28 Eylül 2015 Pazartesi

YALIN AYAK


Kamera; Güven - Tekirdağ


YALIN AYAK

 Tekirdağ sahili on günden bu yana Bursa plakalı bir motokaravanı ağırlıyor. Kırmızı beyaz renklerde, ülkeni, hatta dünyayı gezmek için tasarlanıp üretilmiş motokaravan…

 Sahili; kentimizi sevmiş olmalı içinde yaşayan, şehir şehir, kasaba kasaba gezen; ormanın taze kokularını, mevsimlerin sayısız ara rengini bilen iki insan. Bir adam ve bir kadın… Yaşamın özüne tutunmuşlar; harekete… Yaşamın, yaşama dair bütün var oluşların özü; hareket…

  Can Yücel’in dizelere dökülen nice uygarlıkların hikâyesini anlatan sözcükler gibi çıplak ayaklarıyla karavana binen insanların yaşam gerçeğinin sadece bir bölümünü Mutlukent Çay Bahçesinde çayımı içerken görüyorum. Onları da buraya çeken şey; denizin hemen kıyısında, çimenler, çiçeklerle süslenmiş, çay ve kahve kokularıyla ama her şeyden önce bu köşeye sığınmış insanlarla, çocuklarla, yaşlılarla, gençlerle yakın olmak; güvende olduklarını bilmek…

 Karavan kültürüne adanmış insanların aradığı en hakiki şey budur dostlarım; güven… Onların beden ve ruhsal bütünlüklerine olan düşkünlüğü, bütün canlıların tıpkısıdır. Onların bizden önde olmasının en büyük güzelliği ise; hareketin görgüsü, görselliği ve döllenmesi içinde olmalarındandır.

 Bir selam, bir yudum su, çay onların hazinesidir. Hâlbuki günde beş kez yıkanıp, en değerli parfümleri sunan; yetmiş çeşit kahvaltı olan seçenekli mekânlara sığınan ince insanın hareketsizliği, yüzüne, ruhuna pençe pençe vurur; her vuruş pençesinin derin izlerini onların gülerken, kahkaha atarken, ağladıklarını, can yaktıklarını her an her yerde görebilirsiniz.

 Bu ne demektir dostlarım? Varlığın taşkınlığı, elimizdeki nesnelerin, değerleri kullanamayış olmamızın şaşkınlığıdır. Şaşırmışlıktır, insanın güleceği yerde ağlamasını, ağlayacağı, saygın bir hüzün duyacağı yerde duyarsız oluşunu tetikleyen şey…

 Yukarıda şairin dizelerinden söz etmiş ama onları dile getirmemiştim. Çünkü kırmızı beyaz karavana oradaki telaşa bakıyordum. Çıplak ayaklı adamın, kadının tıpkı evimize girerken ayakkabılarını çıkartıp, çorapsız ayaklarıyla ince bir tülün ardındaki küçük evlerine; saraylarına, şatolarına girişine baka kaldım…

 Onlar oradan; Mutlukent ile Danışma Bürosunun yanına yanaştıkları, şimdilik yurt edindikleri yerden gidecekler diye ödüm kopuyor… Oysa ne seslerini duydum, ne

hikâyelerini dinledim.

 Onlar da şairin dizelerinde ki gibi Atilla gibi Tuna’yı geçmişlerdir diye düşünüyorum. Hanibal gibi Alpleri… Sezar’ın Rubikan nehrini geçtiği gibi, Meriç’i, Tuna’yı, Arda’yı, Aras’ı, Dicle’yi geçtiklerini hayal ediyorum. İskender gibi tüm dünyayı hayal ettiler.

 Çıplak ayaklarıyla karavana binen iki insan; iki büyük umut; iki dünyalı… Onlara sorulacak en kötü soru; nerelisin? Olacaktır. İnanın bana; onlar çoktan dünyalı… Öteden beri… İnsanlığı geren, strese sokan şey değil midir; nereli olduğu? Nereli olmadığının çilesini çekmez bir sürü yağız delikanlı…

Atilla Tunayı geçti
Hanibal Alpleri
Sezar da Rubikon nehrini geçti
Bense kendi kendimi geçtim
Ardımdaki bütün gülleri yakıp

 İnsanın bitmeyen ve bitmeyecek uğraşı, yönelişi ve yolculuğudur kendinle uğraşmak. Ne büyük gerçektir ki; çıplaklık ister… Henüz en hakiki sanatçımız bile günlüğünü çıplak yazamazken, çıplak bedenler ayıplar, namuslar arasında ezilirken, çıplak düşüncelere ulaşamadık.

 Hiç olmazsa, sahile park etmiş karavanların çoğalmasını isteyelim. Onlara binen, onlarla çıplak doğanın, makyajsız hallerini bile gezen, gören çıplak ayaklı, çıplak ruhlu insanların varlığını bilip, çıplak düşlere tutunarak, köhnemişliğimizi, çatışma ve bol çelişkiler içinde olan dünyamızı şenlendirelim; hiç olmazsa…

 Güven Serin 



23 Eylül 2015 Çarşamba

İYİ BAYRAMLAR


Kamera; Güven II.Abdülhamit Anıtı-Dalgakıran

Buradan vapurla geçmeyen yoktur. Tam da vapur
Kadıköy'e yaklaşırken; karabatak kolonisi,yüzyılı aşkın
burada yaşar. Doğumhane, dinlenme yerleri;insana çok 
yakın;insanlara çok uzak...



İYİ BAYRAMLAR

  Döngünün yüksek hatırına; insanlığın aldığı yolun ihtişamı aşkına; Bayramınız Kutlu Olsun…

  El sıkarak, el öperek ve el öptürerek… Tatlı ikram ederek, yiyerek, şeker tutarak, kolonya sunarak; bir şölen temizliğin başköşeye oturtulduğu; baharın yenilenmeye olan tutkusu gibi bir tutku olması istenen bayramlar…

 Gerçekten de halen kutlanan bayramlar, temizliğin, saflığın, sevincin, sevindirmenin, barışın; el uzatıp, yardım etmenin insan ruhuna bıraktığı o tatlı, huzurlu lezzetleri yaşatıyor mu? Sormalısınız kendinize! Sormalısınız…

 Bir mesaj atıp, bin kişiye yollamak yerine, on kişiyle telefon görüşmesi yapmayı tercih etmenin sorgusunu da yaparak… Belki, birkaç kapı çalıp içeriye girip; bir sandalyeye, mindere oturup hal-hatır sormanın hoşluğuyla; yapmadıklarınızın, yapamadıklarınızın değil; şimdi; şu an yaptığınız şeyin kıymetini bilerek göze gözle, ele elle bakıp hoşluk dağıtırsınız…

  Laf aramızda; çocuklar; hatta büyüdüğünü sandığınız insanlar; halen bayram parasına düşkünler. Bütçelerini denkleme fırsatı olarak görüyorlar. Sizin de bütçeniz fazla açılmayacaksa; bayram şekeri, bayram çikolatası ve tatlısı bir yana; bayram parası, bayramı bekleyenlere iyi gelecektir…

 Bu bayram; kurbanın kanı akıtılıp, protein taşıyan etler et girmeyen veya çok az yenen evlere dağıtılacak. Aslan payını kendinize ayırmayı düşünmeden inancın en kusursuz, en sadesiyle adanmış olduğunuz akıtılmış kanın kurbanını, onun etini gönül rahatlığıyla dağıtın. Dağıtacak durumda olmuş olmanızın erdemi, tokluğuyla verin; hatta bu sefer kendinize ayırmayarak…

 İyi Bayramlar Dostlarım. Bayramlaşmaya gideceğiniz-gittiğiniz, mezarlıkların dinginliğine, çam kokularının toprak kokularıyla döllenip, mayalanmış olmanın muazzam döngü dengesine teslim olun. Sembolik olan bu yerlerin bayramlaşma alını, insan ruhunun titiz bir yalvarış, sesleniş, uzlaşma alanı olduğunu da unutmadan; kutladığınız bayramların fısıltılarını sadece yere değil; göklere de haykırarak; yepyeni bir insan olmanın yüceliğiyle geri dönünüz.

Bayramınız bu yüzden de kutlu olsun dostlarım; sadece mezarlıkların affediciliğinizi kendinize kar, şahsi bir ego hizmeti görmediği için; yüreğinizin o kavi, kapalı kapılarını açmaya karar verdiğiniz için de…

  Kapınızı çalanların, kapınızı hiç çalmamış olmasına bayramın hatırına esinti getiren rüzgara açılan bağrınız gibi açık olsun. Açık olsun ki, kapamanın yok ediciliği, bayram şenliklerini duymanızı engellemesin.

 Belki bu bayram, ikinci bir ömrün, size uzatılan o barış elinin bir başka şey olduğunu hissederek başlayacak; ömrünüze bir parça daha ömür eklenmiştir; onun da seçilmiş tarafında olmanızın esenliğiyle sınırsız evrenin sınırlı yaşam hakkını sımsıkı elinizde tutarak kutlayın bayramınızı kutlamaya gelen insanların yorgun, bıkkın ve çaresiz yüzlerini. Aydınlığın en sıkı kapılar ardına sızmazı gibi sızın; kimi kapının altından, kimi aralıklarından, kimi; anahtar deliğinden…

  Bayramınız Kutlu Olsun dostlarım; kutlanmış zamanlara kutlu, umutlu ve birleştirici heyecan taşıdığınız için; bin bir kez kutlu olsun. Bütün zamanların buruk ve şen ruhlarını da düşünerek; dünün, bugünün ve yarının muazzam bir süreç olduğunu bilerek; evrenin eşsiz bir köşesinde bilinen canlı; capcanlı ve hiç bitmeyen merak ve öğrenme hasretiyle değişen, dönüşen bir canlı olmanın erdemleriyle KUTLU olsun…

 Laf aramızda; para veren çocuklar tarafından hatırlanır. İyi tatlı ikram eden büyükler tarafından… Hatırlanmak güzel şey; çizgisi, dengenin içinde kaldığı; bütçeye ve kiloya zarar vermediği sürece…

 Sakın bayram geçti sanmayın; içinizde coşku başladıysa, saf ve huzurlu irade sizi ölüm ile yaşam arasında kutsamışsa; bayramınız kutlu ola…

 Güven Serin  






21 Eylül 2015 Pazartesi

ÇEVREMİZİN FARKINDA MIYIZ?


Kamera; Güven Sığacık-Sakin Şehir...


ÇEVREMİZİN FARKINDA MIYIZ?

 Pozitif dergisinin 53. sayfasında Yaprak Çetinkaya çevremizi oluşturan; insanlara, hayvanlara ve de o eşsiz doğaya dikkat çekiyor.

 Sahi, pek kıymetli dostlarım; çevremizin ne kadar farkındayız? Duyarsızlığımızı duyarlı kılacak; kendi eksikliğimiz mi olacak? Bir şeyler kaybetmeden anlamayacak mıyız çevremizin o büyük kutsal önemini. Bizden de başka canlılar olduğunu; kılı kır yararken tatlı canımız için, nice canların da olduğunu; canlara canlılık katan doğanın, hayvanların da bu dünyaya ait olduğunu; acımaktan öte gerçek bir insan duygusuyla ne zaman anlayacağız?

 Elbette anlamış görünen, anlamını insandan öte taşıyarak bir başka çevre kirliliği, duyarsızlığı yaşayanları da görünce; şaşırıyorum doğrusu.

  Yaprak Çetinkaya bu konuyu oldukça güzel bir paylaşımla; Judith Malika Liberman’nın Yol Gösteren Masallarından bir tane seçki yaparak tamamlıyor. Bu masalı yaşama akacak olan taze sunumuyla masal tadında paylaşmak istiyorum;

 Masalımız kör bir adam üzerine. Kör olan insanların kulak ve zihinsel sezgilerine dikkat çekerim; yazımın başındayken… Bu da yetersizliğin nasıl bir doğal-doğa veya yaratıcı fazlalığıyla tamamlanıyor; varın siz değerlendirin.

 Kör adam evden çıktığında epey geç olmuş. Akşam yemekleri, güzel sohbet zamanın nasıl geçtiği anlaşılmamış. Ev sahipleri kör misafiri karanlık sokaklara bırakmak istemese de kör adam ‘yolcu yolunda gerek’ diyerek yola çıkma kararlığı göstermiş. Bunun üzerine ev sahipleri o zaman eline bir fener verelim en azından karşıdan gelenler seni fark eder ve çarpmazlar, diyerek kör adamı ikna etmişler.

 Kör adam bu fikri olumlu bulmuş. Gözleri görmese de, gözleri görenlere önlem olsun diye eline tutuşturulan fenerle gecenin karanlığında kendi evine doğru yol almaya başlamış. Elinde fener olduğu için, gören insanların ışığı görmesi; rahatça yürümesine güvenip daha da hızlı yürümeye başlamış. Ne kadar pratik, ne kadar güzel bir şey, diye düşünürken diğer insanlar için endişelenmeyi bırakmış.

 Diğer insanlara çarpma endişesi ortadan kalkınca hazlı yürüyen kör adam karanlığın içinde birine çok sert bir şekilde çarpmış.

Hey, oradaki, feneri görmüyor musun?
Kardeşim fener yanmıyor. Rüzgar söndürmüş olmalı. Nasıl görebilirim?

  Kör adam özür diler. Diğer adam onun için feneri bir kez daha yakar. Yine elindeki fenerin yanan ışığına güvenerek yolunda hızlı hızlı yürümeye başladı. Birine daha çarptı.

Hey kardeşim feneri görmüyor musun?

Özür dilerim; ben körüm ve ben de bir fener tutuyorum. Bu sayede beni göreceğini ve yolumdan çekileceğini umuyordum.

 Bir masal dostlarım; bir masal ama yaşam içindeki davranışlarımızın ne kadar ince bir terazi içinde tartılması gerektiğini anlatan bir yaşam iksiri gibi… İki kör ve ellerinde yanan iki fener hiçbir işe yaramıyor.

 Masalın anlatmak istediği şey de yaşamın tam da bu anına şu notu düşüyor;

“ Hislerini aç. Otur gözlerini kapat, bütün hislerini aç. Ne duruyorsun, teninde ne hissediyorsun, nelerin kokusunu alıyorsun, nefes alıp verişin içindeki manzarayla ilgili neler söylüyor, organların sana ne anlatıyor, kaslarını ve uzuvlarının nerede olduğunu hissedebiliyor musun? Tamamen farkında olmaya, dış ve iç dünyada tamamen var olmaya çalış.

  Koruyucu önlemler ne kadar fazlalaşırsa sahte bir güven hissi yaratır.”

 Doğaya, ne kadar çok muhtacız dostlar; doğaya ve doğal olmaya… Yaşamın şartları bizi diplomatik, siyasi, ticari davranmaya ikna edebilir, mecbur kılabilir. Bu mecburiyet, iyiden, hoşluktan, doğallıktan ayrıldığımızı, onu korkunç bir yok edici canavar gibi yok ettiğimizi ve edeceğimizi göstermez…

 Doğanın doğallığı içinde insan kalmak; en zor olan budur işte, en zor okul, en zor problem…

 Güven Serin  



17 Eylül 2015 Perşembe

SÖZÜM MECLİSTEN DIŞARI, BÜTÜN ERKEKLER ÖKÜZ


Kamera; Güven 14. Bienal Etkinliği  Modern Sanat



SÖZÜM MECLİSTEN DIŞA BÜTÜN ERKEKLER ÖKÜZ

 Yalda selam verip önümü kesen, elinden geldiğince içinde birikmiş bütün sıkıntıları neredeyse kin, nefret ve önyargıyla dışa vuran güzel kadın böyle sesleniyor onun gözündeki meclis dışında ki erkelere;

 “ Sizler öküzsünüz kardeşim! Niye öyle insanın suratına bakıyorsunuz. Hiç mi kadın görmediniz?

 Saçlarını olanca el sanatıyla kabartmış, yüzünde geniş güneş gözlüklerini konuşurken gölgede olduğu halde çıkarma gereği duymayan entel kadınımız erkeklerin öküzlüğünden tutun da, meclis dışındakileri sözü olmadığı söyleyerek. Hâlbuki meclisin içinde bir ben vardım. Ben de onu dinlemek için neredeyse zorla durdurulmuştum.

 Annesinin yaşadığı binanın bodrum katına gelen suların sıkıntısından söz etmekti ilk amacı. Bu işlere belediyenin baktığını hatırlatınca canı sıkıldı. Onun aradığı şey, sihirli bir değnekti. Kısacası, yaşamın şaşmaz devamlılığı, kırılmalar, dönüşüm için vazgeçmez olan yaşlanmalar onun gözünde en büyük sorun haline gelmişti.

 Annesinin oturduğu evin kırk yaşında olduğunu bir an önce müteahhit girmesi gerektiğini söylerken de, niçin müteahhidin girmediğini belki de bütün müteahhitlere kızgın bir ses tonuyla haykırıyor.

 Kendini kentli sanan, kente göç etmiş insanlara “köylü” gözüyle bakan, kenti olmayı sadece apartmanda oturma, birkaç etkinliği yapma sanan aydınların önünü bile aydınlatmadığını bir kez daha avazım çıktığı kadar söylüyorum;

 Ey aydın sanan aydıncıklar; sizler önünüzü bile aydınlatmıyorsunuz. Apartmanınızda, sokağınızda, çalıştığınız iş yerinde insanlarla ilişkileriniz neredeyse bitmiş vaziyette. Yaşadığınız hijyen duyarlılığı neredeyse tüm çevreyi bulaşıcı mikrop hissiyatı içinde değerlendirmenize neden oluyor.

 Reddetmeniz tamamıyla içinizdeki korkular, derin yırtılmalar sonucunda oluşturuyor. Bütün kadınlar kötüdür, bütün polisler, bütün avukatlar, doktorlar, hemşireler kötüdür dediğimiz an; inandırıcılığımızı, sağlıklı bakış açımızı kaybetmiş oluruz.

 Ne bütün erkekler öküzdür, ne de bütün kadınlar kötüdür. Sözü meclis dışında tutup da erkeklerin öküz olduğunu kendi delilleriyle anlatmaya çalıştı saçlarını olanca entelliğiyle kabartmış, yüzünde taşıdığı kocaman siyah gözlüğü insanlık maskesi gibi taşıyan kadınımız;

 “ artık çay bahçelerine çıkamaz olduk. Bütün erkekler yüzümüze bakıyor öküz gibi. Gülferah’ya söyleyeyim de bu konuda bir çözüm bulsun." Gülferah dediği insan Gülferah Günal Süleymanpaşa Belediye Başkan yardımcısı.

 Gülferah Hanımdan beklediği ise çay bahçelerinde erkekleri ayrı, kadınları ayrı yere oturtma isteği…

 Çevir kazı yanmasın! Kendi entelliğini ilan etmiş olan kadınımız; neredeyse bütün erkeklere bulaşıcı hastalık taşıyıcısı gibi bakan görgü, güzellik ve nezaketi sadece saç kabartması, süslü giyim ve kocaman siyah gözlükle tamam sayan kadınımız; nezaketten, estetikten, sosyallikten habersiz olmalıydı. İçindeki büyük fırtınaları belli ki doktora bile ölçerek, biçerek anlatacak kadar kendinden, o büyük iç yangınından kaçar hale gelmiş bir insan; insancık…

 Hâlbuki sürekli onu baktığını sandığı erkeklerin de sosyal bir yara kurbanı olduğunu bilmiyordu. Erkek ve kadınları birbirinden ne kadar çok ayırır, onlara korkarak, çekinerek ne kadar çok bakarsan içindeki korkunun da, yangının da, selin de besleyicisi, büyütücüsü olacağının farkında bile değil.

 Sonunda büyük çelişkisini de son bir söylem gibi yaptı; “ Kızıma söyledim ben. Bu ülkede yaşamasın. Rahat etmek için Avrupa’ya gitsin.”

 Avrupayı kızı için bir kurtuluş olarak görüyor. Kendi ülkesinde erkek ve kadının ayrı yere oturmasını büyük bir kültür, zorunlu bir kural gibi algılayan entel kadınımız, kızını her türlü yaşam biçiminin serbest olduğu Avrupa’ya teslim ederek büyük kurtuluşa kavuşacağını sanıyor; ne acı, ne büyük bir hastalık…


 Güven Serin 


16 Eylül 2015 Çarşamba

İŞÇİ KADINLAR


Kamera; Güven Modern Sanat Müzesi
14. Bienal Etkinliği (laf aramızda devam ediyor)

GİUSEPPE PELLİZZA


İŞÇİ KADINLAR

  Sahildeki çiçek tarhlarının düzenlenmesinde çalışan işçi kadınlar öğle vakti yemek molasındalar. Yorgun bedenleri, terli alınları, kendi kendine yetme inançlarıyla bütün; büsbütün olmuş.

 Ağızlarına taşıdıkları her yudum, çimenlere oturmuş, yaşamı hisseden her dokunuş kadar güzel, anlamlı ve iştah açıcı… Her öğlen onların yemeklerini yerken izlemenin ayrıcalığını yaşıyorum. Başları önde; birbirine yakın; kimi üç, kimi iki, kimiyse dört kadın; bir daire şeklinde dizildikleri çimenler üzerinde; her canlının yaptığı işi yapıyorlar; vücut esenliği, yaşamın devamı için öğle yemeği yiyorlar.

 İtalyan ressam Giuseppe Pellizza da Volpedo Dördüncü Kuvvet olarak on yılda resmettiği eser 14. Bienali etkinliği içinde Modern Sanat Müzesinde sergilenmekte. İşçi ruhunu, emeğin saygınlığını anlatan eser toprak renginin hâkim olduğu bu eser; uzun, yaratıcı bir sürecin meyvesi olarak kabul ediliyor.

 Sanat ve sanatçı durup dururken ortaya çıkmaz. Gerçek manada sanatçı, toplumların bütün aksayan yönlerini eserine katmayı yüce bir içtenlikle kabul eder. Giuseppe Pellizza da Valpedo da öyle yapmış.

 Tekirdağ sahilinde her gün bahçe tarhlarını düzenleyen işçiler bu tablodan haberdar olmasalar da, emekten, var oluş gerçeği olan üretmekten, yaratmaktan haberdarlar. İşçi sendikaları ne kadar haberdar onu bilmiyorum. Görünen o ki, ülkemizde işçi hakları, işçilerin emeklerine saygı ciddi bir kararlılık içinde takip edilmiyor.

 Herhangi bir inşaata gidip on metre yüksekte, iskelede sıva yapan bir işçiyle konuşsak; iş güvenliği ve sigortasının eksik olduğunu, hiçbir işçi sendikasının, sivil toplum örgütlerinin her gün herhangi bir inşaatta sıva yapan, soğukta ve sıcakta inanılmaz bir çalışma, üretme içinde olan insanlar yokmuşçasına kendi varlığımızın SOYLU sorunlarıyla yoğrulup duruyoruz.

 Konumumuz, kazancımız, unvanımız ne olursa olsun; bize hizmet edecek işçilere ihtiyaç duyacağız. Bu ihtiyacın samimi, güvenli olabilmesi için işçi, emekçi dediğimiz insanların sıhhati, güvenli ve onlar adına kanunlarla sağlanacak ileri, saygın hakların desteklenmesi, bir an önce aksaklıkların giderilmesi gerekir.

  14. Bienal etkinliği sebebiyle Modern Sanat Müzesinde sergilenen sanatçının Dördüncü Güç isimli eseri işçi güruhunun protestolarından esinleniyor. Poz verenler çiftçiler ve zanaatkâr hemşerileri arasından seçilmiş.

  Derli toplu insan topluluğu; çocuklu kadınla iki erkek… Arka tarafta ise ip gibi dizilmiş kadın ve erkekler. Genç erkekler daha kızgınken, yaşlı olanların duruşu daha bilgece. Zaten bu kompozisyon için “barışçıl ve kararlı” ifadeleri resmedilen esere yansıyan figürlerin duruşunu çok iyi anlatıyor. Protestoda büsbütün birleşmiş işçiler daha parlak bir geleceğe yürüdükleri anlatılıyor.

 Yüzyılın başında günümüzden 110 yıl önce ortaya çıkan bu eserin bugüne katkısı oldukça büyük. Neden diyecek olursanız; işçi hakları, emekçilerin kayıpları, hor görülmesi, fark edilmemeleri, yok sayılmaları hiçbir zaman son bulmadı.

 Bugünkü esnaf odaları niçin bu kadar pasif konumda? İşçi sendikaları neden emekçinin hakkını savunamamakta? Aslında esas sorun kendi değerimizin, ortaya çıkarttığımız değerlerin “BİZ” ne kadar farkındayız?

 Tuğlalı parkta birçok duyuru, gösteri yapılıyor. Bunlardan bazıları da emekçiler adına. Katılanları çok rahat sayabilirsiniz. Ya 30, ya da 50 kişi. Oysa orada savunulan emek, ücret, haklar neredeyse bu toplumun büyük çoğunluğunu ilgilendirirken, o büyük çoğunluk öteden beri; varken yok…

 Uygar ülkelerin tarihleri, geçirdikleri süreçler bu yüzden çok önemli. Bugün yakaladıkları huzur, mutluluk, fark edilen değerleri tarihin sayfalarında apaçık bizim fark etmemizi bekliyor. Çünkü onlar kendilerinin fark edilmesi için sımsıkı, büsbütün ve kararlı bir şekilde yürümeyi, tek ses, tek vücut olmayı biliyorlardı. Onlar, emeğin onuruna, saygınlığına inanmışlardı…

 Sahilde ilerlerken işçi kadınlar, işçi erkekler buldukları gölgelerin altında öğle yemeklerini, dinlenme molaları içindeydiler. Sabahleyin yanından geçtiğim işçiler ise iskelenin üzerinde otuz derece sıcaklığın çok ötesinde sıva yapmakla, harç karmakla meşguldüler. Hiçbir güvenlik önlemi onlar adına alınmamıştı. Sigortaları eksik, güvenlik önlemleri yok. Yaptıkları iş; çok büyük…
 İnsanların huzurla, güvenle mutlu bir şekilde yaşayacakları mekânlara beden, ruh katmak; işçilerin yaptığı yüce iş buydu işte…


 Güven Serin  



  

15 Eylül 2015 Salı

ADALET İÇİN



ADALET İÇİN

 14. Bienal Etkinliği için İstanbul’a; sanatın insandan insana aktığı, insanlık için defalarca tekrarlanan insanlık çağrılarına katkı yapan ülke ve uluslar arası sanatçıların 1500’den fazla eserinin bir kısmını görmek adına, oradaydım.

 30’dan fazla mekânda 80’den fazla sanatçının daha barışçıl, daha çok nezaket, hoşgörü, düşünce, irdeleme adına yaptıkları çalışmaların büyük gösterisi…

 Modern Sanat, Galata Salt, İtalyan Lisesi, Galata Rum İlkokulu, Pera Müzesi, Arter Bienal etkinliklerine kapılarını açan mekânlardan bazılarıdır.

 Fransız Kültür Merkezi sinema etkinliği adına Arnaud Des Palieres’in yönettiği film Adalet İçin gösterimdeydi. Saat 19: 15’i gösterdiğinde Kültür Merkezinin sinema salonu seyircisini koynuna almış Adalet İçin çağrı yapan filmin insanın kılcal damarlarına inecek süzülmelerine tanıklık ediyordu.

 Bir at tüccarının ortaçağ kargaşası içinde en iyi atları yetiştirip, kendi kendine yetme erdemiyle yaşamın hoşgörüsü, nezaketi, adaleti içinde çevresinde sevilen, sayılan birisi olarak yaşarken nasıl ölümcül bir insana dönüşe bileceğinin sanatsal gösterimi, insanın insanlık yolculuğunda her an nasıl değişim gösterebileceğini de anlatıyor.

 Filmin konusu yaşadığımız zamandan 500 yıl geriye gitse de ADALET için aynı kaygılar, aynı çağrılar bugün de taptaze bir şekilde devam ediyor.

 Şüphesiz ki uygar devletlerin en büyük çekim kuvvetlerinden birisi adalettir. Devletleri huzurlu, mutlu kılan şey halkların mutluluğu huzurudur. Halkın adaletsizliğe verilen cezalara karşı kabul edişi oldukça gerçektir. Hiçbir insan işlediği suça verilen cezaya karşı gelmez. Boynu ve vicdanı büküktür…

 Karşı gelme, insanın içindeki kuşkularla birlikte başlar. Kuşkuları gözle görülür, akılla anlaşılır kayıplara, çöküntülere dönüşmeye başladıkça adaletin de kokuşmaya başladığının hakiki gerçeği görünür.

 Bugün gelinen noktada adaletin yetmediği ortadadır. Adalet İçin filmin konusu 500 yıl öncesine ait olsa da 500 yıl sonra değişen çok şey olmadığı anlaşılıyor. Bugün, oğlunu, kızını bir yere gönderecek herhangi birisi; bir aile ilk önce tanıdık arar. Bir tanıdık; bir hemşeri; bir akraba…

 Niçin? Gittiği yerde rahat etsin diye. Adaletsizliğe kurban gitmesin diye. Peki, ama mutlu, huzurlu ve büyük bir ülkenin adalet anlayışı; akrabadan, tanıdıktan, hemşeriden çok öte olması gerekmez mi?

