12 Haziran 2014 Perşembe

KAYIP DİLLERİN FISILDATIKLARI


Kamera; Güven  Rezan Has Müzesi-İstanbul


Kamera; Güven Rezan Has Müzesi

Kayıp mağara resimleri; tam tamına 35 bin yıl öncesine ait...


Kamera; Güven Rezan Has Müzesi

KAYIP DİLLERİN FISILDADIKLARI

  Yazın sanatının kenarında dolaşıyorsanız işiniz iştir hani! En kaba tortuları eşelemeye başlar, onları un ufak taneler ayırmak bile yetmezlik içinde eleği elinize aldırır. Bir de elekten geçirirsiniz yazının, dolaşımın, içsel gelgitlerin hatırına…

 Ülkenin; ülkemizin ne halde olduğunu bu bilgi kirliliğinde anlamak çok zor olduğu gibi anlatmak da zor! Hani nasıl deler; yukarı tükürsem bıyık, aşağısı sakal…

  Gel de tükür! Bir yere aitlik içinde değilseniz, sizi oyalayacak sıradanlıklar, öfkeler, madalyonlar, naralar, kişne meler size tatminkar görülemiyorsa; yine işiniz iş hani! Çünkü bu toplumu şekillendirmeye, içten içe yakmaya, yıkmaya gönül verenler; hep ortak bir amacın korkunç çıkarlarına hizmet etmenin gizemli işiymiş gibi; bizleri, bu güzel, yardımsever halkı; sağın, solun, batını, doğunun, inancın, inançsızlığın kör dövüşleriyle hırpalayıp durdular.

 Konuşmaktan çok iş yapan, iş yapmanın kazancını, insanın sonsuz rüyasının dünyevi kısalığını bilen iş adamları-iş kadınları kazançlarını ülkenin yararına, aydınlamasına ayırmaya başladılar. Yüzü gülmez, ama gönlü gülen, hizmette sınır yoktur, değişimin en önemli lokomotifi eğitimdir diyen Kadir Has ve eşi Rezan Has onlarca eğitim, öğretim kurumunun yanında geçmişten geleceğe akacak; ama bugünü fısıltılardan somut gerçekler ile yüzleştirecek bir mekan yarattılar.

  Kadir Has Üniversitesi içinde aynı zamanda Rezan Has Müzesi, sergi salonları açıldı. Son çalışmalarından birisi de Kayıp Dillerin Fısıldadıkları gösterimleridir. Bizden önceki uygarlıkların, taşa, mermere, ahşaba kazıdıkları, bize bıraktıkları hazine değerinde sözcükler, yaşam parçaları; kimi bin yıl, kimi iki bin yıl önce; ama taptaze; bugün kokuyor…

  Kayıp Dillerin Fısıltılarını dinlemeye girmeden önce, kayıp insanlarla, kültürlerle dolu şehri İstanbul'umda tam da müzenin karşısında küçük bir Anadolu lokantası görünümünde ki yerde sabah kahvaltısı yaptım.

  Bu kahvaltı öyle bir kahvaltı ki; hem midem doydu, hem ruhum… Ses, nefes kiminle ve nasıl diyalog kuracağını çok iyi biliyor. Eğer aynı ülkenin içinde, aynı acıları, sevinçleri duyuyor, gözünüz görüyor, kulağınız da duyuyorsa, içinizde ki vicdan denen şey de yanlış ile doğruluk arasındaki ince çizgiyi kavradıysa; çar çabucak, zamanın boşluğunu yok ediyorsunuz.

 İşte bu yok edişte; Ordu doğumlu esnafla kendi bilgimiz, görgümüz oranında dertleştik. Orada bulunanlar da bize katıldı.

 Ordunun siyasi yapısının nasıl değiştiğini, kırsal kesimde oy uğruna iktidar tarafından dağıtılan parasal destekleri de birinci ağızdan duydum ve öğrendim. Kısacası, nereye gitsek çalışmanın, hakkın, adaletin tarafında olan insanlar aynı şeyi söylüyor;

 “ Bu ülkede büyük gösteriler yapılırken pekiyi şeyler olmuyor. Oylar para ile baskıyla, korkutmayla, kandırmayla yer değiştiriyor.”

 Tam o sırada, temizlik işçisi de kahvaltı arası vermiş bizi dinliyordu. Bu hükümetin taşeron kıyımına kurban gidenlerden… Çalışma saatinden tutun da, özlük haklarına kadar ve yarınlarından emin olmayan işçilerimizden. Söylediği sözcükler, kinden, nefretten, politik söylemlerden arınmıştı. