29 Temmuz 2015 Çarşamba

YA YOLDA OLMAK YA DA YOLDA ÖLMEK

+

Kamera; Güven     Çoçuklar-Tekirdağ

Yolun yolcusu olan küçük şeyler-kişiler


YA YOLDA OLMAK YA DA YOLDA ÖLMEK… 

  Fransız düşünür, yazar Sartre ‘Varoluşçuluk ve Hümanizm’adlı konferansında şöyle der;

“ Tüm var oluşun başlangıcı insandır, insan kendiyle yüzleştiğinde, dünyada ki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey ve algının içinde kendini tanımlar.”

  Toplumlara bulaştırılan hastalıklı düşünceler yüzyılların sürecinden geçtiyse bunu yok etmek oldukça zordur. Görünürde her şey geçmişe göre daha iyidir. Suyumuz, elektriğimiz, telefonumuz, arabamız, evimiz, kredi kartlarımız vardır. Yolların çoğu çifte kavrulmuştur. Her şehre hava limanı açılmaktadır. Üniversiteler çığ gibi artmaktadır.

 Bütün bu gelişmelere rağmen hastanelere, hapishanelere dolan insanların artışından kim sorumludur? Sosyologlar bu işe ne diyor? Üniversiteler? Din adamları? Ahlakçılar? Toplum Bilimini tam olarak anlamadan, insan psikolojisine baskı yapan yön veren etmenleri tam olarak kavramadan yol almak mümkün görünmüyor…

  Yaşadığımız hayatı bir parça masaya yatırdığımızda günlük yaşamın diğer günlerimiz için ne büyük öneme sahip olduğunu gözler önüne sermek istiyorum. Ülkemdeki eğitimin yetersizliğini, eğitimsiz insanların bir parça ekmek, onların tabiriyle “nafaka” bulmak için ne büyük içtenlik, alın teri ve zorluklar içinde var olma koşusu yaptıklarını hep birlikte görelim…

 Çoktan beri görmediğim tanıdığımla liman çay bahçesinde buluştuk. Çay ve sohbet kendi demini oluşturdu. Tanıdığım hastalıktan yeni çıkmış, hastalık sürecinde hırpalanan bedeni kendini yeni toplamaya başlamıştı. Sonuçlarını daha almadığı hastalık seyri yakında doktorları tarafından rapor edilecek. Her türlü çaba, tedavi sürecine rağmen gelinen son noktada tanıdığımın yaşama dair pes edişine tanıklık ettim. Oysa gösterdiği direnç, aylarca süren tedavinin bir tek anlamı vardı; YAŞAMAK…

 Daha sağlıklı yaşamak adına doktorlara, hastanelere muhtaçlıktan önce kendimize muhtaç olduğumuzu öğrenmemiş toplumun fertleriyiz. İlaçlara mahkûm olmadan besinlerle, hareketle, iradeyle oluşturacağımız sanatsal yaşam, henüz bizlere lüks gibi görünüyor…

 Tanıdığıma olabildiğince gerçeğe yakın moraller verdim. Hastalık sürecinin sonuna geldiğini, artık yeni yepyeni bir yaşamın içinde olması gerektiğini söylerken gözlerini kaçırıyor; tüm bedeninin ve ruhunu ona vermeye çalıştığım moral besinlerini dışa atmakla meşgul oluyor görünümü içindeydi.

 Oysa şekersiz içtiğim çayın şekerlerini garsona verirken ortaya koyduğu düşüncesi, sağlığı ve bundan sonraki yaşamı için ortaya çıkarttığı yüksek algıdan çok daha fazla oldu. Niçin şekerleri geri verdiğimi ısrarla sordu. Onların parasını ödemiş olduğumu birkaç kez hatırlattı. Şeker toplamadığımı, bir kutu şekerin aylarca gittiğini söylesem de, fayda etmedi… Ona göre en önemli konu; çayın yanında gelen şekerleri kullanmıyorsak cebimize koyup, eve getirmekti…

 Tanıdığımla “geri verilen şekerler” hakkında dakikalarca konuşmamıza rağmen, ona geri dönecek sağlığı hakkında bir dakika bile konuşamadık. Çünkü beyni sağlığa, dönüşüme, yenilenmeye dair bir şey üretmiyordu. Kapalıydı… Çevrenin ürettiklerine kurban olmuş durumdaydı.

 Hâlbuki tanıdığım oldukça eğitimli birisi. İçindeki edebiyat birikimi, öğretim aşkı oldukça fazla olmasına rağmen; toplumun baskıları, aşırı toplumcu kalıplara sığınarak geçen bir ömür onu toplumuna adanmış kurbanlığa dönüştürmüştü.

 Oturduğum eve yakın bir yerde eski bir apartmanın yıkımı günlerdir sürüyor. Yıkımın vazgeçilmezi yine Roman vatandaşlarımız. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepsi, yıkılan inşaattan çıkacak demirlerin peşinde… Verdikleri mücadele insanüstü… Çalışan yıkım makinesinin paletleri altında her an kalabilirler! Kepçesi tarafından ağır yaralanma riskleri var. Bu riskler onlar için sorun görünmüyor. Molozlar üzerlerinde ormanda daldan dala koşuşan maymunlar gibi; istedikleri sadece günlük nafaka…

 Yıkılan inşaattan bütün tehlikelere rağmen günde 30-40 kg demir çıkarmaya çalışan insanların umutları bir günden öte geçmediği halde; verdikleri yaşam uğraşı, heyecanı oldukça yüksek… Görülmeye değer… Bu insanlara sunulacak iş imkânları, çalışma azimleriyle birleştirilince ortaya çıkacak üretim, canlılık şenliğe dönüşeceği kesin…

 Bu insanların eğitimi de yok denecek kadar… Bir tek güçleri var onları yaşama bağlı tutan; yaşamın somut gerçekleri; açlık! Nerede ve nasıl barındıkları bile onları çok fazla meşgul etmiyor…

 Çay içtiğim, hastalıktan yeni çıkmış tanıdığımın ise her şeyi var… Sizin sizde olmasını istediğiniz her şey… Bir tek şeyi yok; yaşama arzusu… İyi bir eğitimin, tokluğun, zenginliğin yeterli olmadığı; yetmediği bir toplumda, toplumsal hastalıkların hızla bulaşıcı etki yaptığı bu zamanda kurtarıcı bekliyoruz.

 Cumhuriyetin ilk 15 yılına geri dönülmeli. Hangi alanlarda hangi devrimlere öncelik verildi! Toplumu boğan kalıplar ancak eğitim, sanat, ilimle nazikçe yok edilebilir…


 Sartre’nin şiiri son dizlerinde ki gibi; “ Ya yolda olmak/ ya da yolda ölmek…”


 Güven Serin 




27 Temmuz 2015 Pazartesi

İKİ BİNİNCİ YAŞ GÜNÜM


Kamera; Erdem   Ganoslar-Tekirdağ


İKİ BİNİNCİ YAŞ GÜNÜM

  Kulağa ne kadar çok tuhaf geliyor dostlarım. Ülkemizde ortalama ölüm yaşı 65–70 olurken, dünya üzerinde yüz yaşını geçmiş insan sayısı sayılı durumdayken, benim iki bininci yaş günümü hayal etmem; ne büyük iş…

 Bunun da bir sebebi var. Bu başlık da öyle laf ola beri gele, söylemi için atılmadı. Habertrak Gazetesinde kim bilir kaç zamandan beri yazıyorum; düşün sanatının, dokumacı kuşların, murç, keski sallayan heykeltıraşların, tuvale dokunan ressamların, tarlada akıttığı terin kötü kokmadığı insanların; insanlığın hatırına…

 Bir başladım; on oldum. Sonra yüz ve bin… Şimdi tam da şu an; okuduğun bu makale; ey sayın okuyucu iki binici… İnsanlığın hayal ettiği ebedi yaşam sürecine eklenecek olan; binden sonra gelecek bir bin daha yaşayarak ulaşılacak kutsal rakam…

  Düşün insanı, yazmaya giden yolculukta içinde yaşadığı halkına, sıradan sayılan yüce hayata muhtaç olduğu kadar; yazarlara, şairlere, zanaatkârlara, sanatçılara ihtiyaç duyar; anıtsal bir içtenlik içinde.

 Ben de öyle yaptım; iki bininci yaş günüm için iki yazar-şair dostum ile sohbet ederek kutladım bu düşsel yolculuğun yıldızlara uzanan konçertosunu.

 Ölene kadar yazmaya devam eden Proust’un son sözünü yazdıktan sonra, 1922 baharında bir akşamüstü saat dörtte uyanınca, yanında çalışan kâhya kadını çağırıp;

 “ Bu gece müthiş bir şey oldu. Bu gece bütün ömrümün son sözünü yazdım. Artık ölebilirim! “

 Yazmayı yaşamlar içinde yaşam sanan, doğa ile insanı birleştirmeye adanan bir insan… Ve bütün zamanlara ait; hiçbir zamana kıstıramayacak bir söz daha söyler;

 “ Işığınız olduğu sürece çalışın! “

 Limanın iğde kokuları baharla birlikte yaz zamanına aktı. Dönüşümün milyon kere milyon muhtaçlığı içinde… Yelken Kulübün çayhanesi, esintinin, taşlara tırmanış, yaşam serüvenine sımsıkı yapışmış yosunların, akşam olunca iskele akyalarının üst çıkıntılarını yuva yapmış karabatak kuşlarının hemen yakınında diğer arkadaşıma Giovanni Papini’ye heyecanlı bir ses tonuyla, “ bu gün benim iki bininci yaş günüm Papini; Proust’a seslendiğim gibi ona da bir çay söyleyerek seslendim.”

 Papini, uyuşuk bedenleri, kireç bağlamış beyinleri, sonsuza ve uyuşukluğa adanmış canlıları uyandırmak istercesine dostu olan bana takılmadan edemedi;

 “ Sen kim olursan ol, şu anda burada senle yüz yüze olmak, gözlerini gözlerime dikmek, ellerini sıkmak ve sana alçak sesle; YAŞADIĞINA İNANIYOR MUSUN? Gerçekten, derinlemesine yoğun yaşadığına? Bu hayatın sana, gençliğin ateşli gecelerinde belki hayalini kurduğun kadar güzel ve büyük görünüyor mu? Demek isterim.”

 Dost bu ya; en kara zamanları değil, en yüce zamanları bekler. Kara zamanı bekleyeceksin de ne olacak? Papini gibi rüzgârın şiir tadında estiği, denizin sevda tadında ruhumuzu yaladığı bir anda esecek, söyleyeceğini söyleyeceksin. O da öyle yaptı. Laf aramızda iyi bir laf ustası, hiciv mimarıdır.
 Çayını yudumlarken, çay demi dalga dalga Marmara Adacıklarına yayılırken Papini yine söyledi söyleyeceğini;

 “ Yaşamayı bilmediğin için başkalarının hayat atışlarını dinleyen güçsüz insancık. Yaptığın eylem sana alçakça, kalleşçe, çok kalleşçe görünmüyor mu? Ve sen, belki kitap okuduğun, yazdığın için yaşadığına inanıyorsun! Dışarıya çıkarken sen ‘bihaber’ psikolojiden anlamayan ve edebiyatla beslenmeyen alçak halk tabakasına büyük bir hor görüyle bakacaksın.

  Kendi kendine, ben bir entelektüelim, bir seçkinim, bir düşünürüm, bir aristokratım, üstün bir kişiyim, kısacası bir elit üyesiyim dersin. Dünya etrafımda dönüyor, dünya benim için yaratılmış. Eğer uymazsa sahne tasarımcısına bir tekme atarım.

  Ey kalleş düşünür-yazar. Seni bu sebepler yüzünden hor görüyorum, tiksinç ve acı veren bir nedenden ki sana çok benziyorum, ben de neredeyse senin gibiyim; ey yazar!”

 Benim iki bininci yaş günü kutlamam fazla ciddiye alındığını gören Proust imdada yetişti. Papini’nin bitip bilmeyen iğnelemelerini susturdu. Bir şiirle tokuşturdu çay bardaklarını; ışığı görüyorum; öyleyse çalışalım; sohbet edip, düşünelim, yazalım ve tekrar okuyalım, dedikten sonra mavi yeşil ve grilikten oluşan denizin öte yakalarına bakarak seslendi;

Elim elinde uyuyor, alnım senin huzurunu hissetmek için
Senin omzunda kalmak istiyor,
Aramızdaki aşk öpücüğü gibi tir tir titriyor
Ve kendini gözlerimizde yaşlarla görünce gülümsüyor

 Ey okur; bu gün benim iki bininci yaş günüm. İki bininci makaleyi; iki milyar kere düşünmüş, iki milyar yıl önceki zamanlardan çalıp sana taşıdığım halde; belki senin haberin bile yok; ey kıymetli, ey alçak, ey sıradan, sıra dışı okur…

 Güven Serin 





23 Temmuz 2015 Perşembe

GOETHE TEKİRDAĞLI OLSAYDI


Kamera; Güven  Ganoslar-Tekirdağ

GOETHE TEKİRDAĞLI OLSAYDI!

 Goethe neredeyse bir yüzyıla yaklaşan hareketli, dingin ve edebiyat dolu yaşamının bir sürecinde seslenir;

 “ Babamdan dış görünüşümü ve hayatı ciddi sürdürmeyi, anacağımdan şen tabiatımı ve hayal kurma zevkimi aldım.”

 Goethe neredeyse tüm yaşamını ana ve babasının ona bağışladığı genetik ve yaşam felsefesini ileriye; daha ileriye taşıyarak; son ana kadar hareketin; yani yaşamın, sevginin, üretimin içinde kalarak insanlık tarihine; dünya edebiyatına büyük bir armağan olarak bırakmıştır.

 Sevmeye, sevişmeye, diğer ülke insanlarıyla, sarmaş dolaş olmayı öncelik saymış Goetho Tekirdağlı olsaydı şehrim için ne değişirdi? Namık Kemal’in başına gelenler onun da başına gelirdi. Birkaç yere heykeli dikilir, birkaç okula ismi verilir; şehrimin ılımlı, barışçıl insanının solmuş, meraktan arınmış yorgun bakışları arasında sıradanlaştırılırdı.

 Batı şehri olmanın uygar ölçülerini zorlamaktan korkan şehir insanım; bulunduğu coğrafyanın, üzerinde yaşadığı bu güzel yerin mucizevî gizemlerini bir türlü görme ustalığına kavuşamamıştır. Bitip tükenmeyen guru bakışlar, söylemler ve köy ağalığı algısı; bir türlü entelektüelliğe erişememek; şehrinin öncüsü olmaktan korkan, kenar mahallelerin çoğalmasını kınamayan ama barışçıl, değişime hazır; fakat o değişimin esas gücü kendinde olduğunu bir türlü görmeyen Tekirdağlı felsefesi…

 Goethe ısrarla şunu savunuyor; “ Kendi hayatının mimarı olmak! Hayatı esere benzer görmek… “

 Şehir insanıma, hatta ülke insanlarımıza yakından baktığımızda; ne büyük zenginliklere sahip oldukları halde; edebiyattan, felsefeden yoksun kalınca nasıl bir kısırlık içinde patinaj yaptıklarını görüp üzülüyorum. Halen, gezmeyen, görmeyen denizin, dağların, ülkelerin kıyısında olup da burayı tüm dünyaya açma becerisi gösteremeyen ülkemin şehir insanlarıyız…

 Geçen zamana üzülmekle neleri kaybettiğimizi bir anlasak! Hâlbuki zamanı durdurmak, hüzünleri, yoklukları, kırılganlıkları bile geçen zamandan geriye almak; yine zengin düşüncenin, edebiyatın sonsuz düşleri içinde gerçeğe yakın olan sanatın gizeminde ruhumuza yakın olduğumuz kadar yakın olan yerdedir.

 Bir gezgin; “ insanın gittiği yerdedir cennet” demişti gözleri ışıl ışıl parlarken…

 Tabiatın, yaratıcının insanlığa serptiği insanlar oldukça nadidedir. Tıpkı nadide olan çiçek, ağaç ve hayvanlar gibi. Onları, onların değerlerini, içlerinde ki taşan güzellikleri ortaya çıkartmak için şairin titizliği, ressamın zarifliği, bilim insanının sabrı gereklidir.

 Bu sabır “yarınımız” dediğimiz gençliğe daha ana sınıfında, hatta kreşlerde başlayan öğretilerle doğmaya başlar. Hiçbir ülke sadece politikacılarıyla kalkınamaz. Sanatçıları, bilim insanlarıyla ülkelerin kaderi, dünyanın kaderiyle birleşir. Dünyalı olmanın büyük erdemi, hiçbir duygu onunla boy ölçüşemez…

 Kavgayı, bulunduğu yeri bataklığa çeviren şehirler şehir olmanın keyfini, huzurunu süremez. Ülkeler de öyle… Kalıcılık, istikrar politikacıların siyaset sanatını, siyaset bilimiyle yoğurarak ortaya çıkar.

  Sanatı, bilimi özgür bıraktıkları zaman; Namık Kemal ve diğer şairlerimiz heykel olmaktan kurtulur; yön veren felsefeye dönüşür.

 Tıpkı Goethe’nin 80 yıl boyunca tutunduğu sanat anlayışını dünya edebiyatıyla birleştirip, insanlığa büyük bir miras bırakması gibi; aradan geçin 266 yıl sonra bile sevginin, sevmenin, yaşam titizliğinin, heyecanının taptaze kaldığını görmemiz gibi…

 Goethe sanatçı bakışını şöyle ifade eder;

“ Şairin titizliği, aslında biçime ilişkindir, ona malzemeyi dünya zaten bol bol vermektedir; öz ise onun iç varlığından kendiliğinden kaynaklanır; her ikisi de bilinçsizce birleşir, öyle ki sonunda zenginlik aslında hangisine aittir bilinmez.”


 Güven Serin 

 









20 Temmuz 2015 Pazartesi

BİR BAYRAM DAHA GEÇTİ


Kamera; Güven Marmara Adası


BİR BAYRAM DAHA GEÇTİ

  Azize Terasa bir not düşmüş kayıp zamanlara, kayıp kitaplar kütüphanesine;

“ Ve dünyasal şeylerden umudu tamamen kaybetmişken; ölmeksizin ölürken…”

Bu bayram da diğer bayramlar olduğu gibi; olanca sıradanlığımla sıradan halkımın arasına karıştım. Hiçbir farkımız yoktu; soluk alıp veren bedenlerimizin damarlarımızda dolaşan kanları bakımından. Onlar da benim gibi telaşsız, kıpırtısız, bir gölge, bir düşün, düşüncenin, sitemin ardına sinmişlerdi.

 Kim sorarsa bayram kutlanıyordu. Her üç kişiden birinin birine dargın olduğu, birbirlerine verdikleri sözü tutmadıkları, aldıkları borçları ödemedikleri için. Dargınlık, zamanın en iyi merhemi gibiydi; birbirlerini en alçak, en zalim ve en kutsal bir şekilde suçlamaya, mahkeme önünde cezalarının kesilip; sonsuza kadar onları suçlu ve günahkâr ilan etmeye hazırdılar.

 Burada ayrılıyordum sıradanlığıma dokunan gamsız duygularımı da yanıma alıp; sıradan halkımın arasından ayrı bir yaratık gibi, zincirleri koparıp kaçıyorum. Ne yapıyorsa bir parça gökyüzü bilgim yapıyor. Dünyanın süratini, uzayda yaptığı mucizevi yolculuğu ve uçsuz bucaksızlığı düşününce; kayıp giden tarlalarımıza, sevdiklerimize, mezarlığa uğrayıp kardeşim Hasan ve babamın mezarına annemin bahçesinden kopardığım çiçekleri dikerek;en kolay ve en sade, en tarafsız bayram kutlamasını yapmayı daha öncelikli buldum…

 Devasa gökyüzünün hiçbir ressamın, şairin, yazarın, düş satıcısının erişemeyeceği çılgınlığa eriştiğini, bitip tükenmek nedir bilmeyen insanlık çığlıklarına göstermek isteyen çocuk tarafımı, büyük sanılan duruşumla örtüyorum… Ne yaman bayram kutlaması; ne büyük törensel şey; şekerin, yeni ayakkabının hiçbir anlam ifade etmediği; tatlıların bile eski keyfinden bihaber olduğu bir şey…

 96 yaşında ki Ayşe Ninenin kurumuş ama halen yaşam olan elleri ellerimdeyken onun fısıltısını duyuyorum; “ ölmedim daha! Ölemedim!” hemen yanında duran hap dolusu tepsiye dokunma, diyor. Dokunma, onlar benim kurtarıcılarım. Günde on tane hap kullanıyorum. Neredeyse elli yıldır onun yanından eksik olmayan hap; Gripin ne kadar tanıdık ve büyük bir ulusun gücünü-güçsüzlüğünü anlatıyor…

 Üreten çiftçi; üretime dair hep bildik oyunlara kurban gidişini; borçların borçla ödenmesine dayanarak yaptığı için; borç niyetine yüz yağlarını, erdemli duruşlarını ve gülümsemelerini vermiş. Çalışırken batmanın, bataklığa dönmüş insan ormanının bayram kutlamaları; zenginlik gösterisi sayılan harç-borç alınan araç ve onların arkalarına yazılan isimlerle, anıtsal bir hatırlanma telaşı; yazgıya, yazılacak bir şeyler, eşe-dosta gösterilecek; hesap sorulacak ve ödetilecek bayram törenleri…

 Hatice ananın mavi gözleri; deniz kadar, gökyüzü kadar mavi… İçindeki o sonsuz zanaatkârlık aşkı; çoktan insana, insanlığa dönüştüğü halde bitmeyen bekleyiş, ona verilmiş sonsuz bir görevmiş gibi ilk fırsatta koşup gittiği mezarlıkta; Hasan ile Yusuf’un mezarlarını süsleyen çiçek ve ağaçlara su taşıması…

 Gün çoktan esir olmuş geceye. Hiçbir kavrama ait olmayan bu büyük dönüşümün ağıtları, esiriklikleri, ezgileri, uçsuz bucaksız insan seli; söylemleri, gecenin taze şafağına muhtaç… İnsanın harekete, yeni öğretilere ve her daim çocuk tarafına; çocukların o muhteşem unutkanlıklarına, hatırlayışlarına, sevinç, keder ve düşüncelerine muhtaç…

  İnsan görünümünde ki tanrıça Nike, çok hızlı koşup uçtuğu halde kudret helvasına ve denizin kokusu, buhura özlem duyar. Buhura denizin kokusu deseler bile adalet ve düzen tanrıçası Themis, büyünün tanrıçası Kirke, deniz tanırıs Neptün, iyi ve yumuşak huylu tanrı Nereus, sanatın esin perileri Musa’ların ve şafak tanrıçası Eos’un da kokusu olduğuna inanılır…

 İnsan, sürekli dövünüp durduğu kapitalizmi, zorla ezberletilen, dayatılan davranışları dengeleyebilmek için edebiyatın, sanatın, felsefenin ve sosyal yaşama her daim katkı sağlayan üretimin peşinde koşmalı. Mitolojiye de, realizme saygı göstermeli. Kapitalizme duyduğu öfke kadar sosyalizme, sosyalizmin yetersizliğini dengeleyecek adil ve adaletli insanlık miraslarını taşıyan efsanelere, tarihe, masallara, mitolojiye; bayram muhtaçlığı içinde; ölümden söz etmeden önce yaşamın sevincini yudum yudum içmeden önce demlemeyi, dem tanrıçasını kendi içinden bayram sabahı doğurarak yapmalı…

 Buhur, belki de bayramların da kokusudur; ölümün, ölümsüzlerin olduğu kadar yaşamın ve eğlencenin de; kim bilir…

 Güven Serin 



15 Temmuz 2015 Çarşamba

EY GENÇLER




EY GENÇLER


Öyle bir ilginç ülkede yaşıyoruz ki sormayın! Gençliğe adanmamış yok gibidir. Ebeveynlerden tutun da öğretmenine, imamına, politikacısına; konu komşusuna kadar… İş lafta böyledir de gerçekte nasıldır bilmek için dünya gençliğine bakmalı!

 Bakmak dedim de; bu ülkede ki “moral” bakışları, hep en alttaki, en mağdura göre olur… Garip, yoksul, çirkin büyük bir iştah, iç kaynağı yaratır kendi gidişatımızın bilinmeyen hengâmelerinde…

  İngiltere’den gelen dostum anlata anlata bitiremiyor medeniyetin diyarı olan yeri. Mimariye, mühendisliğe, çevreye, şehirciliğe ve her şeyden önce insan istikrarına, dürüstlüğüne verdikleri önemi; gençliğe; yani çocuklara da verdiklerine tanık oluyor…

 Ülkemizde yaşayan İngilizlere bakarak; çocuklarıyla rahat ve huzur içindeki diyalogları izleyerek de bir şeyler görebilir, anlayabiliriz…

 Prof. Dr. Hasan Şimşek’de “ Kolaycılıktan ve çakma gurulardan uzak durun! “ diyor.  

  İstanbul Kültür Üniversitesi Dekanı bu ACİL uyarıyı boşuna yapmıyor. Guru, Hindu felsefesine göre “yaşam gösterici” işte sorun tam da burada başlıyor. Sahte yaşam göstericileri cirit atıyor bu güzel diyarda-ülkemizde. Prof. Dr. Hasan Şimşek’de bu sahte gurulara kanmayın, aldırmayın uyarısını yapıyor.

 Sahte gurular ve kirlenmiş bilgiler çağlar boyu alabileceği yoldan daha fazla yol alıyor. Oluk oluk akıyor. Neredeyse her an her yerde karşımıza çıkabilecek kadar yakınlarımızda. Tene ruhtan sonra yapışıyor; aman dikkat! Dikkat, ey sevgili gençler; yeşermeden, solacak olma tüneline girmeyin; izin vermeyin avucunuzdaki o güzel taze yaşamın elinizden alınışına…

  Peki, ama ne yapacağız? Y ve Z Kuşağı teknolojiyle büyüyor büyümesine yeterli mi, yoksa oldukça fazla bir şeyler mi var ilk önce ona bakacağız. Yani, yaşam öğretilerinden en önemli olanın üzerinde duracağız.

 Yaşamın her ortamında, koşulunda bilenecek en güzel şey; İNCE ÇİZGİLER… Nasıl ki cimrilik ile savurganlık arasında ki ince çizgi; harika bir yaşam hakkı, paramızı, zamanımızı, emeğimizi en doğru kullanmak anlamına geliyorsa; tıpkı diğer seçenekleri de bu ince çizgi içinde yakalamak zorundayız…

 Gençliğe, gençlerimize; çocuklarımıza sadece doğma hakkı vermek. Yedirmek, içirmek ve onları ömür boyu kollayacağımızın teminatını vermek yetmez. Asla ve asla yetmez… Asıl olan ince çizgi; onların kendileri olmasıdır; ey büyük ağabeylerim, ablalarım… Ey, guruluğu bir türlü yakalayamamış ama oradan oraya savrulan bilgilerle gösteri yapma, çalım satma peşinde olan efendiler…

 Gençler; gerektiğinde em yakınınızın gereksiz iltifatını, öğretisini bile reddetme hakkına sahipsiniz. Nazikçe, aklı ilimle besleyerek…

 Sizi uygarlığın yeşerdiği yerlere taşıyacak, dereler, ırmaklar, patikalar çok yönlüdür. Prof. Dr. Hasan Şimşek’ten aldığım öğreti yardımıyla birkaçını burada paylaşıyorum;

“ 1-Kendiniz ve gelecekte yapacağınız mesleklerle ilgili öğrenme ve uzmanlaşma için akademik eğitiminize önem verin.
2- Ancak, tek başına bu yetmez. Eğitim sürecisince çeşitli sektörlerde iş deneyimi kazanın, staj yapın, sosyal sorumluluk projeleri kazanın ya da bir kulübün faaliyetlerinde çalışın.
3-Mümkün olduğu kadar erken evrelerde uluslar arası ortamlarda bulunun ( örneğin Erasmus, yurtdışı staj olanakları) farklı kültürlerle tanışmaya başlayın.
4- Başta İngilizce olmak üzere, en az bir dünya dilini iyi bilmek uluslar arası şirketlerde çalışabilmek için önemli bir tercih nedenidir.
5- İş dünyasını ve rekabet koşullarındaki değişimi en iyi şekilde anlamak e değişime uyum sağlamak için, günceli, trendleri ve yeni teknolojileri yakından takip edin.
6- Sabırlı olun, kolay pes etmeyin. Hemen olmaz demeden önce mutlaka denemeye önem verin.

  En önemlisi de şu; Siz siz olun…”

 Güven Serin 





14 Temmuz 2015 Salı

BİR KADIN GÖRÜRSEN GÖZLERİNİN İÇİNE BAK


Kamera; Güven Tekirdağ


BİR KADIN GÖRÜRSEN GÖZLERİNİN İÇİNE BAK

Ziyaretime gelen dostum Raşit Bey ile hoşbeş ettikten sonra hal-hatırlar soruldu. Türkiye’de ki ölüm yaş sınırını zorlayan Raşit Bey’in yüzüne baktığımda neşenin yanında bir başka şey daha gördüm. Kıpır kıpır bir yüz…
 Çizikten, buruşukluktan arınmış; yaşamın bütün zorlukları içinde kendi kendini onaran bedenin uğraş veren, alın teri döken yüzü…

 İnsan öğütme makinesine dönen ülke yaşam şartları, bazı insanları lime lime etmek istese de, doğanın muhteşem kalkanlarıyla “yaşam sevdası-sevgisi-inancı-uğraşı” ile karşılaşıyor… Toplum Bilimcileri bu topluma ait her ferdi tek tek inceleye bilse, onların mutluluk, huzur göstergelerini, beden ve ruhsal dinginliklerini ilimin yardımıyla kâğıda dökse oldukça şaşırtan rakamlar, toplumsal farklar çıkar ortaya.

 Beslenme, hareket ve ruhsal dinginlik; neredeyse sağlık adına en önemli söz sahibi olan bu üçlü, insanların sosyal yaşamından tutun da, bedensel görünüşe kadar etkiliyor. Yirmi kilo fazlalığı olan bir insanın üfleye-püfleye dolaşıp, sıkça tansiyondan, kötü kolesterol söz ettiğini duymak sıradan hale geldi.

 Raşit Bey bir süre önce İngiltere’ye kızı ile damadının yanına gitti. Orada yaşayan bölge insanlarını anlama, tanıma açısından çok değerli görüşlerle geri döndü. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu en iyi bilenlerden birisidir İngilizler. O yüzden doğayı da en iyi korumayı kültürleştirmiş toplumların öncülerindendir.

 İngiltere’ye kim giderse gitsin; doğa ile insan uyumunu; insanın doğanın içine süzülen patikalar yardımıyla doğayı rahatsız etmeden de doğanın içinde olabileceğini büyük bir görgü ile anlatırlar. İnsandan kaçmayan tilkilerden, karacalardan, tavşanlardan söz ederler. Çünkü insan onları görür görmez öldürmeyi düşünmez…

 Peki, ama bizim diyar ilk önce öldürmeyi, yağmayı niçin düşünür? Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Adalet Banklığı ve Toplumu, insan sağlığını ilgilendiren bütün kuruluşlar; bu kadar çok öldürme olayını, isteğini halen çözmemiş durumdalar. Adalet Bakanlığı hapishaneleri çoğaltmak, yığılan dosyaları yeni ve daha büyük arşivlere taşımakla meşgul…

 Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde bulunan en önemli görevi, bir yük gibi görüp bu işi özel okullara devrederek yükün hafiflemesinin keyfiyle meşgul…
 Üniversitelerimiz hızla çoğaldığı halde; ilimsel, toplumsal, sosyal projeleri niçin üniversite yerleşkelerinden şehirlere ve ülke dışına çıkamıyor?

 Bütün kuruluşların çok acil kendi içinde özerkliğe muhtaç olduğu gün gibi ortada! Çürüyen geleneklerin çok acilen insanlık neşteriyle temizlenip, pansuman yapılması gerekiyor.

  Raşit Bey’in İngiltere’de bulunduğu ilk günlerde damadı ona çok önemli bir uyarı yapar;

 “ Baba, yarın öbürsü gün çevreye çıkıp gezmek isteyeceksin. Sakın Türkiye’de olduğu gibi yürüyüşte bir kadın görürsen kafanı yana çevirip geçme. İngilizler en çok selam vermeden, kafasını çevirip geçen insanlara kızarlar.”

 Raşit Bey; “ Peki ama ne yapacağım?” , “ Günaydın, merhaba, selam deyeceksin. Hem de gözlerinin içine bakarak…”

 Raşit Bey, geniş, bakımlı parklara çıktığında yürüyüş yapan ve yanında geçen her İngiliz ile selamlaşmış. Verdiği her selamın geri bildirimi; içtenlikle gülen, onun gözlerinin içine bakan insan yüzleri olmuş…

 Bizler batı şehrinde yaşamakla istediğimiz kadar övüne duralım. En çok aracı olan şehir, okuma oranı, eğitim düzeni en yukarılarda olmuşluğuyla sarhoş olalım ama ne hazindir ki herhangi bir kamusal alanda; erkeğin kadını görünce, kadının ereği görünce başını çevirmesine tanıklık etmeye devam ediyoruz.

 Niçin? Güya, kadına saygı… Güya erkek, o bakıştan medet umar da sonra başa neler gelir… Kaçın, göçün, sakınmanın toplumsal gelişmelere HİÇBİR faydası yoktur… Olmadığı ortadadır…

 Pazar tezgâhında, taksisinin başında veya dükkânında kendinden çok küçük kadınlara; güya saygı niyetine, “ buyur abla” diyen nice insanın abla kavramı sorgulanmalı… Niçin bu mahcubiyet… Abla dediği, ana dediği koruma altına alınıyor da, azcık rahat giyinmiş bir kadın niçin halen “AV” gibi bilinip, her an ölümle, saldırıyla yüzleşiyor…

 Bu büyük sorun; bedenimizin en yukarısında taşıması gereken beynimiz apış arasından kurtarılmalı! Ama nasıl? Kreşte başlayacak eğitimler ve hayat boyu sürecek toplumsal desteklerle…


 Güven Serin 




9 Temmuz 2015 Perşembe

ALAKARGA ve SÜLEYMANPAŞA BELEDİYESİ



ALAKARGA ve SÜLEYMANPAŞA KUŞ SEVGİSİ

  Bakmanın ve görmenin sonu olmadığını bir kez daha anladım. Nasıl renkler sonsuza doğru yol alıyorsa bilim sayesinde öğreniyorsak; kuş bilimcilerine minnet ile selam etmek isterim.

 Hazır kuş bilimcilerden söz etmişken (Arnitoloji) Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesinin kuşlar içindeki kuş yuvaları uygulamasına da bir selam etmek isterim. Üstünden kaç zaman geçtiği halde hiçbir kuşun tercih etmemesi kuşlara bakış açımızı, uygulamalar hakkında ki samimiyetimizi de gözle önüne seriyor.

 Sevgili Belediye amirleri, memurları ve üyeleri, başkanı; bu iş; yani şehir, işi bilime ve şehircilik sevdasına inanmakla oluyor. Yaptığınız çok güzel şey ama yeterli olmadığı gibi eksik.

 Niçin mi? Kendi bölgenizi, kuş türlerini ve yuva tercihlerini araştırmamışsınız. Yöremizin kuşlarını, ağaçlarını daha dikkate alıp bu güzellikleri isimleriyle, onların biyolojik ve davranışsal özelikleriyle çocuklara, yetişkinlere anlasanız, gösterseniz ortaya çok güzel bir şey çıkar. Yapacaksınız biliyorum; yapma düşüncelerinizin kıpırtılarını biliyorum…

 Alakarga’ya dönmek istiyorum. Neredeyse ülkemizin her yerinde olduğu halde tam olarak bilinmeyen, Ölüdeniz diyarında yerel isminin Alakabak olduğunu öğrenip gözlerimi dakikalarca alamadığım bu kuş; dünyaya yayılmış 10 Bin kuş türünden sadece birisi… Hepsinin ayrı davranışı, ötüşü, rengi, boyu, gösterişi ve gösterisi var.

 Çocuklarımız kuşları da, ağaçları ve çiçekleri de tanımadan büyüyor. Tanımamak ne gibi şeyler kaybettirir? Anlaşılmayan her şey önemsiz kalır. İnsan derinliği, zarafeti, anlayışı, itinası da eksik kalır. Şiiri, duygusallığı, iradesi de sınırlı gelişir.

 Uygarlığı sürekli kovalayan ülkeler; şehirleri doğayla barışık, doğanın en küçük kırıntısına en yüksek saygı ve anlayış içinde şekillendiriyorlar.

 Likya Yolu yürüyüşü nedeniyle bulunduğum ölüdeniz koruluğu içinde dolaşırken gördüm Alkarga’yı. Renkli duruşuyla kenetlenmiş bakışımla bir şiire dönüştük. Şiir sesiyle tiz ıslık yolladım ona. Kabul etti ıslığın ses rengini. Oldukça renkli ve çekici gövdesiyle telaşlı bir arayış içinde ıslığın sahibi olan diğer kuşu aradı.

 Alakarga ile oyun oynuyorduk gün geceye süzülme telaşında ölüdeniz dağlarında ilmik ilmik işlenirken yaşam sevdaları gökyüzün ve yeryüzü cenneti içinde.

 Bir parça ili, diyalog ve ne kadar az kuş türü tanıdığımın farkına vardık. Ne hazin bir yoksulluk dostlarım… Eğiticilere, kendini “aydın “ ve “sorumlu” hisseden herkese seslenmek isterim; ÇEVRENİZE yabancı kalmayın! Kendinize de bir o kadar yabancı, kullandığınız dile de bir o kadar yetersiz kalırsınız.

 Nasılsın, iyi misin, nereye gidiyorsun, nereden geliyorsun, sözcüklerinden öteye geçemeyişinizin kısırlığı içinde tepinip dururuz…

 Gördüğüm Alakarga, kahvenin, grinin, siyahın, mavinin tonlarıyla dünya cennetini anlatıyordu. Bir kuşun sadece ağaçta yaşamadığını bir parça bilgiyle tadına doyum olmaz biyolojik yaşamların insana katacağı derinsellikle Alakarga’ya saygı duydum. Meşe palamutlarını kış için saklayışını, sakladığı yere işaret koyuşunu; kuş aklının insan tarafından daha anlaşılmadığını; insan kavgalarımız, kısır tartışmalarımız içinde nasıl da görmediğimizi; körlüğümü hissettim…

 Tam da oğlu David Rieff’in annesi Susan Sontag’ın anılarını yaşınladığı Bilinç Tene Kuşanınca eserinde yer alan yazara ait bir sözcüğü anlamaya çalışırken;

 “ Akıllanmak için aptallaşmam gerekiyordu.” Ne kadar çok akıllı, gururlu görünüp aptallıktan, salaklıktan, cahillikten, sapkınlıktan korkarken ne büyük aptallıklara, sapkınlıklara yol aldığımızı bilmediğimizi irdeledim; öğretilerin insana akan, damlayan emeklerine teşekkür ederek…

 Güven Serin  




8 Temmuz 2015 Çarşamba

HER EVE BİR TEMEL LAZIM





HER EVE BİR TEMEL LAZIM

  Temel dediysem bildiğimiz Temel’den Karadenizli Laz Temel’den söz ediyorum. Eğitimin, adaletin, sanatın veremediği, belki eksik bıraktığını anonim söylemlerle insanın yoldaşı olan fıkraların Temel ile Dursun dostluğu; diyalogları zekânın, ihtiyaçların imbiğinden geçmişse tadına doyum olmaz.


 Enis Batur’un kaleminden öğrendiğim bu fırkayı kendi köşemde, kendi düşün enginliğimde paylaşmaktan keyif aldığımı söylemeliyim.

  Temel bir gemi kazası ardından Amerikalı meşhur güzel Sharon Stone ile ıssız bir adaya düşmüş. Kısa süre sonra birbirlerine âşık olmuşlar. Tutkulu bir aşk… Bir zaman geçmiş aradan, Temel’de bir durgunluk, kederli bir hal. Sharon “ Şurada biz bizeyiz. Derdin neyse söyle, her istediğini yaparım.” Demiş.

  Temel, “ Gerçekten yapar mısın?” diye sormuş. “Yaparım” cevabını almış Sharon’dan. Bunun üzerine kadına kendi giysilerini giydirmiş. Orada bulunan otlardan da bıyık yapıp karşısına geçip konuşmaya başlamış;

“ Dursun, sana bir şey anlatacağım, inanamayacaksın…”

 Temel’in bu fıkrası insanın yolculuğunu, diğer insanlara olan ihtiyacını, bu kısa ve etkili anlatımla gözler önüne seriyor. Hani sürekli duyduğumuz bıkkınlıklar, aydın cahil tartışmaları bu ıssız ada da, Temel’in güzel bir kadınla yaşadığı aşk bile anlatma, paylaşma hissiyatının ne büyük öneme sahip olduğunu gözler önüne seriyor.

 Hep düşünmüşümdür; yaşadığı dünyadan, toplumundan bıkmış olanları çok lüks bir gezegene, düşüne bileceğimiz her türlü bolluk içerisinde yollasak kaç ay, kaç yıl dayanabilirler diye… Bütün mutluluk, bütün tatmin oluş; diğer insanların, insanlığın kaybedişi üzerine kuruluyor ne yazık ki…

 İşte bu akıl dolu fıkra da bir arkadaşın öneminden çok bizi dinleyecek, yaşadıklarımıza tanıklık edecek birisinin olması ciddi bir önem kazanıyor. Doymak bilmeyen, yetinmek nedir bilmeyenlerin sefil, yoksul, cahil insanlara da ne kadar ihtiyaç duyacağını anlayabilirsiniz…

 Bilim hiç boş durmuyor. 300 Bin kişi üzerinde yıllarca süren araştırmalar bir başka insan ihtiyacını ortaya çıkartıyor; SARILMA… Yani bildiğiniz kucaklaşma dostlarım.  Bilim insanlarının araştırmaları gösteriyor ki insanlar arasında ki kucaklaşmalar, insanları hastalıklardan koruyucu bir etki yaratıyor.

 Carnegie Mellon Üniversitesinin araştırmaları şu sonucu ortaya çıkartıyor; özellikle fiziksel temas yoluyla oluşturulan insanlara bağlanma duygusu, insanların gerginlikten kaynaklanan hastalıklara yakalanmasını önlüyor.

  Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki, toplumsal destekten uzak insanlar, sigara ve alkol yüzünden ölenlerden daha fazla… Daha hayret duyduğum şey ise dünya genelinde insanların % 95’inde en az bir hastalık mevcut. Üç kişiden birisinde en az üç hastalık var. Her yirmi kişiden birisi ise tam olarak iyileşmez görünen hastalıklarla boğuşuyor.

  Çok kolay yargıladığımız, alıp verme ile insan davranışları arasında ince bir çizginin bulunduğunu fark etmediğimiz an; kendi yarattığımız barbarlığın, yalnızlığın, bataklığın içinde ruhsal ve bedensel düş kırıklığı yaşamamız içten bile değil.

 Herkesin merhabaya, sarılmaya, dinlenmeye ihtiyacı vardır. Hem de hiç ummadığımız, kendi kendine yeten, çok bilgili, görgülü, disiplinli dediğimiz kişilerin; daha da çok ihtiyacı vardır. Sadece sinema, tiyatro, kitap, yeme içme yeterli değildir. Bunların anlamlı kılan, dinleyici, izleyici, hissiyat yayıcı, dağıtıcı ve sizi onaylayan insanlara muhtacız…

 Kısacası dostlarım; her eve bir Temel lazım; gerektiğinde saflığından utanmayacak. Gerektiğinde sürekli üzerinde taşıdığınız ciddiyet, gülmez, gurur, hoyratlık maskesini çıkartıp size mizahı ve yaşamın diğer yönlerini hatırlatacak bir Temel ve Dursun lazım…

 Güven Serin 


6 Temmuz 2015 Pazartesi

IŞIK ÜLKESİ-LİKYA



Kamera; Güven 
Likya Diyarı buradan başlar; Ölüdeniz Ovacık
Bir günlük yürüyüş öneriyorum; yeterince risk almak
istemeyenlere. Ovacık Faralyalı arası 12 km
Sıra dışı bir gün;efsaneleri güne davet ede ede...


Kamera; Güven Likya Yolu Ovacık Faralyalı arası

Ölüdeniz,tam aksine yaşamın ve yaşatmanın ta kendisi...


Kamera; Güven Likya Yolu

12 km lik yolun yarılarına doğru;ayrı bir medeniyet
kokuları duyuluyor rakımın arttığı, Çamağaç Köyüne
yaklaşırken...


Kamera; Güven Likya Diyarı

Alt taraf Kelebekler Vadisi...

Bu diyara vadinin sürprizleri için gelmeli; sadece kelebek
fotoğrafı hayal edenler tam bir şok yaşıyor...


Kamera; Güven Likya Yolu 

Ovacık Faralyalı arası... 

Eski ticaret yolları, demek yeterli değil.
Eski ile yeninin ayak sesleri seviyle mayalanır-sa
düş ile gerçeğin karışımı bir şey çıkar ortaya...




IŞIK ÜLKESİ (LİKYA)

İnsan yaşadığı yere ne kadar düşkünse, dünyaya o kadar da hasret… Bilgi ve öğretiler, gözlemler arttıkça dünyanın bize süzülen sevgi renkleri ve sesleri de artıyor…

  Likya Uygarlığı ve onlardan geriye kalanlar da öyle… Likya deyince hemen hemen herkesin aklına gelen ilk şey; kaya mezarları. Elbette öyle ama kayadan çok şey var bu uygarlığın geride bıraktığı…

  Demokratik uygulamalar 23 Likya Şehrinin yönetime katılma hakları, zanaate, sanata, taşa, ahşaba ve uygarlık yolunda uzlaşmaya olan düşkünlükleri… Çıkaracakları kanunları, alacakları kararları uzlaşma, barış yoluyla uygulamak için her şehrin oy hakkı vardı. Önemli büyük şehirleri üç oy hakkına sahipken, diğerleri bir oy ile yönetime, alınan kararlara ve sorumluluğun insana dönüşümüne katkı sağlarlardı.

 Likya deyince bir başka şey daha geliyor akla. Likya Yolu. Işık Ülkesi anlamına gelen Likya şehirleri arasında ticaret, sosyal gereksinim olarak kullanılan bu yol Türk vatandaşlığına geçmiş İngiliz asıllı Cate Clow tarafından ülke ve dünya turizmine kazandırılan ve şimdilik 509 km olduğu kanıtlanan yolun ismi gelir.

 Bu büyük yürüyüşü bir ay gibi zamana da yaya bilir, günlük parkurlar veya imkânlar dâhilinde yürüye bileceğiniz kadar yürüye bilirsiniz. Geçmişi 3 bin yıl hatta daha da fazlaya dayanan bu yolların anılarını, hatıralarını; yollara dizilmiş deve, katır, eşek ve insan kervanlarını günümüze davet edebilir; onların kokularını, seslerini, renklerini, yorgun heyecanlarını görebilirsiniz.

 Bu tamamıyla sizin elinizde… Cesaretinizde… Bilginizde… Empati yeteneğiniz, o muhteşem insan becerinizde gizli…

 Bugüne kalan Likya şehirleri Arna, Patara, Tlos, Myra, Oympos… Bu şehirlerde ne bulacağım? Diye düşünürseniz; belki de bugün yetmeyen zamanı, oldukça fazla zamansızlığı ve içsel titremelerle birlikte geçmişin günümüze süzülerek, ölen ve öldürülen uygarlıkların halen yaşama imkânı ve yaşadığını anlayın taşa, harabeye tanıklık ederken o ışık ülkesini görebilirsiniz…

 Cate Clow… İngiliz asıllı bir kadın… Yaşamak için bizim ülkemizi seçmiş… Çoğumuzun beğenmediği, sıkıldığı, hatta durmadan içine edip, sınırlar çizip, duvarlar ördüğü ülkemizi… Bu ülke, ülke insanı bilmeli ki dünyalı olmaya en yakın, en cazip ve borçlu olanıdır… Sadece burada yaşayan uygarlıkları anlayıp, güne davet edelim!

 Dünya turizmine kazandıracağımız her uygarlık; taş olmaktan, mezar, antik tiyatro, kale, hamam olmaktan kurtulacak; insan nefhana, huzuruna, becerisine ve dönüşümün o görkemli yenilenmesine dönüşecektir.

  Işık Ülkesi, Likya medeniyetinin bugün yürünecek olan yolunun başlangıç yeri Ölüdeniz. Ovacık istikametinden ağır ağır çam reçinesi süzülmüş, ortalığı buğulu bir çam kokusu sarmış yere tırmandık. Ölüdeniz’i Babadağ’dan seyretmek bir başka tercihin insana süzülen başkalaşımı…

 Aynı süzülüşü, burayı bir İngiliz Kolonisi haline getirmiş, burada yaşayan İngiliz’leri izlerken de yaşadım. Disiplinleri, içe kök salmış doğrulukları, dürüstlükleri insana dair ne varsa her şey…

 Kate Clow’da bir İngiliz. Bir insanın bir ülkenin aitliğini nazikçe bir kenara itip, dünya insanı olup evrene akmasını gördüm; burada yaşayan İngilizlerin gözünde. Kendi ülkemizi ilk fırsatta batıran, çöp, atık deryası yapan bilgisizliğimize, eğitimsizliğimize bir kez daha yandım, Likya’nın yolunda, çan ve zil sesleriyle ilerleyen ticaret, kültür kervanlarını düşleyip yürürken…

 Tam da bu çalışmayı kaleme alırken bir dostum uğradı kahvemi yudumlayıp Işık Ülkesini içten dışa süzerken. İngiltere’den yeni gelmiş. Büyülü beynin, ışıltılı gözleriyle anlattı bana gördüklerini.
 “Orada, bahçelerin çitleri yok. Evlerin demir parmaklıkları bulunmuyor Güven Bey.” Dedi. Seni en çok ne etkiledi, dedim. Doğrulukları, dürüstlükleri, torpil arayıp yapmamaları, dedi. Temizlikleri, doğa ile barışık olmaları, dedi…


 Büyük kültür deryasında, büyük kıtlık yaşamak; ne hazin bir öykü… Ne hazin bir aymazlık… 

Güven Serin