15 Kasım 2014 Cumartesi

KASPAR'IN HİKAYESİ


Kaspar Heykeli  
Kaynak; İnternet


KASPAR’IN HİKÂYESİ

 Kimdir bu Kaspar? Kızıl saçlı, darmadağın görünüşlü yarı hayvan, yarı insan görünümünde bir yaratık. Amaç, ne olduğu belirsiz yabanıl yaratığı eğitmek; başına kaka kaka, vura vura eğitmek…

  Peter Handke’nin Tiyatro oyunudur Kaspar. Zehra İpşiroğlu’nun Dramaturjiden Sahne Çözümlenmesi eserinde, Modern Bir Oyuna Postmodern Bir Yaklaşım adı altında bizlere anlattığı sanatsal bir gerçek…

  Kaspar, yarı hayvan yarı insan olan canlı eğitilmeye başlar. Eğitilme sürecinde dünyası giderek daralır. Yazarın ifadeleriyle, “ sonunda idole dönüşmesi tükenişi simgeler. İnsanın dil aracılığıyla dil aracılığıyla nasıl güdümlendiğinin de altı çizilir”

  İpşiroğlu’nun çalışmasını söz söz, düşünce düşünce okurken, kendi dünyamızın, kendi yaşam alanlarımızda ne kadar çok Kaspar’ın olduğunu görmenin içsel ürpertisini yaşadım. Belli ideolojileri, kalıpları, korkuları dil aracılığıyla daha doğar doğmaz veren insanların, en sevdiklerine bile farkında olmadan, farkında olarak ne büyük daralma, acı yaşattıklarını anladım.

  Söz gelimi daha yeni duyduğum, yakın bir dostumun okul ziyareti ve kızı hakkında bilgi aldığı öğretmeni; her şeyi güzel güzel anlatmış da, sonunda Kaspar sanatına yakışır bir uyarıyı da yapmayı ihmal etmemiş.

  Öğretmenin söz ettiği kız, daha gençliğin en taze zamanlarında. Çocuk ile kız arasında; bu geçiş töreninde en çok ilgiyi, alakayı, doğal alkışı hak edeceği zamanlarda; en büyük korkularla gözlenenlerdir. Bayan öğretmen de ona yüklenen korkuyu, öğrencisi üzerinde yaşama geçirmiş. Bir ara genç kızın sürdüğü ruj dikkatini çekmiş. Ne kadar hafif de olsa, okula yakışmaz! Okul, güzel kızların, genç erkeklerin bütün renklerini bırakıp geleceği yer olmalı! Mümkünse en renksiz ve en donuk halde…

  Genç öğrencisinin dudağında gördüğü bir parça ruj öğretmeni endişelendirmiş. Ve bu korkulu, puslu görüntüyü öğrencinin annesine iletmiş. Öyle ya, dikkat edilmezse, kız elden de gidebilir; hafif bir insana dönüşe bilir? Erkek çocuk da saçlarını uzattıysa, kulağına küpe taktıysa, sonu ne olacağı belli olmayan yaşam biçimlerine kayabilir! Bu korkularla yaşama atılan ve yaşam içinde olgunlaşan insanların beyin hücreleri bir ömür, korkuları silah gibi kullanan dile dönüşür. Her sözcük, bir kırbaç, bir mermi, cehennem zebanilerini hatırlatan kabus gibi olur…

 Ama hangi oluşum, hangi kurum, hangi uygar oluşum; o genç kızın niçin ruj sürmek istediğini anlamaya çalışacak? Genç erkeğin uzun saçlarının, küpesinin öğrenimine, eğitimine, insanlığa adanacak bir ilim insan oluşuna hiçbir zarar vermeyeceğini kim sorgulayıp, bu karanlık korkulardan, dili silah gibi kullanan öğreticilerden arındıracak bizleri…

  İpşiroğlu’nun Kaspar oyununu su yüzüne çıkartma sanatı daha da ileriye taşınıyor;

  “ Dilin insanlar arasında iletişim aracı olmaktan çıkıp bir ezinç ve baskı aracına dönüşmesi, bireyin sosyalleşme sürecini her türlü bireyselliğin yok edilmesiyle noktalanması, eğitim olgusunun totaliter boyutu, erkeklerin belirledikleri kadın kimliğinin giderek bir idole dönüşmesi, bireyselliğin yerini törensel olanın alması, tükenmişlik, yalnızlık, tutsaklık, çıkmaz ve şiddet…”

 Çoğumuz futbol karşılaşmalarını izlemeye gitmişinizidir. En eli ayağı düzgün insanların soylu küfürlerinin sporla hiçbir alakası olmadığına şaşırmış, ya uyum gösterip, ya da bir tiyatro sahnesine bakar gibi bakmaya başladığınızı biliyorum. Bastırılmış, zorla öğretilmiş sözcüklerin dil aracılığıyla nasıl bir katliama dönüştüğünü görürken, yabanıl Kaspar’a uygulanan şiddeti de bir parça anlamış oluruz.

 Bir tiyatro oyunu olarak bilinen Kaspar, aslında yaşamın içinden çıkmıştır. Edebiyatçılar; Trakl, Rilke, Stefan George, Verlaine gibi yazar ve şairler tarafından 160 yıllık kaybolmuşluğu önlenmiş, ona, insanlığa yardımcı olma onuru, sanatın eliyle verilmiştir.

 Yazar, sözcükler üzerine yine çok düşündürücü bir tümce kullanır;

“ Sözcüklerin, kavramların içeriğini yitirmesi düşünmenin tükenişini işaret eder. Bu tükenişle birlikte dil bir idole, bir mite dönüştürülür.” , “ Medya kültürüyle yoğunlaşmış olan günümüz izleyicisi sürekli bir imgeler bombardımanı altındadır. Bu da giderek edil genliğe, duyarsızlığa, daha güçlü bir deyişle duyuların körleşmesine yol açmakta. Bu açıdan tiyatronun sağladığı estetik yaşantının, düş gücünü ve düşünselliği harekete geçiren ‘duyularla düşünce’nin bu duyarsızlığa karşı çıkışı dile getirdiğini söyleyebiliriz.”

Güven Serin 



 



Hiç yorum yok: