24 Haziran 2015 Çarşamba

GANOSLAR MİLLİ PARK OLMALI


Kamera; Güven Çeşmedere Ganoslar

İlyas Bey, Necati Bey ve Yunus Usta


Kamera,Güven Çeşmedere-Ganoslar

Kim bilir kaç bin yıllık türkü;hep taze...


Kamera; Güven Çeşmedere-Ganoslar

Tabiat ilmik ilmik dokumuş. Zaman kendi
zamansızlığına dönüşmüş. Yunus Usta
yorgunluğu çoktan unutmuş,keşfettiğimiz
şelaleye bakıyor.


Kamera; Güven Çeşmedere-Ganoslar

İlyas Bey ikinciye katıldığı bu diyarda tam bir
gezgin ruhuyla; adım adım ilerliyor tabiatın bağrına...


Kamera; Güven Çeşmedere

Necati Bey ilk kez katılıyor. Geçerli not alıyor,
gezinin gezginleri tarafından; doğaya uygun,doğa
ile barışık...


Uçmakdere Köyü

Sağ tarafımda çay ustası İbrahim. Sol tarafımda ise
doğaya adanmış Abdullah Bey.. 

Ganoslar Diyarı Gezileri, birçok fasıldan ibarettir.
En önemlisi sabah kahvaltısı İbrahim Ustanın çayının
demlendiği yerde; Uçmakdere Köyünde başlar...








GANOSLAR MİLLİ PARK OLMALI

  Yaratıcının özene bezene hazırladığı bu yerler acilen koruma altına alınmalı. Deresiyle, vadisiyle, tepesiyle, ağacı, bitkisiyle; toplumun her kesiminden insanı ilgilendiren ve bu insanlığa bir kurtarıcı gibi sunulan bu yerler Milli Parka dönüştürülmeli…

  Milli Parkın anlamı, “ Bilimsel ve estetik bakımından, milli ve milletler arası ender bulunan tabi ve kültürel kaynak değerleri ile koruma, dinlenme ve turizm alanlarına sahip tabiat parçalarıdır.” Tanımlaması kanunlarla desteklenmişse ve insanların bugünkü çaresizliği hızla şehirlere dolmuş olmanın hasatlık çoğalmasıysa bu yer şehrimiz insanından öte tüm insanlık için acilen kurtarılmalı…

 Şair Kasımoğlu’nun dizelerine ki gibi; “ Ağarırken tan yeri/ sabahın dinginliği yedi cihana bedel.”

 Ganoslar Diyarında tan yeri ağarırken o muazzam gösteri başlıyor. Tepelerden denize veya tepelerden tepelere her an değişen gölgelerin ağır ağır dağlara, vadilere dönüştüğünü görürsünüz…

 Çam kokuları eşliğinde virajlı yolların keskinliğinde Yeniköy karşılıyor bizi… Kekik, Adaçayı ve ıhlamurların senfonik bir esere dönüştüğü tepenin sessiz köyü… En acil yardım, en yüksek çağrı bu köyden başlatılmalı… Şehrin turizmine, bölgenin gelişimine katkı verecek en baş köylerden birisi Yeniköy ve Uçmakdere onları izleyen diğer köyler…

 Bir avuç yer gibi görünen Ganoslar tam da sürprizlerin, çeşitliliğin olduğu bir diyardır. Bitki Bilim Uzmanlarının, Çevrecilerin, Büyük Şehir Belediyemizin, Sağlık Kuruluşlarının acilen ilgi alanına girmesi gereken; tüm insanlığa ait güzelliklerin, estetiğin, zarafetin, besleyiciliğin olduğu bu yer; kontrollü bir şekilde hiçbir özgün oluşumu yok edilmeden Türkiye turizmine ve dünya turizmine açılmalı…

  Bölgeyi tanımak için şairin insanlığa seslendiği gibi “ Tan yeri ağarırken” süzüldük Ganosların dönemeçli yolarını, fıstıkçamlarını seyrede seyrede Uçmakdere Köyüne. Bahçelerin gülü olur da gül yüzlü İbrahim olmaz mı? Yedi diyarı gezseniz onun Ganoslara yakışan yüzünü bulamazsınız. Uçmakdere Köy Kahvesinde böyle bir insan çay ve kahve yapar; dağların arasında kaybolmuş, Turizm Kültür Müdürlüğünün, Büyük Şehir Belediyesinin, Valiliğimizin görmediği, görmek istemediği bu yerde…

 Bölgeyi daha iyi tanımak adına bu sefer yönümüzü Çeşmedere istikametine çevirdik. Gaziköy – Şarköy istikametinde Uçmakdere’den sonra saklı bir cennet… Yamaçları adaçayı ormanlarıyla süslü… Vadinin derin yatağında her an, her daim akam su; çınar ağaçlarının sonsuza uzanan ormanını oluşturmuş… Yüzlerce çınar ağacı; kuş şakımalarına ev sahipliği yapıyor.

 Derenin taşlardan atlayan suları büyük esere ses veren müzisyen ve çalgılar gibi; tam bir ahenk içindeler. Yamaçlara yayılmış çiftçi kadın ve erkekler kışa katkı adına adaçayı topluyorlar. Büyük bir zahmet, onurlu bir meşguliyet içinde alın terinin emeğini oluşturmanın, bu gizemli vadilerin tepelerine minnettarlık içinde köklerine zarar vermeden adaçayı topluyorlar.

 Gezi ekibimizin değişmez öncüsü Yunus Usta gezi sözünü, yürüyüş ifadesini duyar duymaz yine hep o aynı heyecan içinde bir saniye duraklamadan tamam dedi. Ve sonra bize sürpriz yapan iki kişi; İlyas Bey ve Necati Bey’in misafirliği, ilk kez gittiğimiz Çeşmedere Vadisi, yepyeni düşünceler üremesine neden oldu.

 Buraları sınırlı insan tarafından bilinip kullanılsa da temiz tutulmuyor… Önemi o kadar büyük olmasına rağmen şehrimizin turizmine, bölgenin kalkınmasına büyük katkılar verecek olmasına rağmen bu kadar aldırmazlık niçin anamıyorum? Bu şehir insanı bunu hak etmiyor; efendiler…

 Sayın Valim, Büyükşehir Başkanım, İl Kültür Müdürüm, Sivil Kuruluş ekiplerim; bu şehir, bu bölge bu ülke; güzel olan, estetik ve nadide olan her şeyin korunması gerektiğinin acile yeti ile can çekişiyor…

 Sadece ithal sanayi ile ayakta kalınamaz… Sadece çevreyi kirleterek büyük ülke, büyük şehir olunamaz. Şehirler yönetilemez büyük kapılar ardında…

 Şimdi sıcaklar başlıyor. Bölgeye akın akın insanlar gelecek. Yığınla çöp bırakılacak… Çok sık kontrol yapılmalı. Milli Parkın ilk temelleri hiçbir zaman kaybedilmeden atılmalı. Özellikle çamlık alanlar çok sık temizlenmeli! Kırk yılda, elli yılda oluşmuş bu güzel orman, bir tek sigara kıvılcımı yüzünden simsiyah olabilir; sayın yetkililer…

 O zaman bunun hesabını kim verecek? Hepinizi suçlu kabul ederim… Durmadan buradan vicdanınıza, doğa severler herkese, estetiği, nadideliği, güzelliği koruyacak insanlara, kurumlara seslenirim…

Güven Serin 



 

 

 



23 Haziran 2015 Salı

BİR CİNAYET DAHA İŞLENİYOR


Kamera; Güven Ganoslar-Çeşmedere

Köklerine tutunmak,tutunduğu toprağın, taşın,suyun,havanın 
farkına varmak güzel şey.. Dalların göğe yükselirken,kuşların
daldan dala konuşları,havanın içinden geçen tüm zamanların
ruhları ürpertici bir mutluluk sunar size...


BİR CİNAYET DAHA İŞLENİYOR

Cinayetin sadece insana yönelik olduğunu düşünüyorsanız aldanıyorsunuz dostlarım… Bu şehirde; bu güzel coğrafyada cinayetin bin türlüsü işlenir de, sessizliğe adanmış iyiliğimiz aldırışsız türküleri söyler…

  Bağcılığın elden gittiğinin, kör kurşunlara kurban gittiğinin ağıtlarını kimse yakmadı. Göç telaşı sarmıştı güzel köylerimizi. Organik yaşamlarını kimse onurlandırarak anlatmadı onlara. Köylü Milletin Efendisidir, sözü bile yetmedi, o efendileri en temiz suların, havanın içinde kalıp yaşamaya. Ekmeğin kokusu, sütün, peynirin, balın da en iyisinin tadı yetmedi; yetemedi…

 Şarap Fabrikası birden özelleştirildi ve yıllarca elde edebileceğimiz şehrin markası olmuş Tekirdağ Rakısı da bir gece; puslu, fırtınalı bir zamanda boğazlanarak öldürüldü. Şimdi; kapanışa; yeri, ismi, anason kokuları yerin yedi katına gizlenir gibi gizlenecek anıların tozlu köşelerinde…

  Salat Yağlarını hatırlayan var mı? Bölgenin en iyi yağı olmaktan öte ülkenin en güzel yağı olmuş olan Salat; bir intihar bombacısına kurban gitmedi mi? Evar Kesici Aletlerini şimdiden unuttuk bile…

 Denizimizin bundan kırk yıl önce kırk çeşit balığı olduğunu ancak yaşlı balıkçılar bir de martılar bilir…

 Bugünün modası olan okulların sezon sonu kutlamaları yapıldı. Özellikle son sınıfların eğlencesi; genç hanımların, beylerin şık giyimleriyle bütünleşiyor. Tam olarak üzerlerine oturmayan elbiseler belli ki o akşam için alınmış. Kızlarımızın yüksek topukları, eğlenceye; oyun ritmine gitmeyecek yükseklikte olmasına rağmen; Y ve Z kuşağı olmanın her demine tutunmak istiyorlar; yırtık pantolonun sıra dışı gösterisine de; ağır hatun görünümünde ki dişilik, ereklik geçit törenine de…

 Mezun olacak olanların oyun tarzlarını gören, çalan müzikleri dinleyen arkadaşım gelişi güzel bir şey söyledi;

 “ Gençler oynamayı bilmiyor. Çalınan müzikler de Roman havalarından öteye geçmiyor.” Ne çalınırsa çalınsın, ritme, coşkuya sahipse elbet bir alıcısı vardır. Bir de özel beceri, marifet istemiyorsa; popüler olup günün, gecenin içine, bizim ağır müziklerimizden çok öte karışır. Kalıcı olmasa da, kendi zamanını, kendi borusunu öttürür; hiç oynamayı bilmeyeni de oyuna davet eder…

 Peki, ama “bizim “ dediğimiz kültürlere ne oldu? Cinayetlere kurban gittiler. Kasap oyunu, çiftetelli, ciddi beceri ister. Tango da öyle, Vals de…
 Tabiatın boşluk kabul etmediğini bilenler bilir. Toplumlar da boşluk kabul etmez. Terk ettiğinin yerine bir başkası gelir; kendi köklerini salar; buna gocunmak gerekmez. Üzülmek de, ağıt dökmek de… Bu işe üzülecek birileri varsa; eğitim kuruluşları olmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığı ve Üniversiteler; kültüre dönüşmüş bütün değerleri yaşatma sevdaları içinde olmalılar…

 Cinayetler sadece insana dair değildir. Gıdım gıdım, tutam tutam, damla damla oluşmuş; yüzyıllara ait folklorik değerler; göçler-kaçlar; bir de bir türlü oturtamadığımız BATILI olma merakı yüzünden yok olup gidiyor; hem de bir cinayete kurban gidiyorlar; herkesin gözleri önünde; şefkatini, zarafetini, heyecanını yitirmiş insanların parfüm kokan bedenleri ve donuk gözlerinin hemen önünde…

 Bir başka cinayet serisi ise kırk yıldan bu yana işleniyor. Ahşap evlerimiz; o, cumbalı, oyma kapılı, karanfil kokan bahçeli evlerimiz… Şimdi birisi daha yok oluyor. 149 numaralı, 17 numaralı, 31 numaralı ahşap evler… Bağırlarına bıçak sokulmuş… Kanları çoktan akıp kurumuş… Kanları kokmuyor artık… Gözlerinin feri çekilmiş; göz gibi bakmıyorlar; baksaydılar göz gibi; gözümüzden içimize süzülür belki bizi kendimize getirirdi…

 Bir cinayet; bir tane daha işleniyor; hepimizin önünde; kendini şehirli, kentli, adam, kadın, İNSAN sanan herkesin önünde bir cinayet daha işleniyor; sadece cinayet olduğunu bilmiyoruz; yasak etmişiz; bilmeyi, irdelemeyi; yaşam bilmişiz; kendi organik kültürlerimizi anlayıp korumayı, kollamayı…

Güven Serin 







18 Haziran 2015 Perşembe

HER ÖLÜM


Kamera; Güven Sığacık


HER ÖLÜM
Şair "her ölüm herken ölümdür" derken yaşamın biricik oluşunu mu anlatıyor? Yoksa insanın içindeki ölümsüzlük arzusunu mu?
 Ölüme dair; her insan ölüme inanırmış ama kendi ölümüne asla... İrdeleyince çıkıyor ortaya; " bak bu da öldü işte!" Ölümle, ölümlüleri dize getirme... Bir de ölüme bu kadar lanet okurken, yaşama neler bırakıyoruz; onu anlamak istiyorum…
  Bahçesinde fidan yetiştiren, arı kovanlarıyla meşgul olan, bir sandalye yapıp talaş kokularıyla hangi ağacın bedenine dokunduğunu bilen marangoz; kendini sanatına adamış sanatçı; zaman bulabilir mi başka ölümlerin lanetine dem tutmaya...
 Bir tarafın taraftarı olmak ne kolay şey... Zor olan, kendi tarafımızda en hakiki çölde bile bir vaha yaratmak (…); çok zor... Dokunmak, bakmak, öğrenmek ve irdelemek ister; terlemek, milyarlık hücrelerin içine girip, o ince teli, merhameti bulmak ister...

 Bu diyarın insanları adalete ve sanata aç bırakıldı. Öfkelerini içlerine gömmeleri istendi. Her öfke kendi ölümünü bekler. Onu görünce ona taş atmak, sopa çekmek ister. Bitmeyen istekler; hakkı, adaleti ararken vicdanı ve insaniyeti yok eder; yokluğun içinde yorulan elimiz, yorulmayan öfkemizle bir türlü adaleti bulamaz…

  Bu topraklarda 30 Büyük Uygarlık yaşadı. Şu an’a kadar bulunan yerleşim yeri sayısı 35 Bin… Tüm dünyaya öncülük yapacak büyük zenginliğin üzerinde oturuyoruz. Taşımızı, toprağımızı, tarihimizi bir Fransız’dan, Alman’dan, İngiliz’den öğreniyoruz. Bu ayıp değil ama niçin kendimizi ilk önce kendimiz keşfetmeyelim?

 Bu ülkenin siyasetine iyiliğiyle, kötülüğüyle anlam katmış birisi öldüğümüzde stadyumlarda ki çığlıkları duyuyorum. Yarısı öfkeyle lanetlerken, yarısı suskun ve üzgün…

  Farkında mısınız; geçmiş ve gelecek ile kavga ederken ve niçin ettiğimizi bilmezken; bugün, hırpalanıyor… Bugün hasta döşeğinde çaresiz dermansız inliyor… Bugünü fark etmenin en güzel seçeneği; dünü anlamaktan geçiyor… Hiç kimse, hiçbir topluluk durup dururken kötülük yapmaz… Ona hain, buna ihanet derken; niçin’ler iyi bakın! Kendi iradenize, vicdanınıza da iyi dokunun; siz orada olsaydınız daha iyisini mi, daha kötüsünü mü yapardınız? Size güç verilse; sizler neler yapardınız?

 Bir de aklıma gelmişken; hepimizin yaşadığı site, apartman, sokak var. Her gün adaletten söz edenler; kaçımız sokağımızda yararlı bir şey başlattık? Kaçımız apartman ve sitede hoş görüyle yaşama, yönetime, katkı sağlayacak işlevselliğe canı gönülden katılıyoruz? Ya yönetici ile uğraşıyoruz; ya da yönetilenlerle… Hâlbuki yine yok edilen bugün…

 Hissedin; bu dünyayı, bu ülkeyi; henüz soluk alıp verirken ve o mucize bedeninizi taşıyan ayakları hissederken; yağmuru da, rüzgârı da, esintiyi de yakıcı güneşi de, koyu gölgenin değerini, yakınınızdaki esnafın size muhtaçlığını; döngünün kusursuz bir şekilde işlediğini de…

Güven Serin 





16 Haziran 2015 Salı

TEKİRDAĞ MACAR DOSTLUK DERNEĞİ


Kamera; Güven Rakoczi Müzesi  Tekirdağ



TEKİRDAĞ MACAR DOSTLUK DERNEĞİ

 Tekirdağ ile Macaristan arasında daha iyi tanıma ve tanınma iki büyük kültür arasında şehrimize çok önemli katkılar sağlayacağıma inandığım Dostluk Derneği, hep aynı yüzlerin, seslerin, iyi niyetli bir gurup kişinin girişimiyle yol almaya çalışıyor.

  Hâlbuki Macarlar bu derneğin kuruluşundan çok öte Tekirdağ’da varlar… Belki de yüzyıllar öncesinin Altaylar Dağlarının sert rüzgarlı esintileriyle yan yana gelen iki komşu yaşamların hiç bitmeyen hikayesi Tekirdağ’da, Rakoczi Müzesi ve bu müzeye anlam katan II.Ferenc Rakoczi ile başlar…

 Rakoczi’nin Tekirdağ’da kaldığı yıllar Tekirdağ tam bir kültür cenneti. Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve Türkler iç içe… Ahşap kültürü, taşla bütünleşmiş… Şimdi geriye sadece aslının aynı olan Rakoczi Müzesi kaldı.

 Bu yıl 13. kutlaması gerçekleşen Macar günü Tekirdağ için ne ifade ediyor? Tekirdağ Dostluk Derneğinin temsilcileri bu zengin topraklarının yoksul şehrini nasıl tanıtıyor? Macarların anlattığı şeyler o kadar çok ki! Bir defa Türk Kültürüne uygun bir evin, taş ve ahşabın nasıl korunacağını; beton yığınaklarına çevirdiğimiz şehrin kirliliğini işaret ediyorlar…

 Her yıl Rokoczi Müzesinin etrafına toplanan siyah ile beyaz ayrımı kadar birbirinden ayrı duran iki topluluğa bakar dururum. Gülen, gülümseyen, kendi diyarından neşe, coşku, müzik, sanat, tarih, resim, yemek getiren Macarlar… Gülmeyen, gizli güçler tarafından sanki ciddiyetin, korunması gereken yüzünün Tanrıları gibi duran bizim taraf; Dostluk Derneği ve onların davet ettiği donuk yüzlü insanlar; çok ilginç manzaralara, soylu zıtlıklara konu olacak gösteri içine giriyorlar…

 Macarlar ısrarla şunu anlatmak istiyor. Tarihi önemsemek güzel şeydir. Aklın, mizahın, sanatın, mimarinin, mühendisliğin, folklorun olduğu tarihi… Size gelirken bunları getiriyoruz ey Tekirdağ’ın lacivert, siyah elbiseli asık yüzlü güzel insanları…

 Tekirdağ 51. Kiraz Festivali kutlanırken 13. Macar Günü de kutlandı. Macarlar, Gulaş yemeğinin tanıtımı için Macaristan’dan aşçılarıyla birlikte geldiler. Müzisyenleriyle, sanatçıları, tarihçileri, siyasetçileriyle…

 Şarabın da, yemeğin de, sanatın da, müziğin, dansın, mimarinin de önemini anlatıyorlar. Sadece gülümseyerek… Sadece nazik, istikrarlı, akıl dolu tercihler içinde bulunarak…

 51. Kiraz Festivalinde bizler neler anlattık, neler gösterdik acaba? Tozun,  toprağın içinde seyyar satıcıların, Perşembe pazarında kurulan tezgâhların, tarım fuarında olması gereken traktörlerin gösterisini yaptık.

 Merak ediyorum; Tekirdağ Macar Dostluk Derneği dünyanın güneş etrafında 13 kez dönüş zamanı içerisinde Tekirdağ’ı tanıtacak neler yaptılar? Macarlar Gulâş yemeğinden, müzisyenine, müzik anlayışına, şarap kültüründen, tarihini yalın ve güncel bir şekilde anlatıp kucaklaşırken, bizlerin ağar adamları neleri anlattılar…

 Onların yoktan var ettikleri Rakoçzi Müzesi, taş ve ahşabın güzelliğini anlatırken, hemen bu müzenin yanındaki evlerin beceriksiz duruşları, Tekirdağ tepelerinin beton ve özürlü mimari tarafından işgal edilişinin ezikliğini yaşıyorlar mı diye meraklar içindeyim…

 Bir de bu dernek, iki şehir arasında; iki ülke arasında kurulan köprüye kaç şehir insanını kattı? Bu katılım, zorakilik, gezme düşkünlüğünden çok kültürden kültüre bir akış, bir değişim bir güncellenme ve yenilenme aşkı mıdır?

 Macarların şehrimize getirdikleri esintiye; heykel, ahşap, resim, tarih ilimlerine, sanatlarına duydukları ilgiye minnet ile selam ediyorum.

  Tekirdağ Dostluk Derneğinin değerli kurucularına, bu kuruluşun ilerici düşünce içinde şehir insanına da bir soluk, bir akış, bir coşku katmış olanlarına, kendini o ciddiyet girdabından kurtarıp sağlıklı bir ruhun bedeniyle halkına adamış olanlara da teşekkür ediyorum.

 Güven Serin 




  

15 Haziran 2015 Pazartesi

YÜKÜN ALTINDA EZİLENLER


Salvador Dali-İlahi Komedya...


YÜKÜNÜN ALTINDA EZİLENLER

Genç turist bisikletin pedallarını ağır ağır çeviriyor. Muhtemelen dinleneceği bir yer arıyor. İpsala Sınır Kapısından bu sabah geçmiş olmalı…

 Pedalları çeviren ayak ve bacaklarının bedeni, yağsızlıktan, kilo fazlalığından çoktan sıyrılmış; ona lazım olan beden, gerekli olan enerji, kas, ritim ve coşku içinde dokunuyor pedalların sınırsızlığına…

 Bisiklete düzenli ve dengeli bir şekilde beş çanta yüklenmiş. Çadır, uyku dulumu, gerekli birkaç giysi ve bir parça yiyecek… Hepsini toplasan 15-20 kiloyu geçmez… Bisikletin insan gücüyle, iradesiyle çalıştığını düşünürsek; neredeyse bedavaya yaşanacak dünya zamanı; belki de bisiklet sürücüsünün ileriki zamanlarında görkemli bir başlangıç işareti olacak…

 Doktor, mühendis, avukat, hemşire, subay, memur, işçi, berber, fırıncı, iş adamı, iş kadını; hangi mesleği yaparsa yapsın insan; içindeki o geçiş kortejini anlamlı, gayretli ve samimi bir şekilde irdeleyip ona şans vermiyorsa; mesleğinin, yaşamının içinde oluşturacağı yüklerin altında ezilecektir. İsterse bir yalı da, isterse harika güvenliği olan bir sitede yaşasın; değişen bir şeycik olmayacaktır…

  Bisiklet sürücüsü ile aynı yönde ilerliyoruz; henüz düzenlenmemiş sahilde. Küçük çakıl taşları, doğanın ilk hali gibi; ayak tabanlarıma masaj yapıyor. Biraz ötede toz, toprak hafif bir esintide kendi sürgünlerini veriyor. Bir şehir, bu kadar sorumsuzca katledilir…

 Bisiklet sürücüsü heyecanlı! Ülkeden ülkeye geçecek. Sırtında değil, bisikletinde taşıdığı 15-20 kilo yükle. Bu yük, onun evi, yastığı, yorganı, giyeceği olacak. Doğaya zarar vermeden; insanı yollarda, şehirlerde başka insanlarda bulacak olduğunu bilerek…

 Bisiklet sürücüsünün geçtiği yerde park etmiş otomobile yürüyen üç kişi var. Bir adam, bir çocuk ve bir kadın… Kadının kilosu oldukça fazla, yürümekte zorlanıyor. En azından 40 kilo fazlalığı var. Kırk kilo fazlalık neredeyse onu iki büklüm edecek hale getirmiş. Otomobile zorla bindi. Ancak koltuğa oturunca nefes alır gibi oldu. Şükretti belki de onu evine getirecek otomobilin karbondioksit soluyan motoruna. Şükretti, ona verilmiş bedeni, zar-zor nefesle donatmış yaratana…

 Kadının kırk kiloluk yükü, onu ağırlaştırmış iyice. Desen ki Ganos Tepeleri şimdi adaçayları, katırtırnakları, ıhlamurlarla, çiğdem, papatyalarla donatıldı! O şöyle cevap verecek; olamaz! Mümkün değil! Bizden geçti artık; görmüyor musun halimi; yürüyecek halde değilim. Hâlbuki yaşı daha orta yaş civarı…

 Seksen yaşında nice yürüyenler gördüm doğada. Kaz Dağlarında, Ganoslarda, Musa, Olimpos Dağında…

 Bisiklet sürücüsü bisikletine yüklediği 15-20 kilo yükle dünyaya açılmışken, daha orta yaşını geçmemiş kadın, bedenine yüklediği 40 kilo yağ yüzünden, şehrinin deniz kıyısında bile gezememe cinayeti işliyor. Ve bunu doğanın doğallığı gibi görüyor… Eğitimin, öğretimin, geleneklerimizin insanımızı ne hallere düşürdüğünü; insan aklının, bu kadar bilgi, iletişim içinde bile o kalın perdeden kurtulamadığını varın siz anlayın dostlarım…

 Bisikletçi ağır ağır geçti şehrimin sahil boyundan. Kilolarından zorla yürüyen kadın otomobile binip gitti. Az ötede limanın hemen kıyısında dişi bir kedi. Üç yavrusu yanı başında… Sütlerini yeni içmişler; bıyıklarını, ağızlarını siliyorlar; anlayacağınız akşam temizliği ve keyfi.

 Anne kedi ve üç küçük bebeği; üçü da yüksüzdüler… Yükleri, beden ve ruhtan ibaretti. Ve onlar, otomobile binen kadından daha huzurlu, daha hareketli; daha yaşam doluydular…

 İnsanın kendini bu kadar hırpalaması tam olarak nasıl değerlendirilir bilemiyorum. Önce sağlığı yok edecek aşamaya getiriyor, sonra ise “kurtarıcı” arıyoruz. Kullanılan hapların âdeti yılda bir milyarı aştı. Yan etkilerinin haddi hesabı bile yok… Yüzünün yağı çekilmiş insan sayısından, göbeği bedenden önce giden insan çokluğuna kadar…

 Bir de, beden yükünden öte beyin yükleri var. Beden yükleri kadar önemli! Onları nasıl dengeleyecek, onları nasıl boşaltacağız?
Bisiklet sürücüsünün yaptığı gibi; sınırları zorlayarak; öfkeden, hoyratlıktan zorlayarak, arınarak…

  Hareket, yeni yerler, yeni insanlar; yeni bir deniz, dağ bile belki bizi bekleyen işaretin başlangıcıdır…


 Güven Serin 










10 Haziran 2015 Çarşamba

BEYHUDE YETMEZLİKLER


Kamera; Güven  Arkeoloji Müzesi -İstanbul


BEYHUDE YETMEZLİKLER


  Beyhude yetmezlikler içinde ağa düşmüş balık gibi çırpınıyoruz. Her an bir tutarsızlık içinde gafil kurnazlıkların esas aldanışını yaşıyoruz. Yüzler; insan yüzleri her şeyi anlatıyor. Öyle derin hüzünler oluştu ki, örtmeye hiçbir makyaj yetmiyor. Hâlbuki güzeldir ruhu üreten, barıştan, paylaşımdan, yenilikten yana olan insan yüzü…

  Kim uyandıracak bizi bu uykudan? Hangi şair? Hangi Yazar? Hangi filozof? Yoksa bir politikacı mı belirleyecek yazgımızın gidişatını?

 Bölünmüşlük içinde taraf oldukları taraflara daha da sokulmuş; taraftarlık ruhunu ölüm-kalım meselesi yapmış insanların aydınlığı kendini aydınlatmazken nasıl aydınlanacağız?

 Bir yazar var ki, kenti miladını çoktan oluşturdu. Mizahı yazarken, mizahın ciddiyet, istikrar, öğretiler içinden çıkacağını neredeyse bir ömür yazdı, anlattı durdu. En sonunda, o ünlü Sivas dehşetinde insan sellerinin girdaba tutulduğu anda neler yapacağını, önceden bilmiş, uyarmış olmanın duyarlılığıyla seslendi “beyhude yetmezlik” içinde gösteri yapan insanlara;

 “ % 60’nız aptaldır!”

 Beyhude yetmezlik içinde büyük eğlencesine, hatta kargaşa destanına dalmış olan insanlar “ aptal” sözcüğünü  “abdal” anlamış olmalılar ki hiç kimse üzerine almadı.

 Sonradan görüldü ki, bu değerli insanlar kelimeyi olduğu gibi anlamış ve algılamış. Sorun yüzdedeydi! Yüzdelik konusunu herkes irdeledi. Aziz Nesin % 60 dedi; hayır % 60’tan öte… Kimisi % 80, kimisi % 90, kimisi % 99 dedi. Kendilerini koruyacak % 1’lik neredeyse bütün aptal olmayanları içine almış oldu böylece…

  Kutluyorum; bütün aptallar kurtuldu. Abdalları zaten yaşatmıyoruz…

 Aziz Nesin’in ölümünden sonra yayınlanan Okuma Güncesi bir başka edebi güzellik. Şiiri, hikâyeyi, romanı bize dayatılan, ezberletilen gözle değil, bilginin, görgünün, edebi iradenin korkusuzluğuyla ortaya çıkartmamız gerektiğini bir kez daha o büyük aydın olma kararlığını, yaşayan ölülere inat, ölmüş insan diriliğiyle haykırıyor.

 Bu haykırışa, edebi gösteriye bir örnek vermek isterim. Beyhude yetmezliğimiz içinde ezbere bildiğimiz bir sürü büyük-ağır isimlerin bir ömür edebiyat içinde olan Aziz Nesin tarafından, insani nezaketi bırakmadan nasıl irdelendiğini göstermek istiyorum.

 Aziz Nesin aynı zamanda arkadaşı olan Melin Cevdet Anday için okuma güncesine şu notları düşmüş;

“ Melih Cevdet’in düz yazılarını oldum olası severim. Yaşamı ne kertede hırçın ve mantıksızsa, düz yazıları yaşamının tersine mantığa dayanır.

  İlişkilerimiz hiçbir zaman çok yakın çok sıcak olmadı. Çok büyük bir şair olduğu söylenilen ve yazılan Melih Cevdet’in düzyazılarını sevdim ama şiirlerini baştan beri hiç sevmedim. Şimdi tarasam bütün şiirlerini, belki birkaç sevebileceğim şiirini bulabilirim. Şiirini tümüyle akla, akılcılığa dayandığını savlar.
Belki bu yüzden sevmedim.

  Yağmur’un Altında kitabı hesaplı kitaplı, akılcılığa-dayanan değil-dayanmaya çalışan… “

 Fikrin, bilginin ve görgünün önemini bir kez daha gözler önüne seriyor Aziz Nesin. Yazmaya adanmış ömrün, aynı zamanda okumayı da son ana kadar; gözleri görmezken bile Vakıf’da “kızlarım” dediği gençlere okutarak, o evrensel öğrenme tutkusundan ve bu tutkuyu, kendi doğasında işleyip bir başka üretime dönüştüren seçkinlerden birisi…

 Neredeyse son nefese kadar okumuş. Dinlemiş… Onun son nefesine kadar hissettiği şeye, okuma güncesi içinde biraz olsun yaklaştım. Mizaha tutunmuş bu yazar; aynı zamanda doğruluk, bilgi, akıl öğretilerine de tutunmuş. Görünen o ki, mizah ciddiyet, pratiklik, yaşanmışlık içinden doğar.

 Şaklabanlıkları mizahla karıştırmamak ciddi bir irade işi!

 Aziz Nesin 4 Nisan 1995 günü Nesin Vakfı Tepe’de okuduğu kitap Melih Cevdet’in şiir kitabı Yağmur’un Altında. En sonuna düştüğü not; iradenin, fikir, pratik hünerini de anlatıyor;

  “ Şimdi merak ediyorum; Melih Cevdet şiirinin övücüleri, bakalım bu kitap için de ne övgüler düzecekler… Aslında onlar Melih Cevdet’in şiirlerini değil, kendi YETMEZLİKLERİNİ övüyorlar.”


 Güven Serin  




 



  



9 Haziran 2015 Salı

BURHAN KUZU ve BEKÇİ MURTAZA


Kamera; Güven  Ganoslar


BURHAN KUZU ve BEKÇİ MURTAZA

  İnsanın ağlayası geliyor; yitip giden zamanların ziyankârlığına… Ninelerimiz için bir tek kırını dahi önemliydi. Saygıyla kaldırılan sofra örtüsünün bir tek kırıntısı ziyan edilmezdi… Onlar kıtlığı bilirler; bilmeseler de aktarılan yokluk zamanını gün içinde yaşam algılarıyla bütünleştirir; olmayana, yetmeyene hep bir şeyler taşırlardı…

 Bolluk zamanındayız… Evlerdeki nesneler taşıyor… Sokaklarda ki araçlar ne hazindir ki zenginlik simgesi sayılıyor.. Ama evlerin eksik olan şarkıları, müzik aletleri, insanların sanat ve eğlenceden, seyahatten, sağlıktan, özgür ve özgün eğitimden yoksun olmaları eksik kabul edilmiyor…

 Burhan Kuzu siyasetin olduğu kadar sosyal meydanın da popüler akademisyeni… AKP de üç dönem bulundu. Hep ön sıralarda göründüğünü sandı. Niçin o şansın verildiğini bir türlü sorgulamadı. Sandı ki, onun engin düşüncesi kendi yolunu açıp, kendi önderliğinde daha duyarlı, daha saygılı, daha adaletli bir iş yapıyor… O bunu gerçekten böyle sandı…

 Tıpkı Bekçi Murtaza gibi… Bekçi Murtaza Orhan Kemal’in yarattığı bir karakter. Sanıyorum hiçbir zaman ölmeyecek olan, bu toplumda oldukça var olan inanılmaz bir kader temsilcisi…

 Bekçi Murtaza’yı anlamak çok kolay. Sosyoloji bilimini anladıysanız, evinizde şefkat, merhamet ve demokrasi yaşanmışsa onu çok daha iyi anlarsınız… Yoksuldur… Eğitimsizdir… Çaresizdir… Yazgının kölesidir…

  Ona giydirilen elbisenin, beline taktığı tabancanın ve düdüğünün kölesi… O, vazife düşkünüdür. Belki de hiç görmediği, sadece ezberletilen vazifenin aşkıyla amirlerine nasıl bağlı olduğunu, vazifenin kutsallığını son an’a kadar yaşar… Ta ki, vazife aşkı diye, aynı fabrikada çalışan küçük kızını uyku başında yakaladı diye, amirlerine, vazifesine yaranmak adına attığı bir tokat yüzünden beyin kanaması geçiren küçük kızın ölümüyle, Murtaza’nın gözlerinde ki bakışta, dünyada bize bastırılan, ezberletilen bütün vazifelerin, hoyrat bütün amirlerin,insanı köleleştiren, insanın fikirlerine set çeken bütün sistemlerin lanetlendiğini görene kadar…

 Murtaza’yı onun gözlerini, dünyaya bakışını sosyolojinin o ince çizgisiyle anlamanızı isterim… Size dayatılan, sizin yaşamınız sandığınız diğer amirlere, vazifelere yaranacaksınız diye ne kıyımlar yapıp da bunu vazife aşkıyla geçiştirmenin ve daha sonra asıl olan o özde, vicdanda hissetmenin ölümcüllüğünü bulacaksınız Murtaza’da…

 Burhan Kuzu, baktığınızda iyi eğitim almış, amirleriyle iyi geçinip üst sıralara çıkmış birisi. AKP’nin ilk kurucularından. Anayasa Komisyon Başkanlığından tutun da bir sürü kurulun başında bulundu. Son zamanlarda da popülerliği iyice arttı.

 Niçin?

  Vazife aşkıyla yanıp tutuştuğu için. Tıpkı Bekçi Murtaza gibi,onun vazife aşkını destekleyen söylemleri gibi; “ kurs görmüş, amirlerinden sıkı terbiye almış” diyerek yüklendi de yüklendi…

 Kime?

 Tanrı katına çıktığını sanıp da aşağıda kul gördüğü insanları…

 Burhan Kuzu şimdi kulların katına indi… Ve taptaze vazife aşkı söylemleri pırıltı saçıyor sosyal medyada.

 Biz bun seçim sonucunu hak etmedik! Diyor. Hz. Muhammed’din sözünü hatırlatıyor; “ Toplumlar layık olduğu idare ile yönetilir.”

 Yani en layığının kendi partisi olduğunu, üç dönem kuralına takılıp seçilemediği bu an’da haykırıyor.

 Niçin? VAZİFE AŞKI İÇİN… KURS GÖRMÜŞ, ALMIŞ AMİRLERİNDEN SIKI DİSİPLİN…


 Bir köşe yazarı ise evrenden aldığı vazife aşkı, bilgi, görgü aşkıyla sesleniyor;

 “Toplum içinde de öteki bireylerle ‘eşit üreticilik-yaratıcılık ekseninde buluşulur, bileşir.’ Ortak çalışma yapılabilir. Kimseye yaslanılmaz, kimseler taşınmaz; insanın temel kültürü varsa…

 Toplumun çoğunluğu böyle bireylerden oluşunca demokrasi de bu çoğunlun kararlarıyla kendini yönetecek olanları seçer.

 Böylece bir toplumda, hukuk güçlünün emrinde değildir, adaletin hizmetindedir. “

 Burhan Kuzu ise AKP’nin oy kaybını neredeyse lanetliyor;

 “Koalisyon Allah’ın Belası’dır, dedim!” bu seslenişiyle demokrasiyi, milyonları, fikirleri, barışı, sevgiyi nasıl hırpalıyor. Niçin? Vazife aşkı! Kurs görmüş, sıkı disiplin almış amirlerinden…


Güven serin

6 Haziran 2015 Cumartesi

7.SENFONİ ve ÇANAKKALE AĞIDI


Kamera, Güven   Tekirdağ 

7.SENFONİ ve ÇANAKKALE AĞIDI

 7. Senfoni Dimitri Şostakoviç’in savaş zamanı, 1942 de bestelediği bir eser. Çanakkale Ağıdı ise bu zamana ait. Hasan Esen tarafından bestelendi.

  İki bestecinin de müziğe olan düşkünlükleri bir ömre adanmışlık içinde. Biri dahi olarak bilinen Dimitri Şostakoviç. İkinci Dünya Savaşı Leningrad Kuşatmasını sıcağı sıcağına yaşamış… Hissiyatı tamamıyla savaşın her türlü gösterisi içinde; ölümler, yaralanmalar, bombalamalar, hastalıklar ve iniltiler içerisinde olgunlaşmış.

 Hasan Esen ise Çanakkale Ağıdını savaştan 100 yıl sonra hissetmeye çalışmış. Bu çalışmayı kaleme almadan günler öncesi heyecanlanmaya başladım. İki besteci; iki sanatçı, öyle bir makalede anlatılacak insanlar değil elbet…

 Tekirdağ Kültür Merkezinde, şehrimizin Sanat Müziği Korosu insanın içini hoş eden, insandan insana süzülen bir konser verdi. Nevzat Avcı’nın yönetiminde besteci Hasan Esen’in de konuk olarak kemanıyla, besteleriyle katıldığı konsere ilgi de epey fazlaydı.

 Hasan Esen’in iki bestesi okundu. Birisi Çanakkale Ağıdı isimli şarkının sözleri;

Ben ona hep can kuzu derdim
Kınaladım cepheye gönderdim
Çanakkele, gözkulak ol yavruma!
Çanakkale, gözkulak ol yavruma!

 Diye devam eden bir ağıt. Elbette ağıttan bekleneni de yaptı; birçok sanatçıyı, dinleyiciyi ağlattı. Çanakkele Savaşından yüz yıl geçmesine rağmen…

 Düşünmeden edemiyorum; halen ağıtlara ihtiyacımız var mı diye? Bu zamanda bile kurtarılmayı bekleyen çocuklar yetiştirme eğiliminde, görkeminde kurbanlık kuzu algısıyla yetiştirilecek çocuklarımızın insana, insanlığa süzülecek kimliklerinde bir yara, bir şeyler eksik kalacak mı diye, telaş ettim…

 7. Senfoni ise savaşın en puslu zamanlarında bestelendi. Leningrad Şehrinde yaşanan kuşatmayla birlikte 882 gün içerisinde 1,5 milyon insanın öldüğü, her tarafın ölüm koktuğu zamanda yazıldı bu eser.

 Bir dahi olarak bilinen Şostakoviç ne anlatıyor bu eserinde?

  Besteci eserini dört bölümden oluşturmuş. Sırasıyla birinci bölüme;

Halkın mutlu yaşamını, kendilerine ve geleceklerine güveni anlatıyor.
İkinci bölümü; güzel ve mutlu olayları bir araya getiriyor. Üçüncü bölümü; yaşam sevinci ve doğaya karşı duyulan hayranlık anlatılıyor. Dördüncü bölüm; muzaffer bir temaya dönüşür; mutluluk en üst safhaya ulaşır; puslu günlerin biteceğine, barışın geleceğine dair…

 7. Senfoni oluk oluk ölümün olduğu Leningrad şehrinde savaşın gölgesi altında halka dinletilir. Her gün ölümü, korkunç sesleri çıkartan bombaları gören halkın morale ihtiyacı vardır. Ölen ölmüş, kaçan kaçmış; kalanların bu besteyi hak ettiğine inanır besteci. Bütün zorluklara, korkulara, bombalanma riskine karşı beste seslendirilir. Halk, ayağa kalkarak tam bir saat alkışlar 7. Senfoniyi…

 Hasan Esen bugüne kadar 750 esere can vermiş. Bir ömrü müziğe adamış. Şimdi TRT sanatçısı… Niçin bir ağıda ihtiyaç duyar besteci? Yaşanan o trajediyi unutturmamak için mi? Bu topraklarda yeterince ağıt yazılmadı diye mi? Yazılacaksa, evrensel acıyı, algıya, sanata dönüştürecekse bir ömrün yetmeyeceğini de görmeli insan…

 Sanıyorum, siyasetçinin yaptığı şeyi; kolaya kaçarak, halkımızın en üst duyarlılığı olan konulara el atıyorlar. Bu bir seçim, bir tercih kendi zamanına… Siyasetçi de, sanatçı da başarılı olabilir. Ama diğer zamanlara, diğer uluslara aka bilir mi; yaşananları insanca, şefkatli ve sanatsal tınılarla anlatmak adına…

 Leningrad Kuşatmasının ağıdı 7.Senfoni; mutluluğa, doğaya, güvene dayalıyken, Çanakkele Ağıdı, güvensizliğe, yürek parçalayan çığlıklara yaslanıyor.

  7. Senfoni kendi sınırlarını çoktan aşıp bütün insanlığın bestesi, mutluluğu, muzaffer başarısı olurken, Çanakkele Ağıdı sadece bizim ülkemiz içinde ve bir bölüm insanın türküsü oluyor; bütün fark burada ve bunu görebilme uzaklığına erişmiş sanatçı dehasında gizli olmalı…


 Güven Serin 






4 Haziran 2015 Perşembe

YAŞAMA DÖRT ELLE SARILAN ÇINAR


Kamera; Güven    Tekirdağ


YAŞAMA DÖRT ELLE SARILAN ÇINAR

  Denizin tam kıyısında; ay ışığının yakamozlar yapıp şairlerden öte sıradanlığı bile deniz; ışık yoluna davet ettiği yerde yaşıyor bu çınar ağacı.

 Yanında yaşayan diğer çınar ağaçlarına bakınca onun atlattığı badireleri görebilirsiniz. Ağaçların bir alıcısı çıksa, ona kimse bakmaz. Eğri-büğrü gövdesi, diğerlerine bakınca henüz yaşama tutunduğunu, hatta ah tutunacak, ah tutunamayacak olduğunu sanırsınız…

 Ağaçlar arasından sporcu seçimi için gelseler, bizim çınar ağacı hiçbir elemeden geçemez, fiziki duruşa önem veren, önceliği; belli kıstaslara dönük insanlar için…

 Onun boynu büküklüğünü, destan yazarlar kendince anlar. Ağıtlar yakarlar, yanık, gözyaşı tutuşan ağıtlar... Ağaç bilim uzmanı gelse; ilk önce onu fotoğraflar. Sonra büyük bir saygıyla dokunur eğri büğrü gövdesine. İki metrenin üzerine kaldırır başını. Bir kol-dirsek gibi güneye uzanan eğriliğin, doksan dereceyle kuzeye yönelişi, sonra bir güney ve tekrar gökyüzüne uzanmak isteyişine bir mucize gibi bakar; ağaç bilimi uzmanı.

 Gösterişli diğer çınarların yanında onların ışığı örttüğü büyük kolları arasında nasıl bir yöntem icat ettiğini, bir ağaç için doksan derece dirsek kıvırmanın ne büyük mucize, nasıl bir yaşam koşusu, derviş sabrı gerektiğini bilimin gözüyle, yüreğin şefkatiyle değerlendirip yaşama dört elle sarılmış çınarın önünde şapka çıkartırlardı.

 Neredeyse iki yıldan bu yana çınarların koyu gölgesi, denizin serin esintisiyle kucaklaşan bu yere gidip geliyorum. Çayından içiyorum. Kahvesine sarılıyorum. Sohbetleri, dinlence, yorumlama, analiz etme serüvenleri; karşıdan karşıya bakışıp, konuşma düşleri hep burada gerçekleşiyor.

 Diğer ağaçlardan farklı bulup arkadaşlarımla paylaştığım, sonra makinemle görüntülediğim çınar ağacından sonra daha bir içtenlikle yaslandım denizin hemen kıyısında ki sandalyeye. Henüz, makalemin başlığını bulamamıştım. Necati Bey’e, Emin’e Hanıma söz ettim çınarın hayat hünerinden. Onlar da ilgi, şaşkınlık ve saygıyla baktılar; gerçeğin ta kendisi olan çınarın doksan derecelik kuzey, sonra güney ve göğe yükselip, eğriden doğruya, yaşlılıktan tazeliğe geçiş törenine…

  Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde eserinde gelecek zamanlara, eleştirmenlere ve diğer yazarlara eşelenmek, yaşama dair, eğlence, güven, kaygı, hüner bulmak adına devam edecek bir serüven. Mehmet Rifat’ın Bir Roman Yaratmak adlı kitabında Marcel Proust’un bir anısı, edebi seçenekler içinde bir düş evreni gibi önümüze serilir.

 Proust soğuk, puslu, can sıkıcı bir gün eve geldiğini anlatır. Henüz çocuktur. Annesi bir çay içmesini önerir. Önce isteksiz davranır. Sonra kabul eder. Anne, yanlarında çalışan hizmetliyi madlen kurabiye almaya gönderir. Proust’un masasına bir çay ve birkaç madlen kurabiye konur. Proust günün yorgunluğu, kasveti içindedir. Belli belirsiz kopardığı bir parça çikolatalı kurabiyeyi bardağın içine bırakır. Hafif eriyen kurabiyeyi çay kaşığıyla alır ve ağzına bırakır. O an, damağına yayılan tat ve Proust’un kâğıda aktardığı düşünceleri;

  “ Harikulade bir haz benliğimi sarıp soyutlamıştı. Bir anda hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmıştı. Aşkla aynı yöntem izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu bu öz, benliğimde değil, benliğimin ta kendisiydi.”

  Bu kadar felaket haberleri, bu büyük aldırmazlıklar; hiç durmadan artan adaletsizlik, haksızlık, şehirleri işgal eden beton ormanları ve çelik yığınları... Doğal olmayan bin bir çeşit gürültü içinde; yine edebiyatçılara iş düşüyor. Onların göstereceği, çaya, kahveye, keşfedecekleri edebi deme, kurabiyeye, iğde ağacına, çınara, yitik sanılan anı veya efsaneye her daim muhtacız…

 İşte, yaşama dört elle sarılı bu çınar ağacı da böyle bir şey; Tekirdağ Yelken Kulübün Çay Bahçesinde, denizin, deryanın kıyısında;  çocukların yelken çığlıklarında, madalya hasretlerine; bir yazarın bitip tükenmek bilmeyen yazma isteğinde…

 Güven Serin  

 



3 Haziran 2015 Çarşamba

DIŞARIDA HAVA ÇOK GÜZEL


Kamera; Güven  Tekirdağ-Ilgın Ağacı


DIŞARIDA HAVA ÇOK GÜZEL

 Evet, baharla birlikte dışarıda hava çok güzel... İğde kokularından tutun da, zambaklara, erguvan, güllere kadar tabiata, yaşama dair ne varsa çılgınlar gibi seçenek sunuyor.

 Burnunuz iyi, gözleriniz gördüğünü dönüşüme, üretime gönderecek güçteyse; dışarıda hava iyi, oldukça iyi…


 Havanın iyi olması, güneşin baharı coşturması yine yetmiyor. Yelken Kulübün çayhane kısmında bir deryaya ya bakar gibi baktığım büyük suyu ufka kadar tarıyorum. Karşı kıyılara baktım bir yudum çayın ne büyük güzellik olduğunu bilerek…
Bir balık; kefal olmalı. Bir gösteri yapar gibi ardı ardına zıplıyor. Yan masada oturan kadınlar balık zıpladıkça;

 “ Hay yavrum; ne güzel zıplıyor. Hay canım, ne güzel şey!”

  Ufku, karşı kıyıları taramayı bırakıp ben de kadıların hayran kaldığı balığı izlemeye başladım. Balık zıpladıkça her an fırsat kollayan martılardan birisi pürdikkat kesildi. Balığın zıplayışının nedenini düşündüm. Deniz bilimi keşfedilmeyi bekleyen öğretilerle dolu… Bunlardan birisi de balığın havaya zıplaması, bir başka balıktan korkup kaçma sebebi. Veya oksijen yetersizliğinden çare araması…

 Balık zıpladıkça ona ne hoş balık diye bakan kadınlar balığın gösteri yaptığını sanıp ne güzel eğlendiler. Halbuki balık can derdinde. Martı, bir fırsat yakalarsa geceyi rahat ve huzurlu geçirme telaşı içinde pike yapıp durdu. Kadın ise hoşluğun saadetiyle bir alkış yapmadığı kaldı…

 Aynı anda diğer masada siyaset konuşuluyor. Bir tarafın taraftarı gibi, ya iyi ya kötü seçenekleri… Hiçbir şekilde ara düşünce, alt, üst; yan; yani perspektif bakış yok gibi… Yüzler karardıkça kararıyor. Çizgiler derinleştikçe derinleşiyor…

 Çaresi yok mu? Var; tabiat! Tabiatın seçenekleri, şakaları hiç bitmez… Kendini aydın sananların geldiği oyuna ne demeli? Sadece iyi olmak, bilgisiz, fikirsiz olarak balığın hoşluğuna mı hayranlık duymalı; yoksa biraz merak ederek, balığın can derdine; yaşam içindeki o savaşın muazzam değişimine mi dokunulmalı?

 Geceyi, karanlıkla, korkuyla adlandırmak mı; yoksa gecenin tamamen muhteşem bir doğa olayı olduğunu; dünyanın kendi etrafında dönmesinin canlılar üzerindeki eşsiz dinlence dengesi olduğunu bilerek geceye sarılmak mı daha iyi?

 Hastalıktan yeri kurtulmuş arkadaşım; ses tonuyla cesaret veriyor. Yüzü yaşamın coşkusuna daha yakın. Bun rağmen yine izlediği televizyonun etkisi altında; iktidarın yanlışlarına kendi yanlışıyla karşılık veriyor.

 Nedir bu karşılık? Sıkıntı girdabı? Hürriyet korkusu? Gelecek endişesi… Peki, ama bu korkunun, hürriyet arayışının ve sahiplenişinin neresindeyiz biz? Hürriyet diyoruz; hürriyete ne kadar sahibiz?

 Birkaç televizyon kanalı, birkaç dizi izleme köleliği hürriyet midir? Bayatlamış fikirler, öne kapalı düşünceler hangi hürriyet yolculuğuna yoldaş olur? Tıp Bilimi bile her beş yılda kendini yenileme ihtiyacı duyarken; okumayan, merak etmeyen, düşünmeyen, düşünce için en küçük kırıntıya minnet duymayan insanın endişeleri biter mi?

 Dr. Tennur Koyuncoğlu, iki yıl önce huzurla uğurladığı İç hastalıkları uzmanı Dr. Hikmet Koyuncuoğlu’nu anıyor. Onun yaşamından gözlemlediğini yaşama; önümdeki büyük suya katkı yaparak; ırmak tazeliğinde sunuyor;

 “ Hikmet Hoca ‘bilim ciddi iştir, yapmak istediğiniz her iş gibi’ derdi. Bir deney hayvanına ilaç verdikten sonra, içi burkularak da olsa sıçramasındaki değişiklikleri bir ay boyunca her gün üç saat gözünü kırpmadan izlerdi. Bilimde ‘yeni bir kolaylık bulmak özveri işidir’ derdi. Dindar mısınız diye soranlara ‘dünyanın en dindar kişileri bilim insanlarıdır’ diye yanıt verirdi.

  Doğanın muhteşemliği, insan beyninin gizemi karşısında insanın bildiklerine gördüklerine güler, geçerdi.

  Hikmet Hoca nüktedandı. Derslerde kendi baharına takılmış genç öğrencilerini gördüğünde, ‘DIŞARIDA HAVA ÇOK GÜZEL, GEZMEYE GİDİN, SIKICI DERSLERİ DİNLEMEYİN’ diyerek dershanenin havasını canlandırırdı.”

  Dışarıda hava çok güzel; havanın güzelliğini bilecek kadar; balığın zıpladığını, Hikmet Hocanın insanlık yolculuğu için bilime adanmışlığını, bilimin sadece bir ilaç kutusundan ibaret olmadığını bilecek kadar güzel ve hoş bir hava…


 Güven Serin 




  

2 Haziran 2015 Salı

FİLİZ SABUNCU KUTLUYORUM SİZİ


Kamera; Güven  
Sanatçı Filiz Sabuncu ve genç sanatseverler


Kamera; Güven 
Sanatçı Filiz Sabuncu


Kamera; Güven

Sanatçı Filiz Sabuncu


Kamera; Güven 
Valilik Kültür Merkezi


Kamera, Güven

Sanatçı Filiz Sabuncu


Kamera, Güven   -FISILTI
Sanatçı Filiz sabuncu


Kamera; Güven 
Sanatçı Filiz Sabuncu



FİLİZ SABUNCU KUTLUYORUM SİZİ

 Bu çalışmayı hazırlarken bilgisayarımda Gabriel Faure’nin meşhur bestesi Elegie Opus 24 ses veriyordu. O sese sarılırken başka şeyler düşünüyordum. İkinci Dünya Savaşını… Leningrad Kuşatmasını… 2,5 yıla yayılan kuşatma da, açlık ve soğuktan ölen 1,5 milyon insanı…

 O kuşatmayı. Savaşın ölümcül kâbuslarını yarmaya çalışıp, hayatta kalanlara destek olmaya çalışan ünlü besteci Dimitri Şostakoviç ile küçük kızın küçük hassas parmaklarını yanında bulunan zarif çello düetini düşünerek dinledim. Bu beste, kâbusa dönmüş ve 4 milyonluk şehirde 700 bin insan kalmasına rağmen ünlü besteci Dimitri Şostakoviç’in şehri terk etmemesi, ruhumda uyandırdığı o büyük hayranlıkla bütünleşiyor; bu sanatsal gerçeği kaleme alışım…

  Ressam, şair Filiz Sabuncu’nun sergisini gezdikten sonra bedenimle birlikte ruhuma damlayan sanatsal yağmuru dinledim. Güzel Sanatların, müziğin, şiirin tükenmekte olan insan ve insanlık için ne büyük var oluş merhemi, iteneği olduğunu biliyorum.

  Savaşlardan, kargaşalardan geriye kalan en güzel şeylerden birisi de, Dimitri Şostakoviç gibi bestecilerin evrene ait insan ruhu ile bir olmuş marifetin, ustalığın, sezgilerin ortaya çıkışı, bir esere dönüşü. Leningrad Senfonisi (7. Senfoni)  de böyle ortaya çıktı. Mutluluğu, güveni, dayanmayı, ümitleri var etmek, onların asla tam olarak tükenmediğini, tükenemeyeceğini kendi zamanından diğer zamanlara armağan etti…

 Filiz Sabuncunun zarif karşılamasıyla ilk adımımı attığım Kültür Merkezi ve oraya yayılan sanatın senfonisi burada farklı bir şeyler olduğunu düşünmeme, duyarlılığımı arttırmama neden oldu.

 Akordeon da bir erkek, keman da genç bir kız; sanatçıya destek olmak için şöleni kendilerince ses tonlarıyla renklendiriyorlar. Sanatçının seçkin misafirleri sanat olaylarına oldukça yatkın insanlar. Kimisi Bodrum’dan, Kimisi İstanbul ve bazıları da Tekirdağ’dan katılmışlar. Genç kızlar sansal törene en içten katkı vermek amaçlı gülümseyerek içecek servisi yapıyorlar. Masaların üzeri çeşitli tatlarda yiyeceklerle dolu olduğu halde, sanata susamış insanların tokluğu başroldeydi.

 Keman ve akordeon sanat olayına ciddi bir neşe katarken, sanatçı Filiz Sabuncu etrafını çevirmiş, dostları, arkadaşlarıyla ilk önce gözleriyle, sonra elleriyle, bedeniyle kucaklaşıyor. Duygular neşeden ötürü… Duygulanmalar sanattan ötürü…

 Sanatçı Filiz Sabuncu şehrimize geleli üç yıl olmuş. Ne büyük onur; bizim şehrimizi tercih etmesi… Şehirler insanların-insanlığın dikkatini çekecek, tercih edilecek hale geldikçe, kentleşmenin niteliği de artar. Şehirler, her türlü insanı ağırlar. Hür türlü insan şehirlere anlam, onur katar. Bir de sanatçıları; ressamları, şairleri, yazarları, heykeltıraşlarıyla anılırsa o şehirler tüm dünya ya anlam, onur yükler…

 Şehrimize üç yıl önce gelmiş Filiz Sabuncu’yu kutluyorum. Ben de otuz üç yıl önce geldim. Sevmişliğin yüceliğiyle sahipleniyorum henüz şehir olmamış bu olağanüstü yeri…

 Sanatçımız 1957 yılından bu yana yani koca bir ömür; 58 yıla yayılan sanat yaşamında birçok sergiye katkı vermiş, eser sunmuş. Bunlardan bazıları Bandırma Kültür Merkezi (üç kez) Sandoz Sanat Galerisi, Vakıfbank, Taksim Sanat Galerisi, Star Mar Görüntüleme Merkezi, Hafize Ortaç Sanat Galerisi. Bu mekânlarda tıpkı Tekirdağ da olduğu gibi, gelenlere “merhaba, hoş geldiniz” sanatçı ve sanat sıcaklığını üst kimliğe geçmiş, evrenin neşesine sahip olmuş bir canlı sunumuyla yapmış.

 Genç kızın keman sesi, erkeğin akordeonu ahşap sanat mekânında en ölçülü ve ahengiyle çalmaya devam ederken, sanatçının, sanatsever dostlarının muhteşem kibarlığı, o küçük yeri devasa bir salona çevirmişcesine eserlerin arasına karıştım. 


 Sanatçının ruhundan ellerine süzülen iki sürpriz bekliyordu sanatseverleri. Resim sanatıyla birlikte şiir sanatını da bir araya getirmiş; her resminin altında o resmine ithaf yaptığı bir şiiri…

 Küçük bir fener sallanıyor asılı durduğu yerde. Sanatçının pembe, mavi, yeşil, gri, beyaz renklerden oluşan bu eseri; daha kırk yıl önce her eve lazım olan küçük bir fenerdi. Bugün oldukça güzel bir aksesuar olarak kabul edilen bu küçük fenerin altında ki şiir dizeleri ise şöyleydi;
“güneyden esen rüzgârda/ dönerek sallanırsın / yalnızlığın dayanılmaz acısını / bensizliğin burukluğunu / rüzgâra mı anlatırsın? “

 Sanat böyle bir şey! Bağırmaz, çağırmaz, vurmaz, kırmaz! Öldürmez, öleni var etme çareleri arar. Onarır, yapıştırır, renkler içinde renk, sesler içinde ses doğurur. Sanatçının Martıları işleyen eseri, iki katlı taş evi ve ağaçlar arasında, sonsuzu anlatan ışığın içinde çizdiği insan siluet çok şeyi anlatıyor… Yalnızlığa, özleme, sonsuza dair çok şeyi…

Güven Serin 







1 Haziran 2015 Pazartesi

BALKANLARIN DİYARINDA BİR YER; PAŞAKÖY


Sercan ve Sevilay'ın Hikayesi


Paşaköy-Edirne

Dostum Şerif Bilir sağ tarafımda... Sol tarafımda
çoktan İstanbullu olmuş Eyüp ve Ali...
Bülent ve İsmail Ağabey yan yana,
köy meydanının ferah havası, temiz suyu,demli
çayı ile sohbetin keyfini çıkartıyorlar.

BALKANLARIN DİYARINDA Kİ YER; PAŞAKÖY

  Tekirdağ’dan Keşan, İpsala yönüne ilerlediğinizde İpsala Sınır Kapısına 5 km kala Dörtyol olarak bilinen yolda bulursunuz kendinizi. Balkanlar burada başlar. Meriç Nehri buradan geçer; içinde zamansızlığın millerini taşıyarak…

  İleri giderseniz Yunanistan sınır kapısına ulaşırsınız. Sola dönerseniz Paşaköy, Yeni Karpuzlu ve Enez ile ülke sınırına Enez Kalesinin iç içe geçmiş tarihiyle, masal kadar güzel insanlık topraklarına, Yunan Tanrı ve Tanrıçalarının evi olan Ege’ye iç ferahlatıcı düşüncelerle tutuklu kalırsınız…

 Ünlü besteci Dimitri Şostakoviç; “ Durmak tehlikelidir, hatta ölümcüldür.” Der… Tabiatın eşsiz marifeti, hareketin ahengi, büyük uyumuyla yol alır… Böyle bir inançla yol aldık doğduğum topraklara; Paşaköy’e.

 Yanımda dostlarım var; Şoför Metin, İsmail Ağabey ve sürücü koltuğunda oturan Y Kuşağı temsilcimiz genç dostumuz Bülent… Hepsi ben kadar heyecanlı… Nice zaman olmuş köyümün meydanına kurulmayalı. Yanımda getirdiğim dostlarım ile bu meydan köy meydanı değil, Roma Kentlerinin büyük seyirciyi ağırlayan, coşturan, çığlık çığlığa yapan savaş arenasıdır diye çalım satmadığım meydana geldik.

 Rumeli’den göç eden büyük dedelerimizin kurduğu, bir meydanda olması gereken her şeyin olduğu yerde; hasretle baktım çocukluğuma tanıklık eden çam ağaçlarına. Sıraya dizilmiş kahveler, berber dükkânı, köy muhtarlığı, cami, okullar, lokantalar… Daha dün fırının içinde gezinip Nurettin Çiçek ile şakalaşan çilli yüzlü çocuk Güven’i gördüm…

 Düğün evine gittik. Ala Amcam, sütannem ile bildik o sarılışları gerçekleştirdik. Ve sırasıyla, genç damadımız Sercan’ın babası Yılmaz, Mehmet Amcam, İsmail Amcam ile kavuştuk. Şerif ile uzaklığın, görmezliğin hiçbir şey olmadığını bıraktığımız taze esprilerle, şakalarla demledik…

 Düğün Evinin arkasındaki büyük bahçe bizim; benim doğduğum bahçe… Dört odalı kerpiç ev ve serin sundurması yok artık. Ama büyük yaşlı dut; son akşam yemeği gibi bütün bereketiyle fış kırcasına ürün vermişti. Şimdi o büyük kanatlarında beni taşımıyordu; döngünün büyük hatırına o görevini çoktan yapmış olmanın nihayetsiz huzuru içinde…

 Hatice Ana, yine dimdik; benim anam… Anların anası… Mavi gözlerin marifetli ellerin yine bildik insan mahcubiyeti… Onlar, övünmeyi bilmediler… Çalım satmayı… Beyaz atlı prensi rüyalarında bile görmediler; inandılar ve yola çıktılar; koşuldan arınmış…

  Düğün evinin en mutlu kişileri elbette tam bir beyefendi olan damadımız Sercan Serin. Gelinimiz gıpta ile baktığım köyümüze 3 km uzaklıkta olan Yeni Karpuzlu cennetine ait Sevilay Serin. Bu düğün, bu şölen, birçok bölgeden gelen konuklar onların…

  Babadostu Ahmet Ergin’in oğlu İsmali, “ beni tanıdın mı?” diye sordu, insan kılığının en güzel utangaç haliyle. Tanıdım, dedim İsmail; babadostu Ahmet’in oğlu güzel ruhlu İsmail, elbette tanıdım… Komşu Hasan’ı da… Kocayol’un Recebini de…

 Tanımadıklarım o kadar çok ki… Genç kızlar, genç erkekler; uygarlık gösterisi içindeler… Bülent, Metin şaşkın! Burası köy olmaz, bu köyden öte, diyerek oradan oraya fotoğraf çekimi, video çekimi için koşup duruyorlar.

  En büyük şaşırmayı gece yapıyoruz. Düğünün olduğu yeri, şehirlerde olmayan Açıkhava tören alanına gidiyoruz. Kokereççiler, sucular, dondurmacılar, baloncular bizden çok önce gelmişler. Kortej çoktan yola çıkmış. Büyük ekrana verilen görüntüler, güzel bir ışıklandırma, hiç kimsenin kimseyi rahatsız etmeyeceği kadar büyük alan… Balonlarla süslü tören alanına gelen herkes gelin ile damadı kutluyor ve takısın takıyor…

 Bilinen her şey düşünülmüş, şöleni daha anlamlı kılmak adına… Gençlik pırıl pırıl…Işıklar gibi.. Bildiğim gökyüzüne bakıyorum. Venüs; o göz alıcı ışığın sahibi olan Venüs’e tam da Ay’ın batısına, Meriç ile Ege’nin buluştuğu yere düşüyor yüzü…

 Şerif Bilir yanımızdan hiç ayrılmıyor. Metin’in elektronik bilgisi işimize yarıyor. Gece bile dudak uçuklatan güzel fotoğraf çekimleri yapıyor. Bülent, makinesinin yetmezliği içinde içmeden sarhoş gibi, niçin Metin gibi çekemediğine üzülüyor…

 Ayrılık vakti geliyor. Amcam Ali Serin’e hoşça kal demek için sarılıyorum. Dört kol ve iki beden; sessizce zamanı durduruyor. Zaten yok zaman… Kavramlara uyum için üzerinde tepişip duruyoruz. Amcam Ali Serin; “benim için de geleceksin. Bu sayılmaz!” diyor… Elbette amcam;senin için de, Balkanlar için de, Meriç, Ege, Paşaköy Ovası, dostum Şerif Bilir, Zekeriya Yaşa, Yılmaz Serin, Mehmet Serin, İsmail Serin için de geleceğim…

Güven Serin