaya zorlamaları sonunda başka şeyi çıkardı ortaya. Sanatçı Oğuz Aral’ın ifadesinde söylediği gibi;

 “ Türk genci rock’n roll’u tercih etti. Amerika’yı yani.”

  Sağdan, soldan, komünizmden, şeriattan; Arap’tan, Rus’tan, Gâvur’dan korkutalım derken sanat ve sanatçıdan da korkuttuk. Darbecilerin de ilk işi gereksiz taramalar yapmaktan kaçınan sanatçıların üzerine gitmekti.


 Çok az yere; boş, bomboş bir kâğıda birkaç cümle, birkaç çizgi ile gündemi anlatmak, gündemin sahte varlıklarına şapka çıkarmak sanatçının; yani karikatüristin biricik işidir.

 Cihan Demirci yaptığı işe karşı duyduğu bağlılığı şu şekilde anlatıyor;

  “ Ey karikatür denen; kimilerine ‘gereksiz’ gelen, kimilerine taraması bile o gereksiz zevki veren, şu tuhaf ve samimi güzellik… Ne diyeyim be dostum; İYİ Kİ VARSIN!..”

 Ustası Cihan Demirci için o beyaz kağıda şu notu düşer; “ Onun ustası olsam da, hayranlarından biriyim…”


 Usta son dönemlerinde Huysuz İhtiyar olarak yazdığı köşesinde, huysuzluğunla nam salmışken bir röportajını ağzından tane tane dökülen sözcüklerle bırakıyor:

 “ Geldim, gidiyorum. Ko dötüne rahvan gitsin. Bu ülkede bir Cem çıktı. Bir Makro Paşa çıktı. Bir Akbaba çıktı. Sonra bir GırGır çıktı. Aldı götürdü. Her karanlığa bir meşale gerekir çünkü…”

Not: Cem,Marko Paşa, Akbaba, daha önce çıkan ve çok tutulan mizah dergileri...


 Güven Serin  



 






26 Ekim 2015 Pazartesi

KAZI ÇEVİR YANMASIN


Kamera; Güven Bozcaada



KAZI ÇEVİR YANMASIN

  Ceza profesörü dolandırıcılığı tarafından rekor seviyede dolandırıldı. Tam tamına 4,5 milyon TL birikimi kendi elleriyle; elcezleriyle teslim etti. İlk önce bir kısmını teslim eden ceza profesörü, “ Durun, diğer banka da 600 bin dolar daha var!” diyerek geri kalanı da teslim ediyor.

  Kazı çevir yanmasın! Elbet çevirirken ağır ağır, azar azar yağlanmalı; yoksa oldukça kuru olur. Keskin dişlerimiz kesmez olur. Çevir kazı yanmasın; yanmasın da bu profesörün bir sürü kitabı da var. Prof. Dr. Erdener hangi dünyanın yer çekim kuvvetiyle kuşatıldı da bu tür dolandırıcılık olayından haberi bile yok…

 Hâlbuki neredeyse her mahalleden, her apartmandan bir dolandırıcılık haberi yayıldı. Dumanı tüttü, ateşi nice feryatlar eşliğinde yıllardır ülke gündemine karıştı…

  Ülkenin bilgiçliği, ezber eğitimi insanları insanlık yolunda öyle bir yanıltıyor ki; bilim insanlarının tespit ettiği KÜLTÜR KÖRLENMESİ ortaya çıkıyor. Bir bakıyorsun ki, onlarca kitap yazmış, onlarca takdir-onur belgesi almış, madalyalarını sıra sıra dizmiş insanlarımız doğru dürüst diploma bile almamış dolandırıcılar tarafından dolandırılıyor.

 Şimdi tam da bu an Barış Manço’ya kulak versek nasıl olur;

Acık da bana ver
Birazda ona ver
Çevir kazı yanmasın
Aman kız uyanmasın
Canı kaymak isteyen cebinde manda taşır
Bulguru yağı bulan çorbası kaynatır.
Ya bulamayan gariban omzunu oynatır

Acık da bana ver
Biraz da ona ver

 Düşünmeden edemiyor insan; Prof. Dr. Erdener’in “ bu bankada 600 bin dolar daha var” dediği bu kadar büyük paralar niçin ve ne şekilde birikti diye? 600 bin dolar büyük para. Muhtemelen hedef 1 milyon dolardı. Sonra; ya sonra? İki milyon dolar…

 Hani her yıl açıklanıyor ya; milyonu olan zenginlerimiz şu kadar arttı diye! Sanırım bu tür açıklamalarda bu tür zenginlerimiz büyük bir onur içinde, harika bir resital yapıyorlardır.

 Zengin olmak güzel şey; hele hele çalışmanın, üretmenin erdemiyle, yüksek insani, kanuni değerleriyle oluşmuşsa; bu zenginlik aristokrasinin çevresine yayılmasına; sanki çölün ortasında bir vaha yaratmasına neden oluyor. Aristokrat insan bilir ki, büyük zenginlik aynı zamanda büyük baş belasıdır. O yüzden, aç açıkta; ruhları katmerli bir acımasızlıkla beslenen insanlara; aş, iş, uğraş, okul, hastane lazım! Diyerek, kendi zenginliğini çevresine yayar; bazen damla damla; bazen ise oluk oluk…

 Prof. Dr. Erdener Yurtcan sanırım henüz paylaşacak seviyeye gelmedi. Belki de paylaştıklarından sonraki kalan parayı kara gün için saklamıştı. Kara günün halinden iyi anlayan dolandırıcılığın neredeyse sonsuz bir çeşit, çare, düzen üretme çabaları hiç bitmeyeceği için her türlü dolandırıcılık yöntemiyle, her daim dolandırılacak bir Âdemoğlu, Havva kızı buluyorlar.

 Yine sanatın sanatçısına, insandan insana süzülen müziğin bestesine kulak veriyorum dostlar;

Derdim öylesine büyük ki dostlar
Kırka yarım yine kırka bölseler
Ve kırk bostana gübre diye serpseler
Kır bin tane ot biter de, kırk bin derde deva olur diyorum

Övünmek gibi olmasın ama dostlar;
Kendimi hıyar gibi hissediyorum.
Hani ince kıyım doğrasalar beni
Akdeniz cacık olur diyorum…


 Güven Serin 
 



24 Ekim 2015 Cumartesi

1 KASIM


Kamera; Güven  Ganoslar- Tekirdağ


1 KASIM

  Sonbaharın son zamanları; ister hüznün başlangıcı, ister doğanın muhteşem döngüsü; bir şeyin başlangıcı, diğer şeyin sonu; tıpkı gün sona eriyor; gece başlıyor derken bile; gecenin şafağa her geçen dakika yaklaştığını bilip düşünmek gibi…

  O yüzden; ayrılıkları kavuşmalara akan zaman olarak görme düşüncesiyle tanıştım. Var oluş, yok oluşlara borçludur. O zaman her yok oluş da bir var oluş çılgınlığı demektir… Yok, oluşa, insandan başka üzülen yoktur. Çünkü kaybın getirdiği boşluk, alışkanlık, muhtaçlık, düzen insanı; insanlık sürecinde takip eden önemli bir dönüşüm hareketidir.

 Orpheus, Trakya’da yaşamış yarı tanrı olarak bilinen eşsiz bir şair müzisyen olarak kabul edilir. Ege, Trakya Yunan Mitolojinse, Hemeros’un eşsiz düşlerine; düşüncelerine çok şey borçludur. Dünyanın algısına, sinemaya, tiyatroya; edebiyata inanılmaz katkılar yapmış ve yapmaya devam eden hiç bitmeyen şifalı bir şerbet gibi…

 1 Kasım telaşı heyecansız, yıpranmış, yorgun ve kafaları karıştıran tahminlerle; hiçbir siyasi güce efendilik yaptırmayacak oranların orantısıyla yaklaşıyor. Kul ile efendilik olma telaşı; sanki kadermiş gibi ve hep o süreç devam etsin samimi istekleriyle büyük samimiyetsizliklere gebe bir ülkenin sevdalı çocuklarıyız.

 Şairleri, edebiyatçıları, bilim insanlarını çoktan tüketmişiz. Var olanlar varlıklarını kendi inatçılıklarına, evrensel yaşam iksirlerine; tutunmalarına borçludur.

  Attila İlhan da varken yok olma döngüsüne katılmış şairlerden; yok olmuşken var olmanın ebedi tazeliğini hak etmişlerdendir. Şimdi, tam da bu zamanda şairin dizeleri, dizelerin tarihe, ibrete, yenilenmeye ve düşüncenin görkemine hasret bizlere bir şiir okuyor;

Tersane sokağında bir ben kaldım
Yaylı bir tambur ve bir kedi
Uzaktan parça parça son bozacılar
Perdelerde Hüseyin Rahmi gölgeleri
Aylardan en vahdettin BİR KASIM
Günlerden Mondros mütarekesi

  Bir Kasım, hemen ötemizde yaşadığımız, yaşam soluyum, yaşam tükettiğimiz, neredeyse her günü, geceyi iç içe birbirine benzettiğimiz zamanımızın hemen ötesinde birkaç gün sonra çok önemli bir seçim yapacağız.

 Seçimi yapma iradesine ne kadar sahibiz? Sloganlardan, bize dayatılan şablon partilerin iç boş, samimiyetten, gerçeklikten uzak; içinde tam olarak insanın olmadığı, her daim kendi krallıklarını sağlama çabalarını hangi kararlı duruş ve oy sahibinin asil tarafıyla onaylayacağız…

 Şair tarihe bakmayı seviyor. Vahdettin; yani VI. Mehmed, 1 Kasım 1922’de tahtan ayrılıyor. Sultanlık son buluyor; Cumhuriyetin yüzyıllardır aç olduğu topraklarda insanın kul olduğu için değil, insan olma çabalarıyla; yaratılmış olmanın yaratıcı fikirlerine tutunup, uygar dünya ile edebi, ilmi, sanatsal, sportif; kısacası insani iz, koku taşıyan her alanda yarışsın diye…

 Şair, bir tarihçi, filozof gibi 97 yıl öncesinin Mondros Mütarekesini hatırlatır. İngilizlerin Agememnon zırhlısında Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından imzalanan mütarekeyi ve sonrası o muhteşem İşgalleri; dizelerin, edebiyatın eşsiz nezaketiyle hatırlatıyor.

 Hatırlayınız! Tarihi her daim, bütün kuruntulardan, kuşkulardan kurtulmuş olarak; her ülkenin ülke insanının bir ülke sevdası olmasına inanmış, kendi iradenizi yeşertmiş, onu her daim sulamaya; esas kendinize kul-köle olmuş insan kültürüyle hatırlayınız…

 Nasıl bir mütarekedir ki; onu izleyen zamanlarda Antalya, İzmir derken ülkenin neredeyse her tarafı işgal edildi. Yetmezlik, kör dövüşü ve üretmeden tüketimin, kendi ordusuna güvenmeyen batının büyük satrancını öğrenmeyen koca bir imparatorluğun hazin sonu…

 İşte böyle şeklendi, böyle doğdu Cumhuriyet. Yani seçme ve seçilme hakkımızın insan zekâsı, deneyimleri; bitip tükenmeyen savaşlar sonucu erişebildikleri en güzel yönetim biçimi Cumhuriyet…

 1 Kasım böyle bir zamanın gerçek hikâyesinin var oluş sevincidir. Seçim; yani ülkenin; yaşam biçimimizin bütün akışını; beden ve ruhsal sağlığımızın, diğer gelişmiş ülkelerle birlikte mi, yoksa onların kulu kölesi mi yaşayacağımızın da zorlu sınavıdır.

Sarayburnu’nda ağır aksak bir vapur
Şair Namık Kemal’dir belki Magosa’ya
Gülümser alışmamış çelebi gözlükleri
Boğuk Mithat Paşa’nın ağlamaya
Tersane kahvelerinde hâlâ konuşulur

 Güven Serin 










20 Ekim 2015 Salı

BABA OLMAK ZOR ŞEY


Kamera; Güven   Ganoslar


BABA OLMAK ZOR ŞEY

  Mitolojiden tutun masallara; masallardan edebiyata kadar kadının yeri; ana olmanın üretkenliği her daim işlenmiş, taşa, mermere, kitaplara ve hafızalara kazınmıştır.

  Anadolu kültüründe Kybele (ana tanrı) olarak karşımıza çıkarken, Roma döneminde Rhea, Mısır uygarlığında İsis olarak yön vermiş; inanılmış, tapılmış insanların akışlarını günümüze kadar getirmiş.

 Elbette ana önemli bir kavramın tarafında, eksikliği ruhumuzu her daim sancı içinde bırakabilir.

 Babanın; babalık kavramı en az ana kadar önemliyken, anaçlığın zarafeti, zaferi; bütün ezilmelere, horlanmalara karşın halen devam eder. Ana sözcüğüne, hisselliğine nazikçe el sallayarak Hatice Ananın mavi gözlerinde ana şefkatine tutunurken esas durmak istediğim konuya; babalığa geleceğim.

 Babaların babası küçük bir kuşun babalık aşkını işleyeceğim. Bu kuşun; bu çalımlı babanın genel adı yalıçapkını. Bilim insanlarına teşekkür ederek, minnet ile selam ederek babalık nasıl olur bir duyun; anlayın biraz…

 Her hayvanın yaradılışı, taşıdığı genlerinin baskısı sonucu ayrı bir çeşitlilik sunarken yalıçapkını, o küçük kuş; o çapkın duruş, nice babalığı yolda bırakacak kadar şefkat, çalışma içinde.

 Nasıl mı? Anlattıktan sonra, bu muhteşem, bu çapkın küçük kuşlara; değerli, saygın babaya sizde saygı duyacaksınız. Tıpkı şairin babası için yazdığı şiirde ki gibi çapkın babaya;

 Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk.
Çarpı bacaklarıyla ha düştü, ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben böyle sevdim.

  İşte yalıçapkını olan bu küçük kuşun babalığını da şairin babasını sevdiği gibi sevdim…

  Yalıçapkınları üremek, yaşamın o güzel koşusunu sürdürmek için bir anne ve babadan kurulan bir aile oluşturuyor. Birbirine oldukça bağlı; tabiatın koşullarına, evrenin koşarcasına harcadığı değişim çabasına en çok ayak uyduran küçük kuşlar…

 Yalıçapkını olan babanın en kolay görevi yuvanın kurulduğu zamanlar. Dişisi yumurtaların üzerine yattığı vakit bolca haylazlık yapıyor. Birkaç haftalık haylazlık yaklaşık yedi yavrunun dünyaya gelmeleriyle son buluyor. Baba, babalık sorumluluğuyla yüzleşiyor. Anne derhal bir başka yuvaya, yeniden yumurta bırakıp o yuvanın sorumluluğuna koşuyor. Baba ise, tam manasıyla bir yaşam savaşına başlıyor; yedi yavrunun bitip tükenmeyen açlık seslenişlerine durmadan yiyecek taşıyarak karşılık veriyor.

 Yavrular büyüdükçe yalıçapkını babanın suya dalışı, balık avlayışı günde yedi yüz kez oluyor. Yedi yüz kez dalmanın yiyecek kovalamanın muhteşem telaşı öyle bir ahenk içinde ve şaşmazlıkla tekrarlanıyor ki, biz insanların bile pes edeceği bir noktaya geliyor.

 Ama bizim çapkın; yalıçapkını pes etmiyor. Bir mevsimde dişi kuş; yani anne üç kez kuluçkaya yatıyor. Üç kez, yaklaşık yedişer yavrudan yirmi bir yavru büyütüyorlar. Büyütme görevi babanın…

 Çapkınlığın karşılığı, sorumluluğu üstlenmenin muazzam gösterisi böyle olmalı… Ama bir başka gösteriye daha tanıklık ediyoruz çapkın babanın bitip tükenmeyen dalışları, yiyecek taşımaları sırasında.

 Yavrular uçacak hale gelir gelmez, baba onları dışarı davet ediyor. Suyun hemen üzerinde tüneğinde karşılıyor bedavadan yaşayan yavrularını. Onların gözü önünde suya dalıp balık yakalıyor. Yavru her zamanki gibi babasına ağzını açıyor balık versin diye. O çapkın, o marifetli baba bu sefer vermiyor. Balığı bir güzel midesine indiriyor. Bu hareketi defalarca yapıyor.

 Laf aramızda dostlar; yalıçapkını o çapkın kuş, yavrusunun ayakları üzerinde durmasını ona balık vererek değil, balık tutarak öğretiyor. Yaşamın en güzel anı başlıyor yalıçapkınları için. Bir süre haylazlık, sonra su kıyısında bir yalıya; Kendi yaptıkları güzel bir yuvaya yerleşmek ve ondan sonra çapkınlığın o muazzam sorumluluğu için uçuş ve dalış tekrarları…

 Baba olmak zor şey ve bir o kadar onurlu bir şey. Yavrularını, sezgilerine, iradesine, görgülerine teslim etmek; onu asalaklıktan kurtarıp, zahmetin, zanaatin, gerçek yaşamın içine çıkartmak ise daha zor ve anlamlı; bir o kadar da esere benzer bir şey…

 Güven Serin 










17 Ekim 2015 Cumartesi

ETHEM ABİİ


Kamera; Güven   İzmir

İnsanın dünyayı yönetmesi gerekmez;çünkü
her insan ayrı bir dünya; yönet milyarlık hücrelerin
mucizevi dünyasını..


ETHEM ABİİİ

  Bir ses, bir adam olanca gayretiyle sağ tarafımda ilerleyen Ethem Beye sesleniyor “ Ethem abii”

 Seslendiği insan Mutlukent’in müdürlüğünü yapan Ethem Bey. Neredeyse her gün diğer sorumlu olduğu çay bahçeleri arasında gidip gelen, tam bir görev adamı olan Ethem Bey…

 Seslenen kişiyse Belediyenin bir başka kuruluşunda Tek Park A.Ş. çalışan bir adam. En az otuz metre uzaklıktan avaz avaz seslenerek Ethem Ağabey diyerek sağlık; hal-hatır sorulduktan sonra şu görkemli taçlandırma yapıldı;

 “ Ethem ağabeycim çok özledim seni göremiyorum. Bir emrin var mı abim?” Ethem Bey; “ sağlığın diyerek yoluna devam etti. Onun yolu belli; sorumlu olduğu çay bahçelerini halkın hizmetinde bulundurmak. Halkı; sahiline, yabancı olan halkı; dört mevsim sahile indirmek; yabancı kaldığı denizinin kenarında, bir çay, kahve keyif yaşatıp; güne, geceye bir parça huzur yaratmak…

 Bağıra bağıra konuşmayı seven bir halkız. Tıpkı bağıra bağıra kavga etmeyi sevdiğimiz gibi. Usul usul konuşmayı, sorun çözmeyi, dert anlatmayı sevmek yerine ne hazindir ki görkemli seslenişleri yapar, övünmeleri en yukarı çıkartır ve sonra en büyük hayal kırıklıklarıyla rekor kırarcasına isyanları sular, büyütür; adeta çelişkilerin en görkemlilerini oldukça sık yaşatırız.

 Tıpkı her gün harçlık veren bir babanın, anneni bir gün dahi görevini aksatsa çocuğu tarafından ağır bir dille eleştirildiği gibi! Nedenler, niçinler pek ilgilendirmez bizi… O yüzden şehrimiz istikrarın şehri olmamış. O yüzden turizm burada yeşermemiş… O yüzden gençlerimiz kahvehaneler, cafeler, bilgisayarların, akıllı telefonların esiri olmuş durumda…

 Şehrin heyecanı, coşkusu insanına da yansır. Hareketi, coşkuyu, eğlenmeyi, gezmeyi, irdelemeyi seven insan; şehrin gelişmesine de en iyi katkıyı verir.

 Ethem Ağabey diye seslenen ve kendi yaptığı seslenişi yine kendi süsleyen adamın “ var mı bir emrin ağabey” diyerek, aslında kul-köle nezaketi içinde bir taşla birkaç kuş avlama telaşında olduğunu görüyorum.

 Bu tür seslenişler sıkça yapılıyor. Kendimize hiç durmadan koruyucu, kollayıcı yaratmak telaşındayız. Çünkü korkularımız var. Neden? Yaşamın standartları adaletten, nezaketten, haktan, istikrardan beslenmiyor.

 Bir emrin var mı ağabey diye seslenen adamın belli ki çalıştığı işe güveni yok. Ethem beyi özlemesi de bunu gösteriyor. Ola ki işinden çıkarsa Ethem Beyin müdürlük yaptığı işyerlerinden birisine girmesi mümkün olsun… Düşüncenin derinliği, farklılığı nereden bakarsan bakın; bizim tam manasıyla sevgi ve saygı üretmemizi engelliyor.

 Bu kanıya nereden vardın derseniz? Şuradan derim. Bir yere müdür, başkan, şef olun derim. Olun ki yedi sülaleniz size “yardım” için koşsun… Peki, ama bu kadar koşan insan varken, bizler kime yardım edeceğiz? Sürekli bir ağabey, baba, kurtarıcı arayan bir toplumun sağlığını, gidişatını tartışmaktan niçin korkuyoruz? Niçin sürekli kahramanlık türküleri söylerken, birden dibe vurmuş çaresiz görüntüleri veriyoruz?

 Herkesin kendi kendine yeter hale gelmesi kaçınılmazdır. Hangi kurum olursa olsun, insanımızı kendi gölgesinden korkar olmaktan kurtarmak bizim birinci vazifemizdir.

 Bir mühendis diploma alacak yeni mühendis adaylarına sesleniyor;

 “ Aslında her zorluk bir fırsattır. Umarım bunu aşmanın, zorluklarla mücadele etmenin keyfine varırsınız.”

 Bundan daha güzel bir yaşam çağrısı, anlatımı yapıla bilir mi? Mesleklerine, ülkesine güvenen insanlar, insanın doğasında olan şeyi yapar; üretir… Değişimi, heyecanı ve yeniliği kovalar.

 Oysa bu ülkede yeniliğin sürekli batıdan ithal edilmesini bekleyen insanlar topluluğu haline geldik. Bir yerde önemli bir durumda olan bir yakınımıza sürekli methiyeler düzer hale mecbur edildik.

 Oysa insanın bir tek babası vardır. Ve içinden geldiği en erdemli şey sevgi gösterisidir. Bu da, siyasete, ticarete, çaresizliğe kurban edilmeyecek kadar önemli bir duygudur…

 Tam da bu anda; şimdi bir Aragon şiiri fısıldamalı yeryüzüne;

Büyük kayalar bana dedi ki aramıza geliyorsun ama
Seni saran bir yürek yok mu hiç yeryüzünde
Başımı salladım ve öldü diye yanıtladım
Dilsiz koca kayalar diz çöktüler önümde

 Güven Serin 


15 Ekim 2015 Perşembe

VAN GOGH İLE SONBAHAR


Van Gogh


VAN GOGH İLE SONBAHAR

  İçinde bulunduğum mevsim; kimine göre hüzün, kimine göre yaşamın gizemli yolculuğu. Serini, soğuğu duyumsayan ağaçlar, çiçekler, çalılar önce yapraklarından; o güzel giysilerinden kurtulurlar.

 Ağaç bilimi uzmanlarına göre tam bir hayatta kalma becerisi. Yaşamı bütün büsbütün önemseyen ağaç, çiçek, çalı enerjisini köke toplamak adına yaprağını, meyvesini döker… Aslında uygun mevsimler iç içe yaşansa; yani, ılık ve yağışlı zamanlar dört mevsim devam etse; yaşama adanmış o güzel çocuklar; ağaçlar, çalılar, çiçekler de dört mevsim yeşilin, pembenin, kırmızının, sarının ve yemişin en bereketlisini bir şölen cömertliği, heyecanı içinde sunarlar.

 Bütün mesele, yaşamın kendisine nazikçe uyum sağlamaktan ibaret… Evrim, uyum sağlayanların tanıklığını milyar yıldan bu yana yapar… Tabiatın bütün derdi; yaşamak isteyenlere dönüktür. Ağaç yaprağını kendi asil çıkarı için döker. Yemişlerini, çiçeklerini, kokularını vermek, sunmak; diğer canlılara duyurmak da yaşamın en hakiki heyecanı içindir.

 Çiçek kokusunu yayacak ki, arı, böcek gelip konsun. Polenlerini diğer çiçeklere taşıyıp yaşamın devamını; döllenmeyi sağlasın. Aynı şey ağaç da, çalılar da yapar. Hem de gözlerimizin önünde; usulca ve sürekli…

 Tekirdağ’ın sahilinde de bu dönüşüm yaşanır; her mevsim; usulca… Buradaki ılgın ağaçları ve limanın batı köşesinde bulunan kavak ağacı kendiliğinden çıkmıştır. Ya kuşların taşıdıkları tohumlar, ya da rüzgârın efendi hareketi, evrime yaptığı muazzam katkısı sayesinde.

 Evrimin evrimle sürecini anlamayan ahmaklar, gurur satıcıları, hırsının kurbanları bu dönüşümü fark etmez bile… Çalıyı fazladan, çiçeği sadece koparıp hileli bir kurnazlık içinde sunmaktan ibaret sayar. Hele hele o koca ağaçların bin bir marifetini anlamazlıktan gelir; gölgesinin keyfini argosal şamatasına katkı sağlamasının keyfini çıkartırken. Yemişlerin yenme sürecine akışlarına bir direm saygı göstermeden…

 Van Gogh’un sonbaharı anlatan resmini görünce haylaz bedenimin ortama uymuş akıcılığıyla hızlı hızlı geçerken durdum. Resme bir daha, bir daha ve sonra bir daha baktım. Buna benzer nice resimden birisi sanıp geçebilirdim; nice resmi, sesi, rengi, kokuyu ve hissiyatları geçtiğimiz gibi.

 Tıpkı, kırk elli yıl yaşamış, muhteşem görüntüleriyle vilayet önünü süsleyen, kuşlara konaklama, insanlara gölge, vilayetin ağır kapalar ardında ki amirlerine asil bir görüntü veren çam ağaçlarının vilayet önünü düzenleyeceğiz altında kesilmesi ve bu kesilmeye ses çıkartmayan Tekirdağ halkım gibi; geçip gidebilirdim. Mazeretimiz oldukça mühim; işimiz var…

 Hangi işimiz? Bedenlerimizi yaşlandırıp, zamanları iç içe sıkıştırıp, sonra da “yalan dünya” diyerek kaytardığımız, zamana, feleğe, kardaşa, komşuya, akrabaya bolca isyan, şikâyet savurduğumuz işlerimiz olmalı…

 Hollandalı ressam Van Gogh tam bir doğa hayranı… Aynı zamanda insanların kalıplaşmış kurallarına nazikçe rest çeken bir sanatçı… Sanatçılardır toplumlarının en önünde ilerleyen; onlardır savaş değil barış şarkıları söyleyenler… Onlar ki, toplumlarının en arkasında ve bazen yok sayılsalar da hep vardırlar… Kimisi, heykelin ruhunda, kimisi bir kemsin… Kimisi bir hikayenin, bir masalın içinde; İnce Mehmet olur Anadolu’da. İstanbul’da Bekçi Murtaza, Truva’da Hektor, Paris, Helen… Assos’da Athena…

 Van Gogh’un sonbaharı anlatan resmine işte bu yüzden bir daha baktım. Kahverenginin ölümün, dönüşümün resmine; o güzel esere… Ressam belli ki bir sonbahar günü; belki Ekim, belki Kasım aylarında çıkmış gezintisine. Yanında taşıdığı tuvali, fırçalarını ve boyalarını çıkartıp, kuzeyden güneye pencere açmış.

 Bir orman, belki de bir koruluktur. Yaşlı ağaçların ardında daha genç olanları ve çalılar… Bir tanesi en heybetlisi olan; sanatçıya, onun tuvaline, hatta soluğuna daha yakın. Bir insan gibi on değil yirmi. Yirmi değil yüz parmağı, tırnağı, soluğu ile yaşama tutunmuş bir ağaç. Heybetine bakılırsa bir karaağaç olabilir. Hemen yakınında ise büyükçe bir kaya ve kahve renklerin uçsuz hâkimiyeti…

 Büyük ağacın hemen yakınında bir başka ağaç yerde yatıyor. Yeni kesilmiş. Sanki ağacın yaşam ile ölüm arasında ortaya çıkan talaş kokularını duyuyorum. İyi bakarsanız siz de görür ve duyarsınız. Biraz ileride oduncu; belki de bir başka ağaç kesmek için hazırlık yapıyor. Muhtemelen soğuk geçecek kış zamanına; o sert rüzgârlara, fırtınalara, kar ve buz zamanına hazırlık…

Kayanın yanında duran ulu ağaç ne kadar çok yaşamı haykırıyorsa, yere uzanmış aynı ağacın bir benzeri; boylu boyunca o kadar ölümü anlatıyor… Tabiatın hemen ötede duran çalılıkların, diğer ağaçların birkaç ay sonra ilkbahar ile birlikte hiçbir ölümü hatırlamadan hiçbir küskünlük duymadan daha da çoğalma telaşı eğlencesi yaşanacağını da anlatıyor Van Gogh’un sonbaharı anlatan eseri.

 Belki de insanı anlatıyordur; vazgeçilmez olduğumuzu sandığımız insanı ve onun en küçük bir hastalıkta, küçük bir el kesiğinde, iğne batmasında duyduğu yoksulluğu, muhtaçlığını da anlatmak istiyordur; kim bilir…


 Güven Serin

14 Ekim 2015 Çarşamba

YAŞLI AYAKKABICI


Kamera; Güven   Tekirdağ- Osman Bey


Osman Usta


YAŞLI AYAKKABICI

  Yaşlı ayakkabıcıyla aynı otobüse bindik. Günün geceye diğer yarım küreye ilerlediği akşam saati. Otobüsün en arkasına yan yana oturduk. Merhabama aynı samimiyetle merhaba, dedi.

  Yaşlı ayakkabıcı yaşlı sıfatını düşündürecek kadar işine, mesleğine bağlı ve dimdik görevi başında. Kaç yıldır bu işi yapıyorsun sorusuna; “ Seksenden on çıkar.” Dedi. Yani, yetmiş yıldan bu yana ayakkabı tamir ediyor. Ona da bu mesleği amcası öğretmiş.

 Osman Amca; yaşlı ayakkabıcı unvanını ne kadar hak ediyor bilemem ama benim onun yüzünde gördüğüm gençlik, huzur; nice genç insanın yüzünde ve bedeninde yok. Ne hazin bir şey; içi boşaltılmış nice insan; hatta ruhunu bile kim bilir nerede yitirmişler dolanır dururlar meydanlarda.

 Tekirdağ’da yaşayıp da Osman Amcanın dükkânına uğramayan yoktur. Ayakkabısını atmaya kıyamayan, yırtığını, söküğünü önemseyen; kısacası ayağında ayakkabı olan her insanın Osman Amcayı görmüşlüğü, onun işine düşkünlüğünü, ne kadar az bir ücretle yetindiğini bilirler.

 Ona bıraktığınız ayakkabıların tamiri; 1 ile 3 TL değişen emeğin karşılığında tekrar size sapa sağlam olarak geri döner. İşiniz aceleyse, ayakkabınızı çıkarmanızla birlikte Osman Amca halden anlayan bir sessizlik içinde zanaatına imrendirecek titizlikle gereğini yapar.

 Onu taşıyan bedeni seksen yaşında; Osman Amca doğduğundan bu yana dünya güneşin etrafında seksen kez döndü. Bu dönüş hafızamızı zorlayacak kadar uzun yolun yolculuğudur. Seksen yılın içerisinde seken milyon olay kendi akışını yaptı. Kimi, sessizliğin içinde iz bile bırakmadan sislerin arasında kaybolup giderken, kimisi derin yarıklar bırakarak; yepyeni dönüşümleri hediye etti; hediyeye, değişime, dönüşüme hiçbir zaman bıkmayacak doğanın ait olduğu dünyaya.

 Osman Amcanın dükkânında tabela bile yok. On metre karelik küçük dükkânın ağzına kadar ayakkabıyla doluluğu, derinin kendine has kokuları ve günü zanaatla buluşturan Osman Amcanın muazzam istikrarı…

 Yetmiş yıllık büyük koşu… Neredeyse hiç şikâyet etmeden… Seçim hesapları, makro dengeler, kur seviyeleri, hukuk üstünlüğü, mülkiyet hakları, kamuda verimlilik; bütün bunlar günün içine eksiksiz düşerken, günün içinde çığlıkları yankılanırken Osman Amcanın dükkânında bir tek şey yankılanıyor; iğne, ip ve onun elindeki marifet…

 Yüzüne bakınca neredeyse bütün zanaatkârlarda gördüğüm mutluluk sınırını gördüm. Onun hukuk üstünlüğü ona emanet edilen ayakkabıları zamanında sağlam bir şekilde tamir etmekle başlıyor ve bitiyor. Onun bütçe denkliği, ürettiği kadar tüketmekten besleniyor. Onun mali disiplini; gerekli olana öncelik verip, ihtiyacı kadarla yetinmeyle anlam kazanıyor. Onun verimliliği; sahip olduğu bedeni hor kullanmayarak, ruhunu yormadan; döngünün büyük uyumunu, sükûnetle kabul etmeden besleniyor.

 Yaşamı büyük kaygılarla kovalayanlar; dünyanın altını üstüne getirenler; bin bir türlü yetmezlik içinde çırpınanlar; dönüp dolaşıp en sonunda aradıkları tek şey vardır; Osman Amcanın yüzündeki, ruhundaki ve seksen yıllık duruşundaki huzur…

 İnsan sessizce sormak istiyor; sessizliği okuyan marifetli insanlara; “ o zaman bunca koşturmaca, bunca telaş ve kaygı niye?”

 Felsefeden, sanattan, zanaattan, ilimden yoksun; tarihe sadece zafer gözüyle bakan, talihi hep kazanmakla anlamlandıran insanların insanlık arayışı kaç bin yıl içinde şekillene bilir; varın sizler düşünün dostlarım.

 Yaptığınız işi en iyi yapıyorsanız; bütün disiplinler, kavramlar hiçbir şekilde tahmin edemeyeceğiniz kadar size saygı gösterir. Sanki gelmiş geçmiş bütün ruhlar, tüm zamanlara ait canlılar sizin hemen yanı başınızda, size elleriyle, yürekleriyle, soluklarıyla destek olurlar; emeğe, disipline, istikrara, üretime, faydaya adandığınız için…


 Güven Serin 






13 Ekim 2015 Salı

EDEBİYATA SIĞINMAK


Kamera; Güven  Ganoslar-Tekirdağ


EDEBİYATA SIĞINMAK

  Edebiyatın sınırsız zenginliği, uçsuz bucaksızlığı evrene çevrilen teleskoplar gibidir. Doğal olan merakın, irdelemenin, öğretilerin içine koşullardan arınmış bir beden, ruh anlayışıyla sokulmaya başladıkça, yaşama olan direnciniz anlamlı hale gelir.

 Yüksek gururun, ölçüsüz mazeretleri bir bir aklın, mizahın, felsefenin, edebiyatın ve sanatın kaidesi üzerine oturmaya başlar. Attığınız adımın, yürüdüğünüz yolun ve baktığınız nesnelerin, sonsuzun anlamı insana dair süzülen küçük damlaları sizindir.

  Bir psikiyatr çıkmaza düşmüş ruh haliyle intihar eden yakınını, onun ruh âlemini anlamak için şu seslenişi yapıyor;

 “ Psikolojinin sınırları içinde kalarak yazmak-düşünmek istiyorum ama psikiyatri veya psikoloji biliminin tercihle ilgili yeterli bilgi birikimi var mı ki? Benim bildiğim kadarıyla yok ve bu da beni gene felsefeden yardım almak zorunda bırakıyor. Böyle durumlarda en rahatı edebiyata sığınmaktır.

 Bilinçli olarak ne demek istediğinizi çok iyi kurgulamadan, doğru çözümlemeler yapmadan, kendinizi kontrollü bir gerilime bırakırsanız, sizden daha akıllı ve organize bilinçdışınız, başkaları tarafından da aynı yolla kavranacak sembolik bir kurgu kuracaktır. Ben de öyle yapacağım.”

  Hangi işin içinde, hangi mesleğin yüceltilmesiyle uğraşırsanız uğraşın; edebiyata ihtiyaç duyarsınız. Yorgunluğu, bıkkınlığı, çaresizliği ve yepyeni şeyler üretmeyi, çareler bulmayı edebiyatın sınırsız seçenekleri arasından çekip almak oldukça insancadır. Çünkü edebiyat insanla anlam kazanıyor. İnsanın estetiğe, zarafete, farklı sosyolojik, tarihsel olaylarla bağlantı kurmaya ve bu bilgileri değerlendirecek yeteneğe ihtiyacı vardır. İşte bu sihirli şey edebiyattır.

 Bir başka can alıcı yaşanmış olaydan daha söz edeceğim. İkinci Dünya savaşı yıllarında Viktor Frankl esir düşmüş Alman toplama kamplarında yaklaşık üç yıl bulunmuştur. Burada anne babasını ve erkek kardeşini kaybetmesinin yanında inanılmaz eziyetlere, işkencelere tanıklık etmiştir.

 Gördüğü şey tam anlamıyla dehşettir. Buradan sağ çıkmasını kendi kendine verdiği söze borçludur. Gördüklerini, duyduklarını; korkunç gösteriye dönüşen bu işkenceleri sağ kalırsa yazacaktır. Yani edebiyata sığınıp tüm insanlığa seslenecek; aklın, iradenin vicdan, merhametten kopunca ortaya çıkan eşsiz cinayetleri yazacaktır. Kendi kendine söz verdi. Ve bu söz onu yaşama bağladı.

 Tanık olduğu en önemli olaylardan birisi; işkencelere, susuzluğa, açlığa en çok zayıf ve yaşlı insanlar dayandığıdır. Genç, bakımlı, gösterişli insanların işkenceler, eziyetler sonucunda çabuk pes ettiğini anlamıştır.

 Ve orada bir felsefe, bir edebi yolculuk başlatır;

 “ Tepkimizi, seçme gücümüz bu boşlukta yatar. Gelişmemiz ve özgürlüğümüz, bu gücü nasıl kullandığımıza bağlıdır. Belirlenmiş koşullarda alacağı tavrı seçme yeteneği, insan özgürlüğünün son noktasıdır. Her şeyimiz elimizden alınabilir ama tavrımızı seçme özgürlüğü alınamaz.”

 Şule Öncü de yaptığı çalışmada; Yakınmayla eylem arasında köprü olarak edebiyattan söz ediyor;

 “ İnsan yazmaya yakınmak için, insanı insana şikâyet etmek için başlar belki. Ancak yazarken girmesi muhtemel olan sezgisel damar, yazma eylemini, estetik ve aşkın bir akışa dönüştürebilir. Duygunun düşünceyle harmanlandığı, şikâyetin ve yakınmanın yavaş yavaş anlam üretme sürecine dönüştüğü bir akıştır bu. Bölünmüş un ufak olmuş parçalar, yazarken toplanır, birleşir, yeni bir form alır. İnsan yazarak ve okuyarak yeniden ve yeniden inşa eder kendini.”

 Dostlarım, edebiyat böyle bir şey işte… Kendinizi kurban etmenin, çaresizliğin, dibe vurmuşluğun koynundan kendi elleriniz ile çıkartıp o muhteşem kaidenin üzerine oturtursunuz. Kendinizi İda Dağında, Ganoslarda, Istrancalarda bir kayanın üzerinden uçsuz bucaksız ovaları, vadileri, ormanları, tepeleri seyrederken bulursunuz. Bu buluştur, sizi çiçeğe, renklere, kokulara ve estetiğe, mimariye, mühendisliğe taşıyan şey; içinizdeki edebiyat aşkıdır…

  İnsanlar parça parça, hatta paramparça olmuşken, bütün parçalardan yine koskocaman yaşamlara sarılır edebiyat; okuyarak, yazarak, dinleyerek, konuşarak ve yürüyerek…


 Güven Serin 

  

10 Ekim 2015 Cumartesi

HÜRRİYETİN SUSKUNLUĞU


Kamera; Güven   Yıldız Moran-Pera Müzesi


HÜRRİYETİN SUSKUNLUĞU

  Katalan ressam heykeltıraş için sıkı bir söz söylenir; “ Miro’nun suskunluğu dillere destandır. Gerçeküstücülüğün anılarını kaleme alanların, Miro’nun yaşamöyküsünü kâğıda dökenlerin geçmek zorunda olduğu bir geçittir bu suskunluk.”

 Ülkemin suskunluğunu, merhamet ile vicdanın muazzam göçler, kaybedişler, korkular, sevinçler yaşadığı, genleri evrene tutunacak kadar cesur ve bir o kadar suskun olan halkımın suskunluğu da bir sanatçı kadar zordur.

  Büyük kente, neredeyse tüm ulusların olduğu şehre yol alırken otobüs ben de o yol alışın içinde Miro’nun suskunluğuna benzeyen insanlarımın suskun hali içinde; aynı anda birkaç işlem, düşünce, oyun oynamanın derdinde yol aldım.

 On bir numaralı koltukta oturan iyi giyimli oldukça bakımlı görünen beyefendi elini cebine attı. Dört ayrı renkte dört hap çıkardı. Onları oldukları yerden özenle çıkarttı. Sanki bir ibadet, sanat gösterisi; tıpkı Miro’un sanatına hazırlanırken, tüm sesleri, hatta dışarıdan gelen ışığı bile engelleyen kalıp perdelerini kapatıp, sanatı için işe koyulmasını canlandıran bir sanatçı titizliğinde hapların tamamını avucuna koydu. Beyaz, pembe, kahve, sarı renkten oluşan dört hap…

  Miro için en nefret ettiği şey “zihin tembelliği” İnsan olarak son derece alçakgönüllü, sanatçı olarak ise kibirli… İnsan yanı sıvışıp kaçmaya müsait, sanatçı yanı ise derin tahliller yapmaya…

 Hapları elinde tutan insanın mesleği neydi? Giyimi, duruşuna bakılırsa Miro içtenliğiyle çalışmayı öncelik tutmuş, tutumlu, işine, yaşamına sadık ve risklerden bir o kadar uzak yaşamayı tercih eden halktan birisi…

 Haplara hayli uzun sayılacak süre baktıktan sonra muavinin getirdiği suyu, yine hapları açan ince titiz parmaklarıyla içecek duruma getirdikten sonra, avucunda bulunan dört ayrı renkli hapları ağzına attı. Bir şarap uzmanı gibi hapların kokusunu, kalitesini duyumsama gösterisinden sonra suyunu yudumladı.

 Muavin tarafından dağıtılan sulardan sonra neredeyse bütün otobüs yolcuları hap içme merasimine başladı. Önümde duran kadın da, arkamda konuşan iki kadın da haplarını içtiler… Kısacası, bir süre hap kokusu ve hapları ambalajlarından titiz bir şekilde çıkartan insanların hap telaşı yaşandı.

  Ön koltukta oturan kadın ise çantasını açın yanında bulunan diğer yolcuya, geride bekleyen, daha sonra kullanacağı hapların kutularını gösterdi. Niçin kullandığını, payandalarına yaslanmış Ayasofya centilmenliğinde, cesaretiyle anlatmaya çalıştı.

  Neredeyse her taraftan bilgi yağıyor. Bereketli bir yüzyıl 21. yüzyılımız. Çeyrek zamana doğru akıyor göstergelerin rakamları. Bolca duyduğumuz hürriyet-özgürlük seslenişleri hak edecek derece olgunlaşmamış ki, bir o kadar şaşkın bir göç-kaçış ve güvenlik gösterileri yapılıyor.

 Göçler, zoraki olan milyonlarla beslenmiyor. Bir o kadar gönüllü arayışlar içinde bir o kıtaya, bir diğerine göz gezdirip, kulak kabartıp Cumhurbaşkanı oğlu gibi İtalya’da karar kılanlar. İsviçre’ye sığınanlar. Türkiye yerine Almanya’yı, Fransa’yı tercih edenler…

 Bir başka göçün tam tersi olduğunu görüyoruz. Dışarıda; yıllar önce zengin olmak, yaşamını daha konforlu hale getirmek için gittiği batı uygarlığından suskun ülkemize dönen insanlara tanıklık ediyorum.

 Dışlanmanın her çeşidini yaşamışlar. Sonunda, ayrıldıkları bu toprak parçasının, iki değerli kıtanın nice renge, sese, suskunluğa hiçbir koşul beklemeden hayat verdiği, kucak açtığını hatırlayarak; tıpkı İngilizlerin, Rusların, Almanların Akdeniz ve Ege sahillerine gönüllü yerleştikleri gibi zaten ruhlarıyla yerleşik oldukları yurduna geri dönüyorlar.

 Suskunuz; dünyanın suskunluğu gibi… Her taraftan; güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan milyonlarca bilgi sağanağı altında suskun bir hürriyet peşindeyiz.

 Katalan sanatçın Miro sessizliği, alçakgönüllülüğü ve bir o kadar sonsuza adanmış sanat eşelenişi; tuvale ve heykele dokunuşu gibi;

“ güneşleriz, yalnızız/ Külleriz tozuz / Masallarız ateşiz/ Sisiz isimsiziz/ “ yayılıyor dünyaya; bir bütün olduğumuz halde, bir o kadar sessiz, yalnız ve ayrılık arayışı içinde yalnızlaşmaya sıvışan sanatçılar, zanaatkârlarız…



 Güven Serin 










8 Ekim 2015 Perşembe

GENÇ DOKTOR MELİKE ERDEM


Kamera; Güven   Jesenko Gavrıc-Bienal Etkinliği-ÇIĞLIK
Modern Sanat Müzesi

GENÇ DOKTOR MELİKE ERDEM

  30 Kasım 2012 tarihinde İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 6. katından boşluğu bırakılan bedenin sahibi Asistan Dr. Melike Erdemdir.

  Kayıtlara intihar vakası olarak geçti. Genç bir hekimin depresyona girmesi… Onun bıraktığı hüznü, yokluğu ve boşluğu ele alan bir başka psikiyatr Dr. Doğan Şahin şu şekilde değerlendiriyor;

  “ Yaşatmak için çırpınan biri neden ölümü tercih eder?” , “ İnsan neden hekim olmayı seçer?”

 Ölümün dayanılmaz cazibesi değildir intiharlar. Kazalar da değildir… Tıbbı seçen, doktor olana kadar nice badirelerden sıyrılan birisinin 6. kata çıkıp boşluğa bıraktığı bedenen bir anlamı olmalı…

 Ölümünden bir hafta önce acil bölümde çalışırken bir hasta yakını tarafından şikâyet edilen ve ondan savunma istenince başlayan altı günlük süreçte neler yaşandı?

 Genç doktorun savunması oldukça basitti oysa. Hastanenin acil bölümünde nöbet tuttuğu sürede şikâyet konusu hiçbir korku, endişe taşımadan savunulacak bir nedenden… Savunmasını da yazmıştı. Hiçbir şahsi hatası olmadığı halde, savunmasını yazma sürecinde etrafta dolaşıp sıkça tekrarladığı sözcükler kaldı geriye;

 “ Ne yazacağım buna ben?” Altı gün boyunca bu seslenişi yaptığı halde, hastanelerin durmak bilmeyen gürültüsü, şamatası, yorgunluğu onun sesini perdelemişti. Sanki bütün nefesler, atan kalpler, duyan kulaklar, hisseden beyinler buzul çağın başlangıcına esir olmuştu.

 İntihar edeceği gün yazmıştı savunmasını. Hastanenin 6. katına çıktığında savunması da elindeydi;

“ Hastanenizin Acil Tıp Asistanı olarak çalışmaktayım. 22.11.2012 tarihinde saat 17:00 da nöbeti devraldım…” Savunma yazıldığı halde yollanmamıştı. Yollanmayışın nedeni yaşamın savunulacak kadar öneli olmadığına inanmış olmasıydı. Hâlbuki o ana kadar; yaşamın en iddialı insanıydı. Neredeyse ömrünün tamamını okul sıralarında hekim olmaya adanmış bir şekilde geçiren genç bir doktorun en kıymetli insan bedenine; kendi canına; yaşamın paha biçilmez soluk alış-verişine nihayetsiz bir son veriş…

 Burada suçlu kim? Her şehre üniversite açtığınla övünen iktidar mı? Emekli maaşından öteye çare üretemeyen muhalefet mi?

 Yoksa Ayda 15 nöbet yazdığı kurumu mu? Dr. Melike Erdem ölmeden önce 48 saat nöbet tuttu. Aylık çalışma saati 160 yerine 300 saati aşıyor. Yorgunluğun bir virüs gibi o değerli, hassas, idealist beyni etkisi altına aldığı ortada.

 Bir başka şey daha tüm çıplaklıyla göz önüne seriliyor. İnsanın diğer insanlara olan ihtiyacı… Söz konusu olan doktor da olsa, avukat da, hakim de olsa bu insani ihtiyaç hep aynıdır.

 Bu yüzden Dr. Melike Erdem ölmeden altı gün boyunca savunmasına ne yazacağını fısıldayarak geçirdi. Aslında bu fısıltı; yardım çağrısıydı. Uzatılacak ellerin, iradelerin yardımına ihtiyaçtı istediği en hakiki yaşam gerçeği…

 Çünkü onun ölmeden önceki yaşamını inceleyen psikiyatr herhangi bir intihar belirtisi gözlememiştir. İntihar ettiği günde normal görünüyordu. Normal olmayan tek şey; artık neyin normal, neyin anormal olduğunu bilemeyecek kadar kirli seslerin, iradelerin, seçeneklerin içinde çırpınıyor oluşumuzdur.

 Nöroloji doktoru Antonio Damasio araştırmaları sonucunda şu bulguları netleştirir;

“ Evet, günlük hayatımızdan da biliyoruz ki duygu ve hisler akıl sürecini alt edebilir ve yanlış davranmamıza neden olabilir, fakat duygu ve his yokluğu bizim için daha da zararlı olabilir, bizi insan yapan kişisel gelecek, sosyal uyum ve ahlak ilkelerine uygun karar vermemizi sağlayan düşüncelerimizi daha fazla tehlikeye atabilir.”

 Dr. Melike Erdem, genç kadın da tam da o anı yaşıyordu; duygu ve düşüncelerinin yetmezliğini. Ağır yorgunluğun, aklını bastıracak kadar güçlü bir yalnızlığa neden olduğu ve bu yalnızlığı görmeyen kalabalık kurumlar; makineleşmiş insan görüntüsünde insancıklar…

 Güven serin 





7 Ekim 2015 Çarşamba

BABİLİN ÇOCUKLARI


Kamera; Güven Modern Sanat Müzesi 

Sanatçı ; Sagri


BABİLİN ÇOCUKLARI

  Anadolu için söylenen güzel ve anlamlı sözlerden birisi de “ Aşure Kazanı” Aşurenin iki ana amacı vardır; çeşitlilik ve birleştirici ikram; çeşitlerin tadının insanın ruhuna akması…

  Bir sözü ne kadar sık söylerseniz, onun amacından o kadar uzaklaşmışsınızdır. Tıpkı, bütün gün ben” namusluyum “diyenlerin namus anlayışının raydan çıkmış olabileceği gibi…

  Gün geceye karışmış. Süleymanpaşa İlköğretim Okulunun sokağında ilerliyorum. Gecenin ıssızlığı, dinlendirici karanlığı sarmış sokağı ve çevreyi. Sağdan, soldan yayılan ışıklar, iskelenin üzerinde çalışan sıva işçilerin gölgelerini, gizemli bir şekilde ortaya çıkartıyor.

  Birisi altta harç hazırlayıp yukarı gönderiyor. Yukarıda iki genç; sanki el yordamıyla görüyorlar. Kulak yordamıyla dokunuyorlar. Sezgileriyle görüyorlar… Her türlü ışıktan, güvenlik önleminden uzak; üstlendikleri görevi Babil Kulesinde çalışan işçiler gibi, güneşin ve gecenin zıtlığına aldırış etmeden; yağız bedenlerinden damlayan terleri silmeye bile gerek duymadan; yürekli bir sevda içinde çalışıyorlar.

 Babilin kulesini yüceltmek, yaratıcıya daha yakın olmak için neredeyse hiç durmadan çalışan işçiler gibi; ritmin, ahengin, istikrarın gölge oyuncuları gibi; en değerli mesleğin kayıp kahramanları olarak çalışıyorlar.

 Onların gece yaptıkları işe gün; aydınlığın içinde baktım. İnce, özenle ve usta işi sıvanın sahibi o isimsiz gençlerdi. Babil’in, Sümer’in, Asur’un, Selçukluların, Osmanlının; Roma’nın, Mısır’ın, Bizans’ın içinden süzülüp gelen gençler…

  Babil Uygarlığı günümüzden dört bin yıl önce kuruldu. Sümer Uygarlığının küllerinden yeşeren büyük,meziyetli uygarlık. Tıpkı diğerleri gibi… Siz,yandı, bitti, kül oldu sanırsınız. Ama öyle değil… Anadolu’da, Mezopotamya’da, Orta Asya’da yeşeren ve öldü sanılan kaç uygarlık varsa; hepsi imbiğin içinden geçip Anadolu’yu yurt edindi.

 Bilirsiniz göklerde çok büyük yıldızlara Süpernova denir. Oldukça büyük ışık saçarlar. Ve öyle büyümüşlerdir ki kendi ağırlıkları altında kalıp çökerler. Çökmeden önce güneşlerden öte ışık yayarlar. Tıpkı Roma İmparatorluğunun, Mısır Uygarlığının, Osmanlı Uygarlığının çöküşü gibi…

 Bilim insanları büyük çöküşlerin vakum etkisi yarattığını söylerler. Onların çöküşü; bir başka uygarlıkları çeker merkeze. İnanılmaz bir oluşum başlar; tekrar, tekrar…

 Babilin Çocukları karanlığın içinde sıva yapıyorlar; ahenkli fısıltılar, türküler eşliğinde. El yordamıyla; sanki sonar ve radarlarını çalıştırmış üstün cihazların yardımıyla yol alan denizaltı, bir jet gibi; insan ruhunun geçmişiyle ne büyük birliktelik yaşadığını; adı, dili, ırkı, dini ne olursa olsun; insanın genlerinde ve ruhunda taşıdığı büyük zenginliği; o muazzam folkloru görmenin ihtişamını haykırıyorum sizlere…

 Balil Kulesi dünyanın yedi harikasından birisi kabul edilir. Zamanımızdan çök öte, göğe yükselen; yer ile gök arasında köprü, uzlaşma arayan ve insanın yetmezliğiyle yaratıcının insana verdiği cezanın da simgesi. Aynı zamanda bir uygarlığın diğerlerine, diğerlerinin mühendisliğine, mimarisine, hikâyelerine, edebiyatına olan görkemli ihtiyacını da anlatır.

 Bir başka anlatıcı ise 1979 Atina doğumlu Georgia Sagri. 14. Bienal etkinliğine katılan, kendi sanatını kendi bedeniyle üç boyutlu olarak Modern Sanat Müzesinde bir başka insanlık kavgasını barışa, bütünleyici bir kültüre davet çağrısıyla sunuyor.

 Sagri, çalışmasına “ İstanbul’da ilk bilimkurgu kitabım Din.” Diye isim vermiş. Bütün dinleri bir araya getirip daha eşitlikçi, daha adil bir yaşam çağrısında bulunuyor. Sadece sanatın nazik ve çok sesliliğiyle… Tamamıyla barışçıl olarak… Bilinen ticari, siyasi ve o muhteşem kurnazlıklardan öte…

 Babilin çocukları da gecenin içinde aynı yolu kendi zanaatlarıyla alıyorlar. Nereden, hangi diyardan geldiklerinin hiçbir önemi yok. Bu kadar kıymetli meslekleri binlerce yıldan bu yana yaptıkları halde; onların önemini, onların varlıklarını toplumların başköşesine oturmamış olmamızın buruk özrünü kim sahiplenecek?

 Öğretmeni kutsal yapan bizler; sonra o kutsalı öldürüp nasıl usulca gömdükse; hiçbir zaman yüceltmediğimiz bu görkemli zanaatların onların hak edişlerinin, sosyal güvencelerinin, iş emniyetlerinin eksik kalışı; hangi eksik bakışımızla açıklanacak?


 Güven Serin 






6 Ekim 2015 Salı

ÇOBAN HAVASI


Kamera; Yunus  Ganoslar 
Bir masal diyarı; uygarlığa çok yakın ve bir o kadar
uzak...


ÇOBAN HAVASI

Sosyologlar, toplum bilimcileri, psikiyatrisiler pratik yaşam adına, insanın kökü, özü şekillendiği olduğu gibi göründüğü yerlerde eşelenmeliler. Nasıl ki arkeologlar, mağaralarda, vadilerde neredeyse yüzyıllardır bir damla bilgi, nesle için kazıyor, anlamaya çalışıyorlarsa; toplum bilimcileri, halkına faydalı olmak isteyen idareciler, sanatçılar da köylerde, mezralarda eşelemeliler; bir damlanın önemini bilerek…

 Bir damla, bir yudum, bir avuç deyip yabana atmayın sakın! Mısır’dan dönen arkadaşım oradaki içme sularının kuyulardan sağlandığını, bir haftalık ziyaretin sonucunda ülkemizde içtiğimiz tatlı sulara nasıl da özlem duyduğunu; büyük bir susamışlıkla anlattı. Yokluğun yaşama olan faydası böyledir dostlarım; kuyu suyu, dere suyu, göl suyu; en acı, en kirli sular bile yaşama akmak ister; yaşam içinde yokluk, yoksulluk veya muhtaçlık içinde olan canlılara.

 Çoban havası da öyle… İyi bir çobanın anlatacağı çok şey vardır. Koyunlardan, köpeklerden, kurtlardan, kuzulardan, dağlardan, vadilerden, yaylalardan öte… Nice masallar bilir gerçeğe yakın. Nice gerçekler; masal gibi…

  Şair kendi çoban havasını hiçbir zaman uslanmayan afacan bir çocuk bakışında anlatır;

Uslu bir hayvan şu ağaç
Kolay değil böyle

    Yaprak bir kulübeye bağlı
Gökyüzünün kırıntılarıyla yaşamak…

  Bayram nedeniyle uğradığım, geçtiğim köylerde de çobanlar yaşıyor, her ne kadar tükenseler de; kepenekleri, özel yetiştirdikleri köpekleri, sürülerini en iyi besleyecekleri en iyi otlakları onlar da bilinler yitik de olsa halen “ ilaç “ için, tesadüfen bulunanlar var.

 Galip Bey; böyle insanlardan birisi… Çobanlığıyla övünenlerden… Çobanlık yaparak dört kız, iki erkek büyütmenin erdemiyle, şimdi sosyal bir güvencesi bile olmadan huzur içinde yaşama muazzam bir mizah katarak yaşayanlardan…

 Kurban Bayramı nedeniyle et pişirme ve eti saklama yöntemlerini tanıdan bir et aşığı; uzmanı; “ her işin başı sevgi” diyor. En iyi proteinin çiğ ette olduğunu; taze çiğ etin biraz tuz, pul biber ve kekikle dayanılmaz bir şey olduğunu hiç et yemeyecek olanların bile ağzını sulandırarak anlattı.

 Ben çoban Galip diyerek söze başlayan adam da böyle bir sevgiyle beslenmiş hayatının akışı içinde. Derenin, vadinin, tepenin, ormanın hakkını vererek… Görünen o ki, bilinen manada nesnelerden, pafta, parsellerden; yani bilinen manada, mal ve mülkten de mümkün mertebe uzak durarak…

 Kim bilir kaç kişi ardından “enayi” dedi. Bugün geldiği nokta; bulunduğu durum ise, nice bey efendinin, hanım efendinin, unvanı, rütbesi yüksek olan insanın aradığı bir avuç huzur ve hürriyet…

 İnsanın büyük koşusu; bir avuç huzur, hürriyet; yani sağlık ve heyecanken, niçin bunca ömür feda edildikten sonra “ ben nerede yanlış yaptım?” denir…

 Yaşamın o güzel, sıhhatli ritmi için ne çok ne az olan o muhteşem yetinme inceliğini, nezaketini, erdemini yakalayamayız…

 Çoban Galip’ten dinlediğim hikâyeler, sevgiyle büyütülen çocukların anne ve babaya geri dönen bütün anne ve babaların istediği o esas zenginlik; gerçek sevgi, saygı ve gönüllü yardımlar…

 Sözün başında söylediğim gibi köyler gerçek hazinelerdir sosyolojinin insana akacak zenginlikleri adına. Ben çobanım diyen kendi geçmişini, yaptığı işi ne gereğinden fazla överek, ne de yerin yedi kat dibine batırarak seslenen Galip Beyin sözüne, sesine ve ruhuna yansıyan Nasrettin Hoca gerçeği karşısında şaşkına döndüm.

 Bir başka şaşkınlığım ise aynı gün içinde çok önceden beri tanıdığım Çoban Galip’in tam tersi yaşayan köylünün AĞA olarak bildiği, mal-mülk zengini birisiydi. Genetik yapısının sağlamlığı Türkiye’deki ölüm yaşını çoktan geçtiğini biliyorum. Bildiğim ve ondan dinlediğim bir başka ülke gerçeği var; çocuklarıyla, torunlarıyla yine aynı büyük sevdadan; mal-mülk yüzünden kavgalı ve her an kavganın daha da büyüyeceğinin işaretlerini vermesi…

 Köyler bir hazine gibidir; kimyacı gibi insanlığa akacak bir deneyin çalışmasına yıllarca gönül vermenize gerek yoktur. Yıllara varan yaşam biçimlerinin en açık, en sadesi tam da karşınızda durur. Birkaç gün; birkaç hafta, bir ömür anla nacak veya bazen bir ömür bile yetmeyecek olan yaşam güzelliklerini, çirkinliklerini anlayıp; anlamayanlara aktaracak duruma gelirsiniz.

  Birisi yetmezlik içinde şifanın en hakikisini sevgide, mizahta; diğer yaşamlara verilen önemde bulmuşken. Diğeri en bolluk, en kurnazlık ve siyasi üstünlüğe rağmen, tam da yaşamın en güzel anlarında kendi kanından, canından olanlarla savaşa hazırlanır.

 Seçim sizin dostlar; şairin dediği gibi; “ uslu bir hayvan şu ağaç/ Kolay değil böyle/ Yaprak bir kulübeye bağlı/ Gökyüzünün kırıntılarıyla yaşamak.”

Güven Serin 




   

5 Ekim 2015 Pazartesi

ÖLDÜRMEMEYİ TERCİH EDERİM


Kamera; Güven Tekirdağ-Ilgın Ağacı

Ağaçlarla konuşup anlaşmayı tercih ederim;
döngüye eksiksiz uyum sağlayan güzel şeyler...


ÖLDÜRMEMEYİ TERCİH EDERİM

  Ölüm, yaşamın şaşmaz bir süreciyken, yaşam döngüsünü tamamlamadan yapılan her saldırgan eylem ölümü ve öldürmeyi yüceltir; törensel olmaktan öte cani bir eylemin bin bir türlü hak edişleriyle süslenmeye çalışılarak kan bulaşmış ele, yüreğe çareler aranır.

 Yüzyıllarca nice çare üretilmiş. Kana kan, göze göz, cana can… Görünen o ki, hiçbirisi esas çareyi üretememiş. Sevginin, var oluş gerçeğine saygı göstermenin enayilik olmadığını; uyanık olmanın yüzlerce tedbiri, matematiksel, hukuksal, sosyal nice imkân varken en kolaya, en vahşiye gitmenin hiçbir aklı sebebi yokken; en ilkel eylem; öldürme tercih edilir…

 Öldürmemeyi tercih ediyorum. Hangi kitabı okuyacağımızı tercih ederken, hangi sinema filmine gitmeyi ince ince düşünürken, ölümü bu kadar kolaya almak, ölüm yolculuğunda ki yaşam ritüelini yok saymak; olsa olsa koca bir ahmaklıktır.

  Savaş veya barış; ölüm veya yaşam; onların aralarında ki ince çizgi; doğal serece her canlının yaşam, huzur, hoşluk hakkına bakış; insanın yaratıcı tarafından ona verilen o içsel güzelliğin de ortaya çıkışı demektir. O güzelliktir tercihlerimizi bize kabul ettiren. İşte o varlığın, o yüceliğin sesidir son anda; ölüme, öldürmeye hazırlanırken, yaşama, yaşatmaya soyunmak…

 Hermann Hesse gençlik yıllarında savaş yanlısıyken daha sonra barışa, savaşa karşıtlığı onun o muhteşem eserinde ki Knulp karakterinde yakaladığı o muazzam “GÖÇEBE” yaşam biçimi bize bir şeyler anlatıyor.

 Tıpkı Herman Melvılle’nin Yazıcı Bartleby’in bir avukatın yanında kâtiplik yaparken artık hiçbir şey yapmamaya karar verip, yazı yazmayı tercih etmeyeceğim dediği gibi. Yazıcı Bartteby, sanki tüm zamanlara ait bir eserin doğumu gibidir. İnsana, insanlığa yürüyen bu güzel canlıya kendini, kendi varlığını hatırlatır. Bütün kalıpları, giydiği bütün elbiseleri; o güne kadar bütün öğrenimlerini, alışkanlıklarını, duyarlılığını, duygusuzluğunu yerle bir edecek kadar keskin bir tercih yapar; YAPMAMA…

 Bugün; şu anda kaçımız Herman Hesse’nin Göçeme Knulp’u gibi bütün nesnelerden arınarak yol almayı ister? Kaç insan, pafta, parsel, hesap-kitap titizliğinin o muazzam esaretinden kurtulup göçebeliğe soyunur?

 Üstelik henüz kentli, yerleşik insan olmamışken; her daim bir dalda kalbi küçük bir kuş gibi atarken; göç yollarını unutsak da, göçebe kâinin çıngırağının sesleri hiçbir zaman kesilmemişken; kaçımız Knulp’a göçtüğü için, o köyden diğerine, o kasabadan diğerine gidip; hiçbir şeyi olmadığı halde; saygın, itibarlı bir insan gibi ağırlanıp yoluna, yolculuğuna göç ruhuna, insanın evsizliğine, barksızlığına başka açıdan bakması gerektiğini ve yine insanı yücelten şeyin, insan ruhuna dokunmaktan geçtiğini anlatır…

 Herman Melvılle’nin Yazıcı Bartelby’i ise, bütün kuralları, kanunları, düşünceleri, ödülleri zorlayacak kadar keskindir. Hiçbirini tercih etmez. Parayı, işi, aşı, yeri, yurdu terci etmez. Bütün bunları kabul etmemeyi tercih eder…

 Şehrimizde, köyümüzde; şehirlerimizde, köylerimizde ve kasabalarımızda herkes bir tarafın taraftarı olmayı çabalarken; yaşamayı, yaşatmayı tercih etmek; tam ta aranası o mucizenin, formülün, keşfin yakalandığı gibi sıra dışı bir şey olmalı…

 En kolayı seçiyoruz. Bir tarafın taraftarı olmak… Ölümü, öldürmeyi reddetmeyi tercih etmenin ne büyük insanlık olduğunu düşünmeden; en kolay olanı; niçin yürüdüğümüzü, haykırdığımızı bilmeden…

 Tarihin niçin sevdirilmediği, esas tarihin sorgulanmaktan, doğru bilgilerin kılı kırk yararak ortaya çıkartılmaktan geçtiğini; tavla, okey, ellibir oyunları güzel, heyecanlı bulurken, satrancı niçin uzak ve sıkıcı bulduğumuzu sorgulamanın, irdelemenin düşüncesidir esas tercihimizi yaptırın şey; ÖLDÜRMEME ve YAŞATMA tercihi…

 Büyük göçe; Suriyelilerin göçüne bakarsanız her şeyi anlarsınız. Ümitlerin, inancın, ait oldukları ırk, din her şey önemli ve güzel bulunsa bile, yaşam ve yaşatma tehlikeye düşünce insanın, nasıl da bilinen bütün insanlık kurallarını zorlayıp, ait olmadığı ırklara, dinlere koşarak, çoluk çocuk, yaşlı genç yürüyeceklerini; hiçbir ölümün onları yollarından döndürmeyeceğinin büyük resmi tam da gözlerimizin ününde…


 Güven Serin