28 Eylül 2015 Pazartesi

YALIN AYAK


Kamera; Güven - Tekirdağ


YALIN AYAK

 Tekirdağ sahili on günden bu yana Bursa plakalı bir motokaravanı ağırlıyor. Kırmızı beyaz renklerde, ülkeni, hatta dünyayı gezmek için tasarlanıp üretilmiş motokaravan…

 Sahili; kentimizi sevmiş olmalı içinde yaşayan, şehir şehir, kasaba kasaba gezen; ormanın taze kokularını, mevsimlerin sayısız ara rengini bilen iki insan. Bir adam ve bir kadın… Yaşamın özüne tutunmuşlar; harekete… Yaşamın, yaşama dair bütün var oluşların özü; hareket…

  Can Yücel’in dizelere dökülen nice uygarlıkların hikâyesini anlatan sözcükler gibi çıplak ayaklarıyla karavana binen insanların yaşam gerçeğinin sadece bir bölümünü Mutlukent Çay Bahçesinde çayımı içerken görüyorum. Onları da buraya çeken şey; denizin hemen kıyısında, çimenler, çiçeklerle süslenmiş, çay ve kahve kokularıyla ama her şeyden önce bu köşeye sığınmış insanlarla, çocuklarla, yaşlılarla, gençlerle yakın olmak; güvende olduklarını bilmek…

 Karavan kültürüne adanmış insanların aradığı en hakiki şey budur dostlarım; güven… Onların beden ve ruhsal bütünlüklerine olan düşkünlüğü, bütün canlıların tıpkısıdır. Onların bizden önde olmasının en büyük güzelliği ise; hareketin görgüsü, görselliği ve döllenmesi içinde olmalarındandır.

 Bir selam, bir yudum su, çay onların hazinesidir. Hâlbuki günde beş kez yıkanıp, en değerli parfümleri sunan; yetmiş çeşit kahvaltı olan seçenekli mekânlara sığınan ince insanın hareketsizliği, yüzüne, ruhuna pençe pençe vurur; her vuruş pençesinin derin izlerini onların gülerken, kahkaha atarken, ağladıklarını, can yaktıklarını her an her yerde görebilirsiniz.

 Bu ne demektir dostlarım? Varlığın taşkınlığı, elimizdeki nesnelerin, değerleri kullanamayış olmamızın şaşkınlığıdır. Şaşırmışlıktır, insanın güleceği yerde ağlamasını, ağlayacağı, saygın bir hüzün duyacağı yerde duyarsız oluşunu tetikleyen şey…

 Yukarıda şairin dizelerinden söz etmiş ama onları dile getirmemiştim. Çünkü kırmızı beyaz karavana oradaki telaşa bakıyordum. Çıplak ayaklı adamın, kadının tıpkı evimize girerken ayakkabılarını çıkartıp, çorapsız ayaklarıyla ince bir tülün ardındaki küçük evlerine; saraylarına, şatolarına girişine baka kaldım…

 Onlar oradan; Mutlukent ile Danışma Bürosunun yanına yanaştıkları, şimdilik yurt edindikleri yerden gidecekler diye ödüm kopuyor… Oysa ne seslerini duydum, ne

hikâyelerini dinledim.

 Onlar da şairin dizelerinde ki gibi Atilla gibi Tuna’yı geçmişlerdir diye düşünüyorum. Hanibal gibi Alpleri… Sezar’ın Rubikan nehrini geçtiği gibi, Meriç’i, Tuna’yı, Arda’yı, Aras’ı, Dicle’yi geçtiklerini hayal ediyorum. İskender gibi tüm dünyayı hayal ettiler.

 Çıplak ayaklarıyla karavana binen iki insan; iki büyük umut; iki dünyalı… Onlara sorulacak en kötü soru; nerelisin? Olacaktır. İnanın bana; onlar çoktan dünyalı… Öteden beri… İnsanlığı geren, strese sokan şey değil midir; nereli olduğu? Nereli olmadığının çilesini çekmez bir sürü yağız delikanlı…

Atilla Tunayı geçti
Hanibal Alpleri
Sezar da Rubikon nehrini geçti
Bense kendi kendimi geçtim
Ardımdaki bütün gülleri yakıp

 İnsanın bitmeyen ve bitmeyecek uğraşı, yönelişi ve yolculuğudur kendinle uğraşmak. Ne büyük gerçektir ki; çıplaklık ister… Henüz en hakiki sanatçımız bile günlüğünü çıplak yazamazken, çıplak bedenler ayıplar, namuslar arasında ezilirken, çıplak düşüncelere ulaşamadık.

 Hiç olmazsa, sahile park etmiş karavanların çoğalmasını isteyelim. Onlara binen, onlarla çıplak doğanın, makyajsız hallerini bile gezen, gören çıplak ayaklı, çıplak ruhlu insanların varlığını bilip, çıplak düşlere tutunarak, köhnemişliğimizi, çatışma ve bol çelişkiler içinde olan dünyamızı şenlendirelim; hiç olmazsa…

 Güven Serin 



Hiç yorum yok: