2 Ekim 2014 Perşembe

FISILTILAR


Kamera; Güven   

Fısıltılar,hissedişlerin en zarif dostlarıdır..


FISILTILAR

  Bilinen alışkanlıklara meydan okumak, alışılmışlığın riskli alanlarına çıkmak; her babayiğidin seçeceği yol değildir. Diyelim ki seçtiniz; her gün öğlene kadar uyumak, uyandığınızda bile gözlerinizi yeniliklere açmak yerine, işinize gelene seçip, işinize gelmeyeni paslanmış alışkanlıklarla suçlayan yaşam tarzınızdan sıyrılmak istediniz.

  Güne erken başladınız. Gün ise bu değişiminize tazelik sundu; kuş cıvıltıları içinde güzel bir esinti sundu. Ve o an; fısıltılar başladı kulağınızın beyninize akan kanalına. Görmediğiniz, dokunmadığınız bedenin fısıltıları; size elinizdeki yükün ağır olduğunu söylüyor. O an elinizde hiçbir yük yok aslında. Sırtınızda bile…

  Fısıltı, ısrarla kaldıracı zorladığını, kaldıracın kırılacağını söylüyor. Her aracın, her insanın taşıyabileceği yükten söz açıyor. Yükü hesaplayan matematiğe, fizik kanunlarına teşekkür etmenizi, saygı ile önünde eğilmenizi istiyor.

  Bu sabah hiçbir sabah kadar yabancı gelmedi yürüdüğünüz sokaklar, caddeler. Yeniden keşfe çıkmış, yepyeni bir şehre gelmişiniz gibi. İnsanlar, hayvanlar dünyevi kavgalardan arınmış, her hareketin ahengi, anlamı ve erdemi varmış gibi; görmediğiniz canlılara bile gülümseyecek rahatlığa eriştiğinizi hissediyorsunuz.

 Bu hissediş fısıltının sayesinde oluyor. O yüzden o fısıltıya daha bir kulak veriyorsunuz. Israrla hatırlatıyor; dünyayı kimse değiştiremez. Tabiatın büyük oyunudur değişim; seni figüran olarak kullanır. O, her on bin yılda bir zaten büyük değişimini yapar; büyük uykusuna yatar, büyük kükremeleriyle uyanır; sonra, büyük yaşamı, aynı koşma, didinme, savaş ve barış sahnelerini sahneler…

 Nice söyleme hep böyle başlarız; “ Ben olsaydım!” Biz olsaydık neler yapardık acaba? Ben olsaydım derken, kralın tahtına diktiğimiz, o tahta sahip olana kadar geçireceğimiz değişimi düşünmeyiz bile. Yokluğun erdemini, beklemenin, üretmenin, çalışmanın erdemini; insan denen canlının ilk önce kendi savaşını vermesi gerektiğini bir türlü bilemeyiz…

  Kendimizi kurtarmış, tanrının yardımcısı olmuş birisi gibi, durmadan kaldıramayacağımız yüklerin altına hamleler yaparız. Bir ses; “hadi” dese, bin türlü mazeretlerimiz vardır da haberimiz yoktur…

  O yüzden, sevdiklerimiz çekilmez olur. Diyaloglarımız argonun bataklığına o kokuşmuş yere doğru çekilmeye başlar. Kendimizden başka herkesi beğenmez buluruz. Öyle bir aydınlanmışız ki, yakınımızdaki insan bile fark etmez bizi. Olsun! Fark etmeyişin bile, cahillik olarak görürüz. Ve hızla değiştirmek isteriz cehaleti, körlüğü, yabanlığı, kabalığı…

 Çocuğumuzu büyütürken bile ileride bize nasıl bakacağını, bizi nasıl kollayacağını haykırırız. Çok sevdiğimizin sevgisinin yön değiştirmesini “nankörlük” olarak görür, sürekli arkamızda bıçak buluruz. Bitmeyen saplamalar, bitmeyen saplantılar…

 Bir fısıltı dokunur kulağınıza; sabahın erken, taze saatlerinde. Her gün geçtiğiniz caddeler yabancıdır size. Yeni bir yer, yaşamınıza ilave yaşam gibi; son bir kez; sanatçının irdelemeye çalıştığı film; Sonsuzluk ve Bir Gün gibi, belki bir ömre bedel, bir küçük yaşam; sizi, anlayışlı olmaya, madalyonu her açıdan; önden, arkadan, hatta üstten görmeye davet eder;

 Kabul ediniz!

 Güven Serin 



1 yorum:

Hamiyet Akan dedi ki...

Sağlıklı, mutlu ve bol gülücüklü bir bayram geçirmen dileğiyle iyi bayramlar Güven