4 Ağustos 2014 Pazartesi

DOKTOR OLMAK ZOR ZANAAT


Kamera; Güven 

Bu terapi merkezini seviyorum ben; müzik, küf kokuları
ve taş,mermer sütunlar..

DOKTOR OLMAK ZOR ZANAAT

  Tıp Dünyası canlılara, özellikle insana adanmış bir dünyadır. Yüksek ideallerin, yüksek karlılığın ve insaniyetin yan yana dans ettiği bir dünya…

  Hepimiz biliyoruz ki canlı hayatı önemlidir. Her canı yananın, nasıl, kurtuluş ümitleriyle çare aradığı, hemen hemen her gün, her saat tekrarlanan bir iştir. Özellikle hastanelere sağlıklı olarak gidip, bu yoğun mücadeleyi, büyük koşuları, yüksek kargaşaları, inanılmaz emek harcamaları ve yanlış teşhisleri de görüp tanıklık edin.

  Hepimizin çevresi hasta insanlarla dolu; toplum ağır ağır büyük suyun altına çekiliyor gibi. Hastalanmak marifet değil, hastayı iyileştirmek de çözüm değil; çünkü hasta niçin hastalandığını bilmediği sürece, sürekli yeni hastalıkları besleyen ruh ve beden yapısıyla yaşamaya devam edilmesi, ilaç firmaları, bu firmalarda çalışanlar gülümsemenin en yükseğini yapacaklar.

 En çok ilaç yazan doktor, iyi doktor deyip, ilaçların üzerinde yazanı, kutusunda bulunan reçeteye şöyle bir bakma zahmetinde bulunmayan bizler, yan, üst, kenar bir sürü ilaç etkileriyle etkilenmiş olup, yapraklar gibi sallanmaya devam ediyoruz.

 Yakın zamanda konuştuğum insanların hastaneden hastaneye koşuşunu, doktordan doktora şifa arayışlarını dinledim. İşin ilginç yanı bildik şeyleri çok taze ve oldukça yakınlarımdan dinleyince bir kez daha şaşırdım; şaşkına döndüm.

 Görünen o ki tanıdığım hastanın gittiği her doktor, her hastane farklı tedavi öneriyor. İşin en ilginç yanı da hastaya sorulan en mühim soru ise şudur; “ bu ilaçları kim verdi sana?” Verilen ilaçları yanlış bulan, o tedaviyi doğru bulmayan diğer doktor, her defasında bir ümit, bir çare sayılıp onun verdikleriyle yola çıkan hasta bir türlü iyileşmiyor. Her gittiği doktor, bu sefer olacak, en doğru yöntem bu dese de, o ilaç denemeye, ilaçların yan-yun etkileriyle ödüllendirilmeye devam ediyor; bir yaprak, rüzgâr içinde sörf yapan bir yaprak gibi sallanıyor bizim hastamız…

 Doktor olmak zor iş, biliyorum. Sizi mucize yaratacak gibi gören bir sürü insan; son noktaya gelmiş ve “beni kurtar!” der. Kurtarmak o kadar kolay olsaydı, bu iş mucizelerle çözülseydi, doktorluk da böyle önemli bir meslek olmaz, beyazlığın, saflığın o temiz duruşları bu kadar önemsenmezdi.

 Tıp Dünyası hiç durmayan değişimlerin peşinde; gün geçmiyor ki yeni bir ilaç denenmesin. Her deneme kendi riskini, çaresini yaratacaktır; şüphesiz...

 Yine de şunu düşünmeden edemiyorum; bir ülkeye savaş zararı kadar büyük maliyetler getiren sağlık harcamaları, doğru yöntemlerle daha doğar doğmaz her bebeğin ölüme kadar sağlık, sıhhat, sosyoloji, sanat gerçekleriyle tanıştırılmış olması acaba neleri değiştirirdi? Bu kadar hasta, yamuk, çaresiz insan bir araya gelip, her yönüyle zehir saçan bu kadar ilaç tüketimi, hastanelerin baskın, kör dolduruşları yaşanır mıydı?

 Asla böyle bir şey olmazdı. Daha bebeklikten diş sağlığı, göz, beyin; kısacası beden sağlığı öğretilerle kültürleşse bu günün hastaneleri, doktor ve hasta ilişkileri oldukça insanca ve daha gürültüsüz, birbirine kurtarıcı ve çaresizlik içinde bakmak yerine, en acı gerçekleri de, en komik söylemleri de insan olmanın en huzurlu, en mizahi haliyle; gösteri sanatçılarının heyecanı içinde yaparlardı.

 Her gün bir hastane açılıyor. Her hastane, bir çok doktora, hemşireye, hasta bakıcısına, odacıya, temizlikçiye iş imkanı demek. Her hastane, nice çaresize çare demek; olumlu yanı çok büyük… Aynı zamanda her yeni, özel kuruluş büyük yatırımın karşılığını alacak iktisat, muhasebe formülleri üretecektir demek…

 Bu kadar buluş, olanak var olduğu halde, muhteşem hastalıkların, hastaların artışını, büzüşen, kuruyan insanların çoğalmasını önemseyen yok gibi; sanki aydınlanma; PUSLAR içinde…

 Italo Svevo’nun Yaşlılık isimli kitabının 26. sayfasında anıtların kitabelerine kazınacak bir söz var;

“ Ayışığı o karanlık rengi değiştirmiyordu. Cisimlerin biçimleri belirginleşse de aydınlanmıyor, ışıkla buğulanıyordu. Kıpırtısız bir beyazlık yayılıyordu üstlerine ama gerçek renkleri altta uyuşmuş, kopkoyu uyuyordu, sonsuz hareketini yüzeyindeki yakamozlarla açığa çıkarmak isteyen deniz de bile renk susuyor, uyuyordu. Tepelerin yeşili, bütün evlerin renkleri koyuluklarda yitiyor ve manzaranın içinde eriyor, bütünün içinde kayboluyordu, havayı kaplayan soluk beyazdı ve her şeye sirayet ettiğinden dağılması imkânsızdı.”


 Güven Serin 


   

Hiç yorum yok: