11 Ekim 2014 Cumartesi

BAYRAM ve İNSAN HALLERİ


Kamera; Güven Marmara Adası

BAYRAM ve İNSAN HALLERİ

  Günaydın der, şafağın sesi; Nazende nazende… Bir kumru tünemiş çam ağacına; belli ki tabiatın ricasını yerine getirmiş. Birkaç genç kumruyu büyütüp doğaya kanat çırpmaya göndermiş…

  Halk Otobüsleri bayramın birinci günü ücretsiz! Binen yolcular memnun. Şoför ise hiç değil… Belli ki çalışma saatleri, şehrin tıkanık caddeleri hırpalamış onu. Bir de yerle yersiz yüzlerce soruya cevap vermek!

 Köy Minibüslerine gidecek halk otobüsünü 7 numarayı bekliyorum. Bir bekleyen daha var; bir beyefendi, kilosu pek de hokkalı! Durağa bir dakikada birkaç halk otobüsü yanaşıyor. Hepsinin ışıklı panoları hangi mahalleye, bölgeye gideceğini anlatıyor. Ama beyefendi, durakta bekleyen bol kilolu insancık; durmadan soruyor her otobüs şoförüne;

  “ Bu otobüs nereye gidiyor?” Şoförlerin verdiği cevap onu tatmin etmiyor ve bindiği birkaç basamaktan tekrar, söylenerek aşağıya iniyor. En sonunda dayanamadım; nereye gideceksiniz? 100. Yıl Mahallesine. Oraya 7 numaralı otobüs gidiyor, birazdan gelir. Verdiğim cevap onun için teselli olmuyor. Belli ki şafağın saatinde kalkmamış… Yüzüne soğuk yayla sularından çarpmamış. İncecik tastan da su içmemiş…

  Sonunda 7 numara geliyor. Kapılar açılıyor. Ücret vermeden binmek ne güzel… Pek de güzel bir hediye; bayram hediyesi… Otobüse binen insanlar suskun… Fırtına öncesi sessizlik gibi… Daha arkaya ilerledim. Orada insan sesleri var. Oldukça kilolu eskiden beri tanıdığım beyefendiyle tokalaştık. Kutlama töreni; hep bildik…

 Yanında oturan diğer beyefendiye mezarlığa gittiğini söylüyor. Babasının mezarının yol nedeniyle kaybolduğunu girip bir acıma sesiyle anlatıyor;

 “ Garibim yattığı mezarda rahat edemedi. Allah taksiratını affetsin! Her ölümlünün suçu olduğu niçin düşünülür? Niçin ölen kişi için garip, zavallı muamelesi yapılır? Yaşayan insanlar dururken!

 Nerede bir köy türküsü duysam, şairliğim den utanırım diyen şairin köylerinden birine; hatta birkaçına doğru ilerleyen minibüsün içindeyim. Tekirdağ'ın hızla boşalan yaşlı köyleri… Tepeleri, bayırları, ovaları ve boş okulları, ama gösterişli camileri olan köyler… Bütün yatırım öteki dünya adına görünse de, daha iyi bir yaşam için kentlere göç, iyi bir gösteri ve vurgun yapmış…

  Varacağım köye yaklaşırken bayırda çoban ve sürüsünü gördüm. Beyaz yün, eski kışların yakın dostu koyunların, postlarıyla sert rüzgara aldırış etmeden küçük taze otları koparışları yaşam adına vazgeçilmezdi.

 Çoban sımsıkı sarınmış. Rüzgar kuzeyden sınıyor zayıf vücutlu çobanı. Çobanı düşlerin gezintisine davet ediyorum. Jules Renard’ın köy felsefesine nazik bir selam vererek;

 “ Köyüne büyüteçle bakan insan olmayalım!” 

 Renard başka yerlere, hatta tüm dünyaya, belki de evrene davet ediyor bizi… Bütün sınırları yerle bir etmeye; garip sınır oyunlarının zavallı kavgalarını terk etmeye…

  Çobanın torbasına birkaç alet, teknolojinin mucizelerini koyuyorum. Bir telefon, bilgisayar cinsinden… Hem fotoğraf çekiyor, hem video… Hem de tüm dünya ile iletişim bağları kurmaya yarıyor. Müzik, her an birkaç tuşun ucunda. Çobanın torbasına birkaç kitap da bırakıyorum. Nasırlaşmış ellerine sürdüğü kremi unutmuyorum. Yüzü kavrulmasın, “yüzün yağları ve sıhhati önemlidir”, diye kulağına bağırıyorum çobanın…

 Çoban beni duymuyor. Ben duyuyorum onu; tüm yüreğimle. Çobanın çobanlığını sevdiği kadar, şehri de sevdiğini, seyahati de, öğrenimi ve öğretileri de sevebileceğini anlatıyorum. Onun da kravat takıp, güzel kokulu sabunlarla yıkanıp, kız arkadaşıyla müzeleri, konser salonlarını gezdiğini görüyorum.

 Bu işe en çok tepki verenler; çobanı seviyorum diyen insanlar. Çoban kalmalı o! Öğretileri, değişimi tanıyan çobanın, çoban kalıp kalmayacağını merak ediyorum…

 Güven Serin 



  

  

Hiç yorum yok: