23 Nisan 2015 Perşembe

YAŞAMA ZEVKİ MERHAMET İSTER


Kamera; Güven Selçuk

Roma Su Kemerleri ve Leylekler;geçmiş ile bu an;
geleceğe bir şeyler taşıyorlar ama önce bu an...


YAŞAMA ZEVKİ MERHAMET İSTER

  Tam olarak nedir merhamet? Başkalarının acılarını vekâleten yaşamak mı? Acımak, diğer insanlar, canlılar adına duygudaşlık kurmak mı?

  “ Arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlık ise ölümün” diye hatırlatıyor Halil Cibran. Hayatı oluşturan arzuların istikrarlı, ahenkli ve kalıcılık iksiriyle şereflenmesi için merhamet olmazsa olmazlardandır. Çünkü içinde sevgiyi barındırır; neredeyse tüm canlıların aradığı en nadide şeyi…

 Sevginin tutarlılığı, çeşitliliği merhametin saygınlığını, dik duruşunu da oluşturur. Merhametin en hakiki, en kalıcı yüzü; alçak gönüllülüktür. Merhamet gösterirken, karşımızdaki kişiyi, canlıyı alçaltmıyor sak yaşamın en hakiki zevkine; o güzel alış verişe başlamış, nice yollar almaya başlamışızdır.

 “ İnsan uygar topluma geçiş ile birlikte güvenlik içinde yaşamak için sadece dürtülerden değil aynı zamanda merhametinden de önemli ölçüde vazgeçmek zorunda kalmıştır.” Diyor Freud.

  Kendimi bildim bileli amatörlüğün cesaretiyle bunun böyle olup olmadığını sorguluyorum. Uygarlık, şehirlerdeki yaşamın yoğun hale gelmesi merhameti, komşuluk ilişkilerini, sevgiyi öldürüyor mu? Geçmişin en ilkel yaşamlarının merhamet anlayışı, sevgi ve komşuluk ilişkileri çok daha güçlü müdür? Bu soruları yine merhamet ve felsefeyle irdelemek keyif verici olacaktır.

 Geçmişe henüz izleri kurumamış geçmişe kırk yıl önceye bile insek, insanlık laboratuarında eksik veya fazla olanı görüp anlayabiliriz. Kırk yıl öncesinin yaşamları daha sadeydi. Daha merhametliydi. Komşuluk ilişkileri daha canlıydı.  Tamam; hepsi doğru! Ama niçin? Çünkü birbirine muhtaçtılar…

  Her evde köpek, kedi beslenir; bunun yüce bir hayvan sevgisi olduğu; sadece böyle olduğunu düşünürsek yanılırız.

 Köpek ve kedi sevilirdi. Sevilmeyi hak ederdi. Köpeklerin koruyucu, uyarıcı seslenmelerine ihtiyaç vardı. Kısacası insanlık o güzel hayvanlara muhtaçtı. Aynı şey kediler içinde öyle; kırsal alanın faresi, aşeratı meşhurdur. Kediler köpekler gibi muhtaçlığın inanılmaz dostlarıdır.

 Bu hayvanlara ihtiyaç azalınca, onların yaşam yerleri şehirlerde kısıtlanınca birden o değerli alış veriş; o güzel merhametli sevgi kazaya uğradı. Burada hayvanların hiçbir kusuru yoktur. İnsanın hızlı koşusunun büyük unutkanlığıdır bunun sebebi…

 Pamuk yaşadığım sokağın köpeği. Nereden geldi nasıl orada kaldı bilinmiyor. O bir hanımefendi. Beyaz Kuğu gibi alımlı bir hayvan! Pamuk ismini ona kem verdi onu da kimse bilmiyor. Pamuk ile birkaç kelime ile anlaşıyoruz. Sessizliğin sözcükleri o kadar geniş ki!

 Pamuk, nasılsın kızım? Bu seslenişim ya o uyurken, ya dinlenirken, ya da ayaktayken oluyor. Dinlenmeyi çok seviyor. Oldukça rahatına düşkün! Seslenişimi duyar duymaz, gününe, saatine göre; gözleriyle beni duyduğumu, kuyruğuyla anladığını işaret ediyor. Söz konusu biraz şımarmak, biraz sevgi, merhamet töreniyse; derhal önümü kesiyor. Sadece ona dokunmamı istiyor. Dokunmanın ne büyük haz, işaret, anlatım olduğunu bizden çok iyi biliyor. İnsanoğlu içinde mucizedir dokunmak; eğer içselleştirilmişse, o dürtü sevgi ve olgunluğun sürecine gelmişse tadına duyulmaz. Pamuğun başını birkaç kez dokunuyorum. O kadar…
O an konuşa bilse konuşacak… Seslerin ritmi, bakışın derinliği bunu anlatıyor. Ya ben; içimdeki o doğal şey; güneşin altında, çimenli patikalarda birlikte koştuğum köpek dostlarım, beslediğim keçi, tavşanlar, güvercinler, kediler; hepsinin ateşiyle yanıp tutuşurken uygarlığın gürültülü sessizliğine, kimyasallara, hijyen denen şeylere teslim olmamak için yaşamanın ince çizgisini, o bir yudum iksiri ayarlama telaşında olmamın en hakiki dengeleyicisine başvuruyorum;

 Edebiyata, felsefeye ve sezgilere…

 Psikart Dergisi Mart ve Nisan sayısını merhamete ayırdı. Merhamete dair çok şey bulacaksınız içinde. Fakat asıl mesele, kendi içimizdeki derinliğe bakabilme cesaretinde.

  Bugün yine Pamuğa dokundum. Çünkü o öyle olmasını istedi.

 “ Elveda olanın coğrafyası da sokak olur diye bilmiş ve soğuk ve zalim ve merhametsiz cümleler kurmayın. Cümleler yalnızca kelimelerle kullanılmaz, bazen de sessizlikle kurulur, boşluğa kurulur ve cümle bazen susmak içindir. Lütfen susun! “


Haydar Ergülen de böyle istiyor; lütfen, mazeret üretmeyin! Bazen susun; susmak da merhamet yolculuğudur belki…

Güven Serin 

22 Nisan 2015 Çarşamba

VAHŞİ HAYAT


Fotoğraf; http://www.filmloverss.com/vahsi-yasam-vie-sauvage/



VAHŞİ HAYAT

  İstanbul 34. Film Festivali 19 Nisan’da sona erdi. Onlarca sanat yapıtı izleyici ile buluştu. Birçok mekânda gösterime giren filmlerden bir tanesini de biz izledik. Fransız Kültür Merkezinde saat 11:00 de gösterime giren “vahşi hayat” filmi, sıradan bildik bir batı hikayesini anlatırken, ipek böceği gibi ağır ve azimli bir şekilde sanatın örgüsünü gerçekleştirdi.

 Her şey gönüllü, azimli bir akış ve kabul ediş töreniyle oluyor. Bedene damlayacak küçük bir şey; ruhun onayı, iradenin çağrısıyla oluyor. Film; komün yaşamı terci eden, uygarlık diye bizlere yutturulan yaşamı reddeden bir adam ve tam tersi, komün yaşamı, çamurlu, tozlu, yerleşik olmayan bir şey olarak görüp, bu yaşamı reddedip uygar yaşama; her gün duş alabileceğimiz, bolca midemizi şişireceğimiz yağlanmanın, borçlanmanın, esaretin bol olduğu yaşam…

 Kadın, komün yaşamı yetersiz, kapalı bir tarikat olarak görüp reddediyor. Bu reddedişi üç çocuğunu da yanına alarak kaçarak onaylıyor. Erkek ise komünü, sosyeteye karşı, dış dünyanın renkli aldatmacalarına karşı sığınılacak bir liman olarak görüyor. Ortaklaşa üreterek, paranın, düzenin dışında da mutlu bir hayat olabileceğini; seçtiği ortak yaşama düzenli, kararlı ve inanmışlık içinde göstermeye çalışıyor.

 Vahşi Yaşam filmi gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak sinema perdesine aktarıldı. Bu filme örnek olacak milyonlarca benzer yaşamdan sadece birisi. Bir tarafta her türlü sürprizleri, seçenekleri olan sosyetik yaşam! Bir tarafta ise, beslediği keçi, tavuk, ördek, kaz, at, inek ile kendi kendine yetmeye çalışan dışa kapalı topluluk içinde var olmak…

 Kadın ile erkeğin çocukları 8-10 yaş aralığında. Kadın, çocukların eğitim çağı geldiği için, komün yaşamın sıradanlığı karşısında bu yaşamı terk ediyor. Çocukları da yanına alarak kaçıyor. Sığındığı yer uygar dünyanın içinde mutlu bir yaşam süren anne ve babasının yanı. Çocuklar için okul, hastane, yepyeni öğretiler ve eğlence; aynı zamanda yepyeni yaşam demek…

 Erkek, delirmişçesine karşı çıkıyor. Saldırıya geçiyor; yakıp, yıkmadan… Kadının en hakiki seçimini, sosyetik bir şey olarak algılıyor. Onu anlamaya çalışıyor. Ama mümkün değil… Çünkü onun inandığı tek şey; komün yaşamı… O, her şeyi orada var etmek istiyor. Çocuklarına bile eğitimi kendisi veriyor. Okumayı öğretiyor. Hayvanlarla, bahçeyle uğraşı, onlardan elde ettiği besinlerle yaşamın büyük çığlıklarına, girdabına esir düşmeden de eğlenceli olabileceğini gösteriyor…

  Çocuklar, çocuk tercihlerini kararsız da olsalar babadan yana yapıyorlar. Birçok çocuğun yapabileceği şeyi yapıyorlar. Çünkü babalarını seviyorlar; akılları, bölünmüş hissiyatları annede kalarak... Babalarının davet ettiği yerde, doğallık, hayvanlar ve sorumluluktan uzak gevşek, eğlenceli bir şeyler var…

 Her çocuğun eninde sonunda tercihi bu değil mi? Bugünün büyükleri; bizler; çocukluğunu yaşamamış, dengeli, sosyetik, bolluk içinde bir hayat için yirmi yıllık eğitim süreci, çocuk bedenlerin gelişim eğlencelerini ertelemeye yol açmıyor mu? Bu bastırılmışlık eninde sonunda o büyük çığlığa, sıkkınlığa yol açtığı için doyuma ulaşmamış sosyetik yaşamı dengeleyen ilaçlar yine doğanın içinde inşa edilmiş lüks mekânlarda aranması bu yüzden değil midir?

 Bu filmi bazı yazarlar “sosyolojik görme deneyimi” olarak kabul ediyor. Bende bu görme deneyimi, öğretilerin derin ormanında yol, iz bulma, koku ve nefes alma deneyine çevirdim.

  Filmin sizi sıkacak zannettiğiniz konusu sanatın ahengine, besleyiciliğine dönüşüyor. Yaşamın harika bir satranç oyunu, muhteşem bir tiyatro sahnesi olduğunu hatırlatmadan başka bir amacı olmadığına inanıp, Fransız Kültür Merkezinin dar koltuk aralarına sıkışmış bacaklarıma hükmeden durgun kan dolaşımım bile canımı sıkıp, filmden koparamadı.

 O mu? Bu mu? ; Siya mı? Beyaz mı? Bizi iki tercih arasında bırakan anlayışı da sorguluyor sanata dönüşen film; insan zekâsının, yaşam için kendi formülünü de oluşturması gerektiğini hatırlatıyor. Yaşamın ince çizgisi var; tam da sanata yakın olan bu ince çizgi; belki de bütün renkleri, seçenekleri anlatıyor.

 Köle olmadan da uygar hayatın içinde kalınabileceğini; seçimimiz bir dağ başı da olsa, diğer insanlara bir şekilde ihtiyacımız olabileceğini, yoksulluğun, yokluğun hiç bitmeyeceğini ama azalabileceğini; haksızlığın, adaletsizliğin her çağda var oluş sebeplerini insanın hiç bıkmadan kendi çevresinde dengeye, adalete, sevgiye dönüştürebilme şansı ve hakkı olacağını da bize bırakıyor.

 Fransız yönetmen Cedric Kahn iyi bir esere imza atmış. Paco, erkek kahraman çoğumuzu vahşi hayata çağıracak. Karısı ise uygar dünyaya… Ama biz en çok çocuklara adanacağız; birçok defa kurban edilmiş; seçme şanslarının olmadığı yaşlarda, büyüklerin tercihleriyle onlara dayatılan dünyayı, büyük olduklarında nasıl reddettiklerine, ciddiye almayışları donuk, ciddi ve korkmuş gözlerle bakacağız…

 Güven Serin 





21 Nisan 2015 Salı

RENK İÇİNDE RENK


Kamera; Güven   Tekirdağ


RENK İÇİNDE RENK

 Bilhassa gündüz dinlenme, etrafı izleme molası verdiğim liman çay bahçesi ada keyfi, ne lüks şey, Her taraftan bilgi yağdığı, gürültünün insan sağlığını zorladığı anlarda limanın kendine has dinginliğine sarılmak bakım için limana çekilmiş teknelerin derdine derman olmak kadar anlamlı…

  Yine öyle bir gündeyim; baharın ılık esintileri, kuzey rüzgarının soğuk üflemesiyle dengeleniyor. Şeftali ağacı kendi sırasını biliyor. İğdelerden önce, kiraz ve badem ağaçlarından sonra çiçek açıyor.

 Şeftali ağacının pembe çiçekleri, biraz dikkatli bakınca beyaza dönüşüyor. Beyazın içindeki duruluk ise size ait bütün kapıları zorluyor; ister masalın, ister mitin içine girin. Sizin hikayenizi şeftali ağacı, pembe ve beyaz çiçekleriyle anlatıyor.

 Pembenin içine gizlenmiş beyazlık; beyazlığa hâkim olan saf duruluk; merhamet, sevgi, sevecenlikle süslü bir bebek kadar çekici. Alımına da diyecek yok; gururdan arınmış dişi, bilge bir alım…

  Limana, renk içinde renge bakarken birbirinden bağımsız ama birbirine saygı içinde ne kadar çok objenin, nesnenin insanın; kısacası canlının olduğunu fark ettim. Renk renk küçüklü, büyüklü kayıklar, tekneler. Fırsat kollayan kartal görünümlü martılar. Ağlarını temizleyen balıkçılar. Bisikletle sahilden geçen turist adam! Limanı seyreden çocuklar. İğde ağaçları altında çay için telefonla konuşan kızlar…

 Birkaç gün önce izledim Mandıra Filozofu İstanbul filmini irdeledim. Buradaki derinsellik, her nesnenin kendi içindeki ahengi filmin içinde de var. Birol Güven ile Müfit Can Saçıntı iyi bir eser üretmişler.

 Tam da her şeyin anlamı yitirilirken, renkler solar, insanlar şehirlerin apartman görünüşlü hapishanelerinde kimsesizliğe gömülürken; soğuk bir duştan daha etkili, henüz kendini kaybetmemiş insanı ilk önce kendi olmaya davet eden, sonra yaşadığı topluma ne büyük ihtiyaç duyduğunun önemini anlatan çok değerli bir film…

 Büyük sandığımız koşuşturmaca içinde ilk önce sağlığımızı kaybediyoruz. Malımızı, mülkümüzü, komşumuzu, akrabalarımızı; sonra hiçliğin içinde yarı ölü, yarı diri kimsesiz yaşamlara gebeyiz…

 Göçebeliğin bile ciddi bir anlamı, sorumluluğu vardır. Ne zaman ve nereden göçeceğini bilemezsen; canını, malını telef edersin. Peki, ama bizler ne zaman yerli olacağız? Bu göç ne zaman duracak? İnsanlar oranda oraya akıyor. Bu akıntı, köklerimizi sürekli buduyor. Kültürlerimizi; yüzlerce yıl biriken folklorik değerleri, insanın her daim arayacağı öz saygıyı, toplumsal desteği yerle bir ediyor.

  Her şey lüks, her şey bize ait değilmişçesine; en ucuz mendilin en bolluk zamanında bile yerlere tükürmeye devam ediliyor. Kuruyan ellere en ucuz, en bol kremler sürmek yerine tükürüğümüzle el yumuşatmaya çalışırken; trajedileri komik algılarla içselleştirmeye çalışıyoruz. Komediye ise kara mizah gözüyle bakıyoruz.

 Bir şeyler eksik. Renkler, renklerin içindeki diğer renkler… Sesler, seslerin içindeki diğer sesler…

 Paylaşılamayan mülkler, sürekli çizilen sınırlar; bitmeyen kurnazlıklar, bir türlü ikinci kuşağa geçmeyen kültürleşemeyen zenginlikler…

 Bu ahenksizliğin bütün cevaplarını verecek kurumlar var; Üniversiteler… Bir türlü özerk, özgür olmayan, olamayan üniversiteler ancak bu garip yaşamımızın eksiğini saptayacaktır.

  Limana sinmiş tenhalık içinde şeftali ağacının pembe çiçeklerine bakıyorum. Kimi açmış, kim henüz tomurcuk halde. Pembeye tutunmuş beyaz. Beyaza ait saf duruluk…

 Güven Serin


  

20 Nisan 2015 Pazartesi

SOSYAL MEDYA GERÇEĞİ


Kamera; Güven  Ganoslar

İzmirli Ali;o,vahşi değil;uygarlık içinde vahşiliğin
doğallığını,iyilik,güzellik,sevgi adına koruyan bir canlı...


SOSYAL MEDYA GERÇEĞİ

 Ebediyete düş kuran insan, uzayın 365 günlük hapsolmuş yolculuğunu zorlamaya başladı. Kendini bir başka şekilde yaratıyor. Bilgisayarların, robotların mucizevî gelişimi, yakın zaman içinde başka gezegenlerde kurulacak yaşam alanları; bileşim ve teknoloji adına sayısız proje ve hayatımıza yirmi yıl önce aldığımız sosyal medya…

 Sosyal Medyayı neredeyse dört kuşak kullanıyor. Ama en etkin kullanıcılar son iki kuşak; Y ve Z kuşakları… İstediğimiz kadar eleştirelim, kafasını uzatıp da bakmayan, bende bu dünyaya dâhil olmayayım diyen yok gibi… O zaman, bu öcü, bu dev karşısında, onun bize sunduğu nimetlerden bir çırpıda yararlanırken, bu nimetlerin karşılığı olan en değerli zamanı, iradeyi de köreltmesine izin vermeyeceğiz…

 Nasıl mı? Yine bilim, bilim insanları sayesinde… Unutmayınız ki, hiçbir şey ekmeden geçirdiğiniz tüm yıllar sizi yerle bir edecek, soğuğa, yalnızlığa en değerli ve bir o kadar sessiz kurbanlar haline getirecektir.

 Sosyal Medya, şaşırtıcı bir şekilde hız kesmiyor. Teknolojinin bize sunduğu bu çılgınlık, iş dünyasının, kamusal alanların kucakla sarıldığı gelişmelerden en önemlileri. Bilgisayarın dilinden, bilgisayar üzerindeki sosyal dünyadan haberi olmayanların tercihi buysa, hızlı bir ticaret alanı içinde değillerseler, bilginin peşinde iyi bir yürüyüşçü olarak gitmiyorlarsa elbette sorun yok…

 Esas sorun, bu dünyaya balıklama girip de, dibe çakılanların niçin çakıldıklarını sorgulamayışları. Her şey her daim akar; akıntının enerjisi kıymetlidir. Size düşen şey seçici olmanız. Israrla yazmak, seslenmek isterim; Her konuda seçici olun! Ama her konuda… Kitaptan, sinemaya, tiyatroya, sosyal medyadaki yayınlara kadar… Ortaya çıkan yaşam damlaları eğlenceli, bilgilendirici olacaktır…

 Sosyal Medyayı önemseyen bir televizyon kanalı çok önemli bir haber verdi. Bu haber aynı zamanda sosyal dünyanın gücü; her an her şeyin değişebileceğinin hatırlatışıdır. Akşam haberlerinde sunulan bu haber; İzmirli Ali’yi anlatıyor.

 Ali genç bir çocuk! Anne ve babası ayrılmış. Bu ayrılığı yokluk, pişkinlik sebebi yapmamış. Kendine bir iş bulmuş; onurlu her insanın kendine yetmektir kanununu çok iyi biliyor. Arttırdığı paralarla hemen kitap alıyor. Kitapların seçici olunca vereceği gücü, o gizemli dünyayı öğrenmiş; sezgileriyle bulmuş.

 Ali her akşam iş çıkışı evine metroyla gidiyor. Ev ile işyeri arasındaki ulaşımda da kitabını açıp okuyor. Bilginin sınırsızlığını uzayın sonsuzluğu kadar sonsuz olduğunu bilse de her an yakalanacak bir şeyler olduğuna inanmış bir kere. Yine bir akşam iş çıkışı, terli bedeni, kirli elbiseleri içinde taşıdığı onurlu bedeniyle metroya oturmuş. Kitabına vermiş kendini. Onu izlediklerini bilmeden çeviriş sayfaları…

  Ali’nin metroda fotoğrafını çekenler sosyal medyanın gücüne inanarak Ali ile dalga geçmek, Ali’yi küçümsemek adına fotoğrafı paylaşmışlar. Paylaşımın altına da şu sözcüklere benzer notu düşmüşler;

 “ Kirli elbiseleri, yırtık terlikleriyle bu keko kızlara hava atmak için kitap okuyor güya!”

  Sosyal Medyanın gücü, hızı burada kendini gösteriyor. Ali’nin fotoğrafı “keko” dedikleri hali binlerce insan tarafından görülüyor, yayınlanıyor. Bu yayını tesadüf Ali de görüyor. Ve ismi belli olmayan, kendi fotoğrafı altına şu notu düşüyor;

 “ Arkadaşlar bu fotoğrafın sahibi benim. Haklısınız, kirli elbiselerim, yırtık terliklerim temiz metroya, temiz insanların yanına yakışmıyor. Ama önemli olan insanın RUHU kirli olmasın!”

 Bu nottan sonra sosyal medya, yine üzerine düşeni yapıyor; büyük bir hızla Ali daha da önem kazanıyor. Bu sefer kirli elbiseleri, keko diye söylenen haliyle değil; İNSAN kokan, temiz ruhuyla… Ali’ye bir sürü mesaj geliyor; kendisi yoksul, yetmezlik içinde diye. Gelen mesajlar Ali’ye kitap göndermek, yardım yapmak isteyenlerin mesajları.

 Ali yine o insan haliyle, hızla uzaklaştığımız sıradan olan insanlığın şimdi sıra dışı görünen seslenişini yapıyor;

 “ Arkadaşlar, bırakın da ben kendi kitabımı zorlanarak alayım. Çünkü o kitaplara harcanan ekmeler çok büyük. Yazarı, yayın evi, dağıtıcısı, matbaası; hepsinin emeği var.”

 Dostlarım G. Debord der ki; “ İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar! “ Yaşamın hızı, teknolojinin sınırsızlığı elbet çok önemli! Ama emek de, ter, kir-toz da önemli. Hatta yoksul dediğimiz insanların yetmezlik içinde ortaya çıkarttıkları esas mucize; İNSAN her şeyden daha önemli…


 Güven Serin 


17 Nisan 2015 Cuma

BABY BOOMER ( DAHA ÇOK KUŞAĞI)


Kamera; Güven Eski Liman Şeftali Ağacı...


BABY BOOMER (DAHA ÇOK KUŞAĞI)

 1946 – 1964 yılları arası doğanların bulunduğu varsayılan kuşak; 2. Dünya Savaşından sonra insan neslini daha var etmek için daha fazla ürediği için bu isim verilmiş. Elbette, sırasıyla X kuşağı, Y kuşağı ve Z kuşağı olmak üzere kuşaklar arası yaşanan sancılar da su yüzüne çıkıyor.

 Dostlar bir kez daha vurgulamak isterim ki, alışkanlıkları, gelenekleri, koşullu bakışı nazikçe ve adaletli bir şekilde değiştirecek biricik şey; BİLGİDİR… Bir parça bilgiyle çevremdeki kuşaklara ait insanların tiyatrosal eğlencesine, öğretileri daha dikkat, daha sanatsal ve daha faydasal bakmaya başladım.

  Tekirdağ deyince akla gelen ilk yerlerden birisi de Eski Liman. Şehrin kalp ritimlerini burada bulabilirsiniz. Buna rağmen, bu kalp özenle korunmadığı gibi, ben kendimi bildim bileli olumlu bir şeyler de ilave edilmedi. Yine de insan denen canlının, en kıt kaynaklarla en yüksek verimi alma becerisini, bir avuç insanın burayı 12 ay sahiplendiğine tanığım.

 Kuşaklar arası bilgimin görgüye hatta gösteriye dönüştüğü anlamlı diyalogları bu limanda oldukça açık bir şekilde görebilir, dinleyebilir, çok değerli zamanlar geçirebilirsiniz.

  Böyle bir akşam zamanına yine gazeteci kılığına bürümüş bir halde konuk oldum. İğde ağaçlarının henüz tomurcuk zamanları balıkçı tekneleri güçlü motorlarıyla bir bir limandan ayrılma saatinde, güneş öteki yarım küreye seyahat ederken dinledim kuşakların ibretsel konuşmalarını; hatta konuşmamalarını…

 Solumdaki masada Y kuşağına ait kız ile erkek romantizmin yakınlığını bedensel yakınlıkla ödüllendiriyor; birbirine sokulmuş iki kumru yavrusu kadar sıcak tenlerinin nefes alışverişlerinin titrek heyecanlarını hissediyorlardı.

 Sağımdaki masada üç genç kız; üç Y kuşağı akıllı telefonlarıyla inanılmaz bir birliktelik içinde tam da Y kuşağının albenisi olan bireyselliği bileşim ve teknoloji dünyasında ulusal, uluslar arası sosyalliğe çevirme peşindeydiler. Onların yanındaki masada ise yine Y kuşağına ait üç erkek oturuyordu.

 Üç erkeğin yanına belli ki onları tanıyan seyyar esnaflık yapan “Daha Çok Kuşağı” zamanına ait bir erkek yaklaştı. Ses tonu öyle çok yüksekti ki limanın diğer ucunda oturanlar da duyabilecek dalgalanmalar yayıyordu. Ama orada oturanların büyük çoğunluğu Y kuşağı olduğu için, bu ritmi ve felsefesi bozuk sese hiç kimse kulak verecek, göz oynatacak durumda değildi. Onlar da öyle yaptılar.

 Daha Çok Kuşağına sahip kişinin serzenişini bir ben dinledim. Bir de Y kuşağına sahip gençler. Sorunu, gençlerden birisinin kulağındaki küpeydi. Öyle büyük tepki gösterdi ki, genç ister istemez küpeyi çıkarmak zorunda kaldı. Ama geçici bir çıkarma olduğu belliydi. Meğer Daha Çok Kuşağına sahip erkek 54 yaşına kadar öyle bir şey takmadığını, bunları takanların .bne, ..venk olduklarını anlatması, sesini çatallaştırarak tepki göstermesi ne kadar mühim bir şeymiş!

 Daha Çok Kuşağı bağırdıkça genç erkeklerin sabrını da zorluyordu. Onları hiçbir zaman kazanamayacağı belliydi. Çünkü Y kuşağı zorla hiçbir şey yapmayacak özelliklere sahip. Uzmanlar öyle söylüyor. Onlar yarı resmiyeti sevdikleri gibi, gerektiğinde unvanları, baskı kuran gelenekleri nazikçe reddediyorlar.

 Daha Çok Kuşağına sahip erkek her türlü nasihatini verdi ve kestane kokan tezgâhına gitti. İşini iyi yapan, yıllarını kestane, mısır işine adamış; kendi kendine yeten, alın teriyle çalışan birisi olmasına rağmen; kuşaklar arası bilginin, görgünün içinde olamayışı belki de hiçbir zaman fark edemeyeceği kavgaların, anlaşmazlıkların öfkesi, kırgınlığı, küskünlüğü içinde yaşamının en değerli zamanlarına zorluklar, yalnızlıklar ekmeyecek…

 Bir başka Daha Çok Kuşağı sahibi seyyar fıstıkçı Sabri kulağındaki çiçeğiyle, hiçbir kuşağa ket vurmayan, sadece ticari başarıya inanmış haliyle, gençlere; yani Y kuşaklarına seslendi; “ gençler, sizin için taze fıstık getirdim; vereyim mi?”

 Fıstıkçı Sabri neredeyse bu işi kırk yıldan bu yana yapıyor. Ticaretin meyveleri, büyüsü onu hiçbir kuşak arasında kavga, karışıklık, çatışma yaşatmadığı gibi, bin yıllık ömrü olsa, bütün kuşaklara fıstık satacak kadar işine düşkün birisi. Benim de müşterisi olduğum, her satışta aldığı hazzı taşıyarak; neredeyse bitmek üzere olan fıstıkları için yeniden evine gidecek oluşunun huzuru içinde; müşteri olabilecek gençlere; gençler, çocuklar, ağabey, abla diyerek yoluna devam etti…

  Şimdi moda olan yırtık pantolonlu Y kuşağı ve Z kuşağına daha saygı, daha anlayış içinde bakıyorum. Onlara kimse yokluğu, kıtlığı, yamalı giysileri anlatamaz. Onlar da anlamak zorunda değil. Onlar, doğanın onlara verdiği dönüşüm hisleri, heyecanı içinde kendi zamanlarının keyfini çıkartıyor; belki de titizliğe, mükemmeliyete, pısırıklığı, sessizliğe ayrı bir meydan okuyarak; bize de bir şeyler anlatıyorlar; kim bilir…

Güven Serin 





13 Nisan 2015 Pazartesi

OKUMA GÜNCESİ


İstanbul Moda 

Selçuk Öğretmenle Saint joseph Sergisinde (Yaşayan Anılar)


OKUMA GÜNCESİ

  669 sayfalık kitap Aziz Nesin’in ölümünün üzerinden yıllar sonra yayımlandı. 2014 Yılı Nesin Vakfı tarafından bir ders kitabı niteliğinde; aynaya bakmaktan, kendi sesimizi duymaktan ve asıl olan eleştiriyi anlayıp, edebi eleştiriye açık olmanın yüksek erdemini anlayıp içselleştireceğiniz bir kitap.

 Aziz Nesin’in akıl, demokrasi, aydınlık adına yaptığı çıkışları, edebi eleştiri altında sakınarak not aldığını, ince ruhunun derinliklerinde gizlenen insancıl bakışın ölümünden sonra, özellikle bu zamanlara bırakılmış olduğunun sakıncalarını bulacaksınız bu eserde.

  Nesin’in değer verdiği dostlarının ona okuması, değerlendirmesi için yollanan, hikâye, şiir kitaplarını değerlendirirken, bilgi, görgü, tecrübe içinde olan bir insanın yaşadığı büyük sancıları, gerçek ile gerçek dışı duyduğu ıstırabı gördüm…

  Kitabın 516. sayfasında Nesin’in çok sevdiği Yüksel Pazarkaya’dan gelen şiir kitabı üzerine Nesin, edebiyat dünyasına ders niteliğinde şu notları düşüyor;

 “ 24 Ağustos 1990 Cuma günü Dereboyu’ndaki evde okdum. Sevdiğim insanlar iyi yazmıyor, iyi yazanların çoğu da iyi insan değil… Yüksel niçin bu denli kötü yazar? Dayanılmaz kötülükte şiir diye yazdıkları… Çok kuru, kupkuru. Salt beyniyle yazılan şiirlere örnek. Sanıldığının tersine dil ustalığı da yok;

Biberi sarı yeşil iriledi/Patates, sabırla toprağın yüzüne genledi/Mutluluk hüznü çizgileriyle hareledi. “

 Deneyimli yazar; tarihe, edibi dünyaya miras olarak bıraktığı bu düşünceleri, bir başka düşüncenin içine girmeme neden oluyor.

 Acaba iyi yazıp da Nesin’in dediği gibi kötü insan olunca; kötü insanın iyi yazınını kendi süzgecimizden geçiremeyecek kadar duygusal, koşullu bir insanlar topluluğu muyuz? Öyle görünüyor. Bir insan kötü yazsa da, iyi insansa; onu kırmamak adına kim bilir ne katlanışlara, ne görmezliklere, duymazlıklara iyi olma adına sessiz kalıyoruz.

 Bir de Nesin’in Pazarkaya için söylediği söz; “ salt beyni” ile yazılan yazıların şiirselliği, yani şiir ruhu ortaya çıkmıyor mu? Duygu, yaşanmışlık veya sanatçının o derin hissedişi yoksa şiirin tadı eksim mi kalıyor? Bence öyle; düşününce, duygu olmayan hiçbir şeyin bu anlamda edebi bir önemi, derinliği, gizemi olmuyor; olamıyor…

 Nesin çok sevdiği arkadaşının şiir kitabını sonuna kadar okuyor. Nesin’in özelliklerinden birisi de bu; ona yollanan kitapları sonuna kadar okuyor. Bazen üflüyor, püflüyor zamanının çok değerli olduğunu, sırada okuması gereken kitaplar olduğunu bilse de onca emeğin bir anlamı, önemi olmalıdır düşüncesini hiçbir zaman hoyrat bir şekilde bir kenara atmıyor.

 Pazarkaya’nın gurbet acılarını, sıla özlemini inandırıcı bulmuyor. İnandırıcılığını yitirmiş bir sürü yürüyüş, sesleniş, haykırış bulabilirsiniz bu toplumda. Hem de tazeliklerini şu an bile koruyan görüntüler; gösteriler… Ahlaktan, haktan, adaletten söz edenlerin sloganlarına, kendi aralarındaki konuşmalarına bakınca tüyleriniz diken diken olur. Çünkü o sözcüklerin beden yapıları, bedenlerini yöneten beyinleri; adalet, hak, ahlak derken; fırsatını bulsa nasıl yok edici olacağının teminatını, belgesini, ürpertici gerçeğini de ortalığa saçıyor…

 Nesin, çok sevdiğim dediği Pazarkaya’nın bir başka şiirinde can alıcı eleştiriyi bir kez daha yapıyor;

“ Bir top oynayabilsem sokakta gençlerle/Daha bana hiçbir çocuk-bildik bilmedik/Amca diye seslenmedi bu yerde.

  İşte özledikleri bunlar, yani ilkellikler… Sokakta top oynama ilkelliği. Gurbet dediği Almanya’da insanlar ne diye sokakta top oynasınlar… Onların top oynayacak yerleri var. Bizde olduğu gibi sokaklar top oynamak için değil, gidişgeliş için…

  Çocuklar ona amca demiyormuş. Niçin desinler? Amcası değil ki onların… Türkiye’de herkes birbiriyle akraba; amca, dayı, baba, babalık, ağbi, teyze, abla, bacı… İşte bu ilkellikleri özlüyor Yüksel.

  Şiirlerinin ağırlığında gurbet acısı ve sıla özelim… Ama içten değil ki… Çünkü kendisi gerçekte ne gurbet acısı çekiyor, ne de sıla özlemi duyuyor. Gurbette yaşamak zorunda değil ki, sıla özlemi çekmek durumunda değil ki… Sürgün değil, sığınmacı değil… İstediği zaman da en iyi koşullarda sılasına gelebiliyor. Eee? Haaa, şu söylenebilir; şair olarak başkalarının gurbet acılarını, sıla özlemlerini duyarak dile getiriyor. O zaman şiirsel yazmak gerekir, şiirsellik yok, şiir yok. Bir içtensizlik var.”

  Edebiyat dünyamızın bugünkü fakirliği, özgün şeyleri yeterince üretemeyişi, uluslar arası dünyaya açılmışıyla belki de edebiyatçıların, fikir ve yazın insanlarının hakiki eleştirilerden uzak oluşundandır; kolay, şan şöhret arayışlarından dır. Hâlbuki tabiatta hiçbir oluşum, kolaylıkla beslenmiyor. İnce, uzun, istikrarlı yoğrulmaları, pişmeler gerekiyor bu onurlu yolculuğa çıkmış olanlar için.

Güven Serin  


 











8 Nisan 2015 Çarşamba

SIRTIMIZDA ZIRHIMIZLA ÖLELİM


Kamera; Güven  Eski Liman-Tekirdağ

Şeftali Ağacı;nasıl da alımlı...


SIRTIMIZDA ZIRHIMIZLA ÖLELİM

Horold Bloom Batı Kanonu eserinde çağlar ötesine uzanan iki değeri karşılaştırıyor. Shakespeare ve Freud. Bu karşılaştırma içinde sona yaklaşıldığında yaz meyvesi olgunlaşıyor;

“ Freud gerçekten de zırhı ile öldü. Son ana kadar düşünmeyi ve yazmayı bırakmadı.” Tespitinde bulunuyor Bloom. Sırtındaki zırh ise Shakespeare’nin bir şiirinden yankılanıyor, onu önemseyen, yolculuğa çıkmış nice yoldaşa;

Güneşte yorulmaya başladım
Dünyanın düzeni şimdi bozulsun istiyorum
Alarm zilleri çalsın! Rüzgâr essin indirsin üstümüze,
En azından sırtımızdaki zırhlarımızla ölelim

 Shakespeare bu yüzden ölümsüzler kervanına katılmış; bu yüzden zamanın o muazzam dişlileri onu öldüremez. Her daim bir kale, bir itenek, sevda olarak belirir içimizde. Dayanağımız, yârimiz, yaşam felsefemiz olur da farkına varmayız…

 Freud sırtındaki zırha bürünmek için kim bilir kaç ömür iç içe yaşadı! Hangi mum ışıklarında diriltti sabahı, ölüm kokan; dinlence fışkıran gecenin içinden bilinmez…

  Bloom ince bir oya işçiliği albenisiyle donattığı irdelemesine devam ediyor;

“ Freud, Shakespeare’nin bıraktığı dalgalarda yol alır. O, daima Shakespeare’nin kendinden önce var olduğunu keşfetmiştir ve bu aşağılayıcı hakikatle yüzleşmeyi göze alamamıştır.

  Shakespeare, estetik özgürlüğün ve özgünlüğün ilahlaştırılmasıdır. Freud, Shakespeare hakkında endişeliydi çünkü endişeyi ondan öğrenmişti, aynen duygu çelişmesini, narsisizmi ve bencillikteki bölünmeyi ondan öğrendiği gibi. Emerson, Shakesperae hakkında daha özgür ve daha özgündü çünkü o, Shakespeare’den vahşiliği ve tuhaflığı öğrenmiştir. O yüzden burada, Freud’un değil de aynı ölçüde kanonsal olan Emerson’un son sözü söylemesi uygundur;

‘Günümüzde edebiyat, felsefe ve düşünce Shakesperaeleşmiştir. Onun zihni şu anda ötesini görmediğimiz ufuk çizgisidir’ “

 Gördüğünüz gibi Shakespeare sadece şiir değil! Düşünce, felsefedir aynı zamanda… Her insanın yaşama bakışı bir parça böyle olması gerekmez mi? Sadece parayı, unvanı, yoksulluğu, futbolu, müziği, şiiri sevmek yeter mi?

 İyi insanın yolculuğu bu kanonsal yüceliğin dağlarından, ormanlarından, vadilerinden, ovalarından;hatta karanlık mağaralardan geçer…

 Bu düşünceler içinde yoğrulurken kendi estetik kanonsal arayışını yapmaya çalışan müzisyen Harun Tekin’in (Mor ve Ötesi Grubu) çalışmasından örnekleri vermeyi insani borç içinde paylaşıyorum;

“ Yalnız kendimizi kandırmayalım, kibir kimseye mahsus değil. Zehir gibi zeki, çelik gibi sağlam devrimci, Messi kadar yetenekli olanlarımız da bazen çok kibirli!

  Sanatçıyı aşağı görmek, onun kıymetini sana yakın olduğu için ölçüde bilmek, sinirini bozan bir şey yapar. İyi filmin, iyi müziğin, iyi müzisyenin değerini gündeme, şartlara, onun duruşunun bizimkine olan mesafesine göre tarif etmeye göre eğilimliyiz! Buna bir son vermemiz gerek!

  Kimse bağıra bağıra İstanbul Türkçesiyle şiir okuyor diye tiyatronun dev ismi olmuyor. Orhan Pamuk ve Murat Menteş ne yaparlarsa yapsınlar uzaya gönderilecek 10 Türkçe romana birer kitapları giriyor ki her iki si de göze aldıkları yalnızlıkla fikirlerinden bağımsız saygıyı hak ediyor.

  Büyük şarkı yazarı Sezen Aksu bir dönem ‘bizce’ çok yanıldı diye asla Fazıl Say’dan değersiz olmadığı gibi, Atilla ilhan’ın şiirinin derinliği son yıllarda nükleer enerjiyi destekledi diye yok olmuyor, keşke öyle yapmasaydı, ayrı! Ve Turgut Uyar, zamanında toplumsal gerçeklikten uzak, bohem, anlaşılmaz olmakla, eleştirilmişti diye 2013 Haziranını en iyi anlatan şair olma vasfını kaybetmiyor.”

Velhasıl dostlarım sırtımızda zırhımızla ölmenin erdemini bilelim; son ana kadar, okumak, düşünmek, yazmak… Büyük gürültülerden esas olanı, o değerli ayrıntıları ancak öyle arayıp bulabilir insan… 

 Güven Serin 

   

 


7 Nisan 2015 Salı

X,Y ve Z KUŞAĞI


Kamera; Güven  Sabancı Müzesi

Z ve Y kuşakları yan yana;mutlular...


X,Y ve Z KUŞAĞI

  Yrd. Doc.Dr. İsmail Erton’un Y Kuşağı İle Yaşam çalışmasını okuduktan sonra Y kuşağından önce X kuşağının geldiğini öğrendim. Benimde içinde bulunduğum X kuşağının Y ile olan çatışmaları ve bazen mimariyi, mühendisliği kıskandıracak bir şekle dönüşen köprüleri anlamaya çalıştım.

 1965–1979 yılları arasında doğanlar X Kuşağı sayılıyor. X Kuşağının da öncesi var; 1946–1964 arası doğanlar ise “Baby Boomer” yani “Büyük Artış” daha öncelerine ise Sessiz Kuşak ismi veriliyor.

 Konumuz X,Y ve Z Kuşakları olsa da Baby Boomer dönemine, o kanaatkâr, vefalı, çalışmak için var olmuş dönemlere; yani dedelerimizin, ninelerimizin dönemlerine içimizdeki köklerin, sevginin başlangıcı adına şükranlarımı sunuyorum.

 Dönem, akan zaman 10–15 yıl sonraki Y kuşağının dönemi olacağı bellidir. Hani sık sık, bunlardan bir şey olmaz, yeterince dinlemiyorlar, ilgisizler, vefasızlar, popüler kültür meraklıları diye ayrı düştüğümüz kuşak 10–15 yıl içinde koltuklarına oturup, ülkeleri, şehirleri yönetecek. 1980–1999 arası doğanlar Y kuşağı olarak kabul ediliyor. 2000’de sonrakiler ise meşhur Z’ler… Z kuşağı ile Y kuşağı iç içe geçmiş görünse de Y kuşağı kendi dünyalarını diğer dünyalara taşıyacak kadar meraklı ve arayış içinde olacakları biliniyor.

  İnsanoğlunun gariplikleri, yetmezlikleriyle en güzel bilim baş edebilir. Bilinenleri, yeniden tanımlar. Doğruya yakın rakamları, sonuçları gözler, analiz eder, toplar ve çıkarır; işte bize bu şekilde yol gösterir. Yani, kuşak çatışması dediğimiz kavramları daha netleştirip, akıl, vicdan, irade seçenekleri arasına yerleştirip kaygılarımızı ortadan kaldırır.

 Ben bir X kuşağı olarak, beni tanımlayan bilime akıl yoluyla da, hislerimle de saygı duydum. Öğrenmenin ne muhteşem bir şey olduğunu, kendimizi doyurmadan, güçlü kılmadan hiç kimseyi kılamayacağımız da gördüm. Elbet sevgiye giden o sihirli yol koşulsuzluktan geçer. Bu hakkı kimseye vermenize, yok etmenize de gerek yok; ama bilginin, deneyimlerin akışına da kapalı olmanıza müsaade etmemeli! O zaman, kuşağınızın size süzülen, sizde kök salıp, dallanan, meyve veren her şeyin tüketilmesine izin verirken, yaşam sürecine güzel bir eğlence olarak bakma fırsatımız doğar.

 X Kuşağı nasıl önceki kuşak tarafından kabul edilmekte zaman zaman sakıncalı bulunduysa, aynı sorunu Y kuşağı da şimdi yaşıyor. Y kuşağının farkı ise bizlerden çok öte. Bilişim ve Teknoloji tam da onların emrinde. Zaten bütün problem de burada başlıyor. Bilişimi, Teknolojiyi avucunun içi gibi merak eden, öğrenen bu kuşağın zeka seviyesi de oldukça ileri. Ne kadar ve nasıl kullanacakları yine alınan eğitimlerle, tanınan imkanlarla yakından ilgili.

 Biz ne düşünürsek düşünelim Y kuşağı oldukça zorlu bir kuşak. Araştırmacıların ortaya çıkarttığı sonuçlar çok ilginç. Y Kuşağının özelliklerini sıralıyorlar. X kuşağı olarak bu özellikleri biraz daha yakından bilip öğrenmenin ne büyük nimet olduğunu düşünüyorum. Bu özelliklerden bazıları şunlar;

Y kuşağı, yapılan işlere çok çabuk adapte olurlar. Bireysel karar vermeyi seviyorlar. Kendilerine her ne olursa olsun güveniyorlar. Popüler kültürleri seviyorlar. Özgürlüklerine düşkünler. Sınırlandıklarını hissettikleri zaman motivasyonları düşer. Onlara iyi bir neden sunmadığınız zaman ikna etmeniz mümkün görünmüyor. Kurum, kuruluş ve organizasyonların içerisindeki resmi yapılanmalardan mümkün olduğu kadar uzak dururlar. Yaptıkları iş sosyal hayatlarına engel oluyorsa hemen uzaklaşırlar. Sadakat duyguları düşüktür. Kendilerini profesyonel iş hayatında rahat hissettikleri yer aile şirketleridir. Yarı resmi çalışma ortamları onlar için ideal ortamlardır. Bireysellik öncelikleri olsa da sosyal çevre onlar için oldukça önemlidir. Her bireyin kendi becerilerini ortaya koyacağı takım çalışmalarından keyif alırlar.

 Çok önemli bir tespit daha; Y kuşağını, kuralları hatırlatarak emir komuta altında çalıştıramazsınız. Bir eylemde aktif oldukları ölçüde verimli olurlar. Onlar için elektronik medya her şeydir. Kısıtlandıklarını anladıkları anda karşıt fikirleri acımasızca eleştireceklerdi.

  Dostlarım, görünen o ki, Y kuşağından sonra; yani 2000 yılından sonra doğan Z kuşağı bu saydıklarımı daha da aktif hale getirecek. Daha bireysel düşünürken, sevdikleri işlerde daha başarılı olacaklar. Daha başarılı olma yolculuğunda kısıtlandıklarında, istekleri yerine gelmediğinde bilinen o malum hastalık; DEPRESYON bugün Y kuşağının kapısını çaldığı gibi Z kuşağının da hemen yanı başında bekliyor olacak…

 Kuşaklar arası geçiş özelliklerini öğrendikçe korkum bir ANLAYIŞ törenine dönüştü. Baskın, acımasız bir otorite kurmak yerine, zekânın, felsefenin, edebiyatın da yardımıyla ölçülü, şans verici, yaşama hazırlayıcı olmanın namuslu keyfini hissettim.

 Kısacası dostlarım; yaşam, yaşadığımız bu an çok hızlı değişmelere gebe. Bilişim, teknoloji her an yenileniyor. Bu yeniliğe ayak uyduracak iki kuşak var; Y ve Z kuşağı. Onlara biraz daha saygı, biraz daha sevgi ve gerçekçi, yüzleşici şanslar vermek; en hakiki yarınlar ikramiyesi demek; ikramiyenizi şimdiden kutluyorum.

 Güven Serin 






6 Nisan 2015 Pazartesi

GENÇ ŞAİR


Kamera; Güven  Tekirdağ Eski Liman


GENÇ ŞAİR

Liman çay bahçesinde karşılaştım onunla. İğde ağaçlarının hemen yanında oturduğumuz masaya geldi. Üzerinde takım elbise, yeni tıraşlı yüzü; şiire duyduğu derinsel gülümsemesiyle selamladı ve elimi sıktı. Siyah saçları, buğday teni ve oldukça sıhhatli görünüyordu.

  İkiz olan şairimizle az görüşsek, az konuşsak da her daim samimi paylaşımların, edebi yardımlaşmaların, sosyal idrak ve telaşlı samimiyeti içindeyiz… Onlar, yaşama; şiirlere dönüşen dizelerle, ben ise gazetemin köşesindeki düz yazılarımla, makalelerimle kucak açıyoruz. Dur durak bilmeden alınan yol; yerküreye her geçen daha büyük saygı ve sevgi beslememize neden oluyor. Çünkü her gün yeni bir şey daha öğreniyoruz…

  Çaylar söylendi, sohbetin demi çaya yaklaştı. Bir ara herkesin tanıdığı o bildik çocuk yüz; elindeki çiçekleri uygun gördüğü masalara bırakıp günlük harçlığını çıkarma peşinde dolanıyor. Her ne kadar elinde taşıdığı çiçekler, çiçekçilerin işe yaramaz diye çöpe attıkları da olsa, çocuğun aklı bir parça yetmezlik içinde görünüyorsa da o kendi işini en iyi yapanlardan…

 Hiç durmadan dolaşıyor. Nerede dolaşacağını bilerek; kimin masasına veya kime çiçeği uzatacağını hesaplayarak… Özellikle kadınlara uzatıyor. Yanlarında erkek olan kadınlara… Yabancıysalar, çiçek uzatan çocuğun hissiz yüzündeki kımıltısız romantizmin kendilerinde olduğunu sanıp telaş içinde çiçek parası olarak gönüllerinden kopan parayı çocuğa uzatıyorlar.

 Çocuk ellerinde çiçekleriyle dolanırken bu sefer pusulayı şaşırmış olmalı. Bizim masamıza da bir tane gül bıraktı. Tam da şairimizin önüne… Şairimiz şaşırıp, niçin ona bıraktığının yorumunu şöyle yaptı;

 “ Niçin bizim masaya bırakıyor! Gitsin kadınlara versin!”

  Masada gül olurda, şair duygulanır da yazar bu işe el koymaz mı? Koyar elbet. Bende eskimiş bir kalem sahibi olarak şairimize takıldım;

 “ Sevgili şairimi, bu çiçeği sana bırakmasının bir anlamı olmalı. Yeni tıraş olmuşsun. Takım elbisen pırıl pırıl. Yakışıklı görünüyorsun. Sanırım bu güzel gülü vereceğin zarif bir kadın vardır. Bak çevrene ne kadar alımlı kızlar var. Belki birisine gider bu çiçeği verirsin.”

 Bu sözü söyler söylemez şairimiz yerinden zıplar gibi; “ Aman ağabey kalsın! Çiçek de kalsın, gül de dikenleri de. Zaten elime batan dikenler halen çıkmadı; canım yanıyor.”

 Olan olmuştu bir kere. Şairin ince dalına basmıştım. Hayırdır sevgili şair! Bir aşk kanaması, yarası; bir aşk masalı mı?

Evet, dedi. Halen devam eden; zaman zaman dalgalanan bir aşk öyküsü… Çiçeği, yani dikenleri olan gülü ilk tanışmada şairin sevgilisi vermiş. Bu verişi, gülün dikenlerinin batışı olarak kendi şiirsel anlatımıyla; acı çekerken, acının aşkı nasıl beslediğini anlatıyordu.

 Yeni öğrendiğim öğretileri düşündüm. Fransa’da iki yüzyıldan bu yana yapılan Bakalorya sınavları. Liseyi bitiren gençlere sorulan felsefe soruları; onların; yani gençlerin hayata ne kadar odaklanacakları, analitik düşünebilme yetenekleri test ediliyormuş. Bu tür felsefe sorularından bir tanesi de;

  Acı çekmeden arzu mümkün müdür?

 Genç şairim bunu çok iyi anlatıyordu; birkaç kelime, eline battığını mecaz yolla anlattığı gül dikenleri, aşkın iliklerinde aldığı yol; belki de genetik yapıya nüfuz edilen yolculuk, o büyük değişim büyük sarsıntılara neden oluyordu…

 Aşk bu; yabana atılacak bir şey değil… Yenilenmeyi, döllenmeyi, özlemi, ayrıcılığı olan bir şey… Tutkuyla, şıpsevdilikle, ticari ve sosyal kaygılarla olan ilişkilere saygı duymamın sınırlı sebepleri olsa da aşkla karıştırılmasa iyi olur…

  Freud aşk için; “ Nesnenin değerinden fazla değer verilmesidir.” Diyor. Proust ise ; “ Nesneye değerinden daha az değer verilmesi, hem de onun değerleri için cazibesinin çılgınca abartılmasıdır. Ayni zamanda içinde büyük karşıtlıklar barındırabilir!” diyor.

 Schopennhaur ise aşktan kaçmayı tercih eder. Bu kaçışın dahiyane bir açıklamasından çok bir dâhinin zekâsının büyüklüğünün romantizmi, sevgiyi kucaklayacak gücü yoksa filozof olmanın bilginin yüceliğine erişim bağları kurmanın yeterli olmadığı da ortadadır.

Schopennhaur 17 yaşında güzel neşeli bir kıza kur yapmak için sandal gezintisine çıkarmıştır. Kız güzel ve neşelidir. Schopennhaur ise kırk yaşlarını geçmiştir. Kız onun kur yapmasına karşılık vermez. Ve bir dâhinin şehri terk edişi, sevgiliye, aşka uzak duruşu neredeyse perçinlenir…

 Limandan, genç şairinin yanında ayrılırken, genç şair seslendi bana; “ Aşk bir kez olur ağabey; sadece bir kez. Sürekli tekrarlanırsa onun adı aşk değildir…”

 Güven Serin