 Bir tanıdığı, bir akraba ve hemşeriyi reddeden, onları bulamayan ne yapsın? İçindeki öfkeyi, adaletin aksayan, insanın en hakiki yerine; ruhuna saplanan, büyük acılar veren ve hiç durmadan bağrını deşen bir gölge gibi onu takip eden can çekişmeyi nasıl bastırsın?

 Adalet İçin filmi sinemanın; sinema sanatının ince noktalarını, nezaketle, görsel bir şölen içinde anlatıyor. Dramın, sinema sanatıyla nasıl da yaşam gerçeğine dönüştüğüne tanıklık ettim. Yaşamın dört mevsimi ve ara tonları, sinemanın içinde; göze, akla, iradeye, kulağa sesleniyor.

 Adaleti herkes araya bilir. Filmde bir at tüccarı arıyor. Bulamayınca kendi imkânlarınla bulmaya başlıyor. Tıpkı adaletsizliğe katkı yapan, ölümü, acıyı, zorbalığı besleyenler gibi; onların tarzlarından daha güçlü, daha etkin, kararlı bir şekilde adaleti bulmaya çalışıyor.

 Küçük bir kızın; at tüccarının kızının duyguları bir başka şeyi anlatıyor bize. En güzeli, en doğruyu sadece yetişkinler bilip anlayamaz! Bunu da bu filme anlayacak; en yakınımızda sürekli küçük gördüğümüz o büyük meleklere farklı bakmayı kararlı bir şekilde kabul edeceğiz.

 Vita Sakville, bahçe düzenlemesine oldukça düşkün bir yazardır. Bir sözünde adalete susamış olanlara belki de can suyu sunacak kadar derin, anlamlı ve kalıcı bir haykırış yapmıştır;

“ Küçük zevkler dindirmeli büyük trajedileri. Bu yüzden sakınmam sözümü, savaşın orta yerindeki bahçeleri anlatırken.”

 Her daim; her çağda, bir başka şekilde adaletsizlikler hep olacak. Bugün en gelişmiş uygarlık kabul ettiğimiz Avrupa ülkelerinin Doğu, Afrika, Asya insanına baktığı adaletsiz bakışlar gibi; kendi ülkemizde birbirimize duyduğumuz zavallı kuşkular gibi…

 Vita Sackville’den bir şiir; belki bir başka insanlık sanatı;

Yorgun bir yüzücü dalgalarında / Bambaşka bir diyara asırlarca / Bir resme baktım, gömülmüş suya / Ne rüzgâra, ne karışan sedaya.

 Güven Serin 







12 Eylül 2015 Cumartesi

SORU SORMAK


Kamera; Güven Modern Sanat Müzesi-İstanbul
14. Bienal Etkinliği


SORU SORMAK!

 Niçin bu kadar önemli soru sormak? İlk önce kendimize sorabilme hürriyetine sahip olabilmek; niçin bu kadar önemli? Muhtemelen bir avuç hatta bir yudum bile olmayan yaşamın daha anlamlı olabilmesi için…

 Eğer önemliyse yaşam, kaldırıp bakabiliyorsanız göksel açıklığın engin, uçsuz bucaksız denizine; bu büyük hiçlikte kaybolmamak istiyorsanız; yanıt bulacağınız, bulmak isteyeceğiniz soruları sormak zorundasınız? İlk önce ben kimim; niçin bululuyorum burada? Hiçbir filozofun tam olarak ikna olmadığı yaşamın içinde bulunmanın aynı zamanda bir mucize; muazzam bir sanat olayı olduğunu bilerek; sormalı en güzel, en can alıcı soruları…

 Soru sormanın kültüre, yaşam akışına dönüşecek oluşu ilk önce kendimizi kendimizden de kurtarmak anlamına geliyor. Nasıl mı? Kalıplardan kurtulmaya başlayarak. Her gördüğümüz insana “merhaba kanki” demeyerek. Kullandığımız sözcüklere her gün bir yenisini katarak… Edebiyata sadece şaklabanlık yapma gözü bakmayarak… Psikiyatriyi, toplum bilimini, siyaset bilimini, sanata ve zanaatı önemli bularak…

 Neredeyse her gün önünde geçtiğim Namık Kemal Evinin bahçesinde durağan ana soru sorarak başlıyorum. İçimde ki soru sorucu biraz daha geriye çekil ve ahşap kaplı evi betimle diye sesleniyor. Ne görüyorsun? İkinci katta bir balkon; genişliği bir metre, uzunluğu üç metre kadar… Balkona bakan iki cam var. Balkonun her iki tarafında cumbalı iki oda; birbirinin aynısı; ikisinde de üçer cam var. Simetriden faydalanıp estetik görünüşe; hoşluğun derin, sessiz güven verici sıcaklığına kavuşulmuş.

 Bunlarla indim sahilin Mutlukent çay bahçesine. Halkın susadığı, susuzluğunu, engin açıklıkta ruhsal terapi buluşları içinde soru sorduğu yere; Niçin bu güne kadar bu halk sahiliyle buluşturulmadı? Sorusunu bir kez daha; bin kez sorduğum gibi…

 Prof. Dr. İbrahim Ortaş çok önemli bir soruyu hatırlatıyor. Bilim insanlarımızın dünyadan kopuşunun anlatımını; büyük uyarışını şu sözlerle yapıyor;

 “ Araştırma teknikleri, konuların ele alınışı yaklaşım ve üretkenlik bilgi ve üretim yönünden çok çok gerilerdeyiz. Görebildiğim kadarıyla gelişmiş ülkeler üniversiteleri veya araştırıcıları konuyu soru sorarak ve hipotez kurarak başlıyor.

 Bizim gibi ülkelerden gelen araştırmacılar ise, halen durum tespiti ve üretim artışı konularında duruyor.”

 Tılsımlı bir yaşam tespiti gibi; soru soran, hipotezini ortaya süren ülkelerin aldığı yol ve yolculuk gözler önündeyken, yaşam fışkıracak, uygarlıklar cenneti olan ülkemizin talihsizliği sorulmayan sorular ve verilmeyen cevaplarda gizli…

 Soru soran kendi hipotezini oluşturan Prof. Dr. Engin Umut Akkaya’nın düştüğü durum ise tam bir ibretsel gösteri. Akkaya’ya dünyanın önemli kimya Dergisi Angewante Chemie ciddi önem verip kapak konusu yapıyorken aynı Profesöre TÜBİTAK bir yıl ceza veriyor. Araştırmasına da desteği çekiyor…

 Prof. Dr. Engin Umut Akaya neyin sorusun sormuş neyin hipotezini oluşturmuş? Dünyada en önemli ciddi harcamaları ve ölümleri geride bırakmış kanser hastalığı tedavisinde FOTODİNAMİK terapi konusunda yaptığı çalışmalar anlatılıyor.

 Fotodinamik kanser tedavisinde, kimyasal tedavi, ışın tedavisi ve cerrahi dışında, klinik potansiyeli olan bir tedavi biçimi olduğunu öğrendim. Neredeyse yepyeni bir umut ışığı; milyonlarca kanser hastası için; muhteşem bir tedavi yöntemi…

 Bu araştırmalar sorular sorarak, emekler harcanarak devam edecek; bundan hiç kimsenin şüphesi yok. Şüphemiz şudur; bu ülkede, ülkenin üniversitelerinde, bilim kuruluşlarında niçin sorular gerçeğe, bilime yakın sorulmuyor?

 Niçin yetersiziz? Niçin sürekli batının buluşlarına mahkûmuz? Niçin insanlığa bizler de yeni şeyler üretip bırakmıyoruz? Niçin hep kavga ve ölümden konuşuyoruz? Niçin üniversiteler lise düzeyine indi?

 Bir sürü soru; sormak cesaret işi; bol keseden atmak, tutmak ve ölü kahramanları davet etme işi değil elbet…


 Güven Serin 




9 Eylül 2015 Çarşamba

GÖMEÇ HANIM, İHSAN BEY ACINIZI PAYLAŞIYORUM


Ezgi Göçmen Sefer 

Güle Güle Ezgi Öğretmen

GÖMEÇ HANIM, İHSAN BEY ACINIZI PAYLAŞIYORUM

  İşyerine hazlı her zamanki telaşlı adımlarla yaklaşıyorken Gömeç Hanım ile İhsan Beyin evlerinin kapısı önündeki kalabalığı fark ettim. Gömeç Hanım güçlükle durmaya çalışırken İhsan Bey belki de erkeklere özgü “güçlü olmalısın” genetik uyarısıyla soğukkanlılığını korumaya çalışıyor, derin acısını içine hapsetmenin buğulu duruşunu sergiliyordu.

 Göçmen Hanım ile İhsan Beyin yüreklerine acı düşmüştü. Kızları Ezgi Göçmen Sefer’in bu dünyadan ayrılış acısı… Şairin sözleri çınlasa da kulaklarımızda; “ her ölüm erken ölümdür” mısralarını bir kez daha hatırlasak da yine erken bir ölüm…

 Tam da Iğdır’da şehit olan polisleri içine sindirmeye çalışan, ölüm ve öldürmeleri sadece şehitlik ve terör yüceltmesi ve lanetlemesiyle haykırmanın insani tarafını irdelerken… Yanlarından süzülüp geçtim. Küçük bir derenin kendi yatağından, taşların, toprağın içinden süzüldüğü gibi Gömeç Hanım ve İhsan Bey’in yanından; öylesine, cesaret edemeden…

 Biliyorum; elini sıkmak, acılı bedene sarılmak, yaşına yaş katmak; tuzlu suyun yüce yaşatma sanatıyla bir başka yüce esere dönüşmek önemli; biliyorum. Cesaret edemedim; bilmiş olmanın korkularıyla, içlerine, kılcal damarlarına yayılan hüznü, sorgulamayı, ölüm ile yaşam arasındaki sıralamanın şaşmasını sorgulayan anne ile babaya “başınız sağ olsun” diyemedim… Demenin yetersizliğini gördüm; içimin engin yaşam seslenişleri içinde…

 Hermann Hesse Göçebe Knulp’da yaşamın sonsuz seçenekler içinde en altta bile nasıl bir yücelik içinde ölüme yürüdüğünü anlatır. Bu anlatıma bir de şiir ekler;

Yorgun bir yolcu göçebe
Bir lokantada oturur,
Başkası sanmayın sakın
Kaybolan oğuldur

  Buradaki oğul, evden çekip giden ve sonra büyük bir pişmanlıkla tekrar eve dönen ve ailesi tarafından neşeyle karşılanan oğuldur.

 İşte burada Kesmekaya Sokakta da bir kız gider… Tekrar buluşulacağı, geri döneceği bilinirken yine gözyaşları bilinen yataklardan süzülür onların kutsanacağı denize doğru… Canlı olmanın yüceliğidir ölüm. Herkesin bildiği halde, hiç kimsenin kendi ölümüne inanmadığı gibi…

 Ezgi Göçmen Sefer; gittiğin yolu-yolculuğu herkes kendi inancı, bilgisi ve sezgileriyle yorumlayacak. Kimi, ışıklar içinde, kimi, huzur içinde diyecek… Senin ruhunun seçeneklere dokunuşu içindeki engin bilgi, görgü ve felsefenin tercihi ile olacaktır. Biliyorsun ki yaşam, son anıyla ölümle, gidişle değerlendirildiğinde büyük acı sunar.

 Hâlbuki senin doğumunla şenlenmişti Göçmen ailesi. Senin bebek gülüşün, kokularınla dolmuştu evin içerisi baş döndürücü kokularla. İlk sözcüğün, ilki adımın nasıl da coşku yaratmıştı. Okula başlayışın, eve koşuşun, sarılışın ve yaşamın o eşsiz sanatı içinde değişime serpilişin…
 Hepsi mutlu etmemiş miydi Göçmen ailesini. Sana sarılan Gömeç ve İhsan Göçmen insan kimyasının en üst erdemini, sıcaklığını, kılcal damarlarda bile hissetmemişler miydi?

  Gömeç Hanım, İhsan Bey acınızı paylaşıyorum. Bu acıdır ki insanı biraz daha insanlaştıran. Kaybedişi bir başka var oluşta, buluşmada bütünleyen; insanın içindeki düşleri, ümitleri bir ressamın, heykeltıraşın, bestecinin sezgi, görgüsü gibi bütünleyen ve en sonunda o yüce yaşam algısı; hissedişiyle bir başka boyuttan gelmiş gibi esere dönüştüren şey…

 Ezgi Göçmen Sefer; benin inandığım yolun yolculuğunda ölüm, değişim, DÖNÜŞÜM demek…
 Yaratanın yüce dünyasında bir kıymığın dahi ziyan olmadığı, hepsinin toplayıcısı, değerlendiricisi düşünüldüğündü, senin de yolun, yolculuğun bir başka yaşamın esin, esinti dolu gidişidir; hoşlukla, esenlikle…

Güven Serin 



8 Eylül 2015 Salı

KAFESTEKİ SİNCAP


Kamera; Güven Karabatakların Diyarı

II.Abdülhamit Anıtı 1902 

Mimar; Vallaury

İnsanlar kafesteki sincap gibi oradan oraya çırpınırken
Bir taraftan da zamana yenik düşmemek adına yine,
zanaat, sanat ve estetiğe muhtaçlık; hepsi "gurur,güç,kalıcılık" 
adına...

Buradaki Karabatakların her yıl nesilden nesle yuva kurup
yavru büyütmeleri görülmeye,izlemeye ve anlaşılmaya
değer.

KAFESTEKİ SİNCAP

Düşünür ve yazar Der Jude Dergisinde bir hikaye okur. Okumadan önce derin bir oh çeker; kendini beğenmişlik nöbetlerinden kurtulduğu, küçük bir ara verdiği için…

 Dergi kafeste oradan oraya dönüp duran sincabı anlatır;

“ Kafeste bir sincap gibi! Devinimdeki mutluluk, darlıktaki umutsuzluk, diretmedeki kaçıklık, dıştaki huzur karşısında perişanlık duygusu… Bütün bunlar gerek bir arada, gerek nöbetleşe varlığını sürdürecek, hatta o kepaze son gelip çattığı zaman bile farklı olmayacak durum.”

 Özgürlüğü sadece yalnız, sorumsuz yaşama, sorumluluktan kaçma gibi görenlerin yaşadığı bıkkınlığı, dibe vurmayı anlatmaya gerek yok. Çevremizde bolca; mirasyedi, köşe dönücü mutsuz, derbeder budala dolu… Özgürlüğün irade ve sürekli öğrenip yenilenme ile birlikte dönüşüm olduğunu hiçbir okul öğretmiyor bugün. O yüzden, çırpınan göçler; oradan oraya savrulan insanlar ve insanlık…

 Suriyelileri ibretle izliyorum. Doğdukları yerden kaçışları ürkütücü bir hal almış durumda. Tıpkı kendi şehrimin köylerinin hızla şehirli olacağız diye varını yoğunu bırakıp, bugün uyar dünyanın tekrar dirilttiği organik yaşamlardan kaçıp, şehirlerin kenar mahallelerine, şehir ve beton yığınlarına teslim oluşunu; ibretsel bir sessizlik içinde bakıyorum.

 Ya da boşalan doğu, güney bölgelerimiz… Yığınlar içindeki batı bölgelerin emniyet, sosyal, kültürel çığlıkları; sanki sağırlar zamanı-çağı içine düşmüşüz; 21. yüzyıl bu çağın başlangıç zamanı gibi…

 Kafesteki sincabın çaresizliğini görüp kendimizi özgür hissetmenin yanlı tarafında esir olduğumuzu bilmemek; hazin bir insanlık ağıtını, pop kültürü gibi dinlemek; çaresizliğin, yetersizliğin TA KENDİSİ değil de nedir?

 Sınırlı sayıda çalışanın, kazanç kapısının, öğretinin, sorgulamanın olduğu, başarı ve zekânın “köşeyi dönme” dön de nasıl dönersen dön mantığıyla neredeyse tüm ömür boyunca “HEMŞERİ” ve TANIDIK” arama peşinde koştuğumuz güya adına özgürlük, kent yaşamı dediğimiz insanlık biçimlenmeleri…

 Ne Suriyelilere, ne çok hızla göç eden köylülere, ne de doğudan, doğdukları bin yıllık medeniyet zenginliklerinden kaçan insanlara üzülelim. Çaresiz üzülmeleri hiçbir şeye yaramıyor. İlk önce kendimizi sincaba benzeyen durumumuzu kurtarmamız gerekiyor…

 Düşünürün kafesteki sincap hikâyesi bir toplumun kurtuluşu kadar önemli olsa da, toplum bireylerden oluştuğunu düşünürsek; kendimizi, yani “ben” kurtarmalı bakarken sincabın çırpınışlarına.

 Darlığın umutsuzluğu, direnmenin kaçıklığı yaşanırken toplumun sağlıklı oluşu Y ve Z Kuşaklarının merhameti, şefkati, vefası ve uluslar arası başarısı beklenir mi? Düşünmeli tıpkı sincap gibi; devinimin mutluluğunu içerken; sadece rakı bardağını kaldırıp “şerefe” , ‘yarasın” demeyi ezbere bilirken; çay, su, kahve bardaklarının kıymetini bilememek; devinimin çırpınışları, umutsuzluğu ve çaresizliği içinde var olduğumuzu sanmak; varlık adına ne büyük yanılgı dostlarım…

Güven Serin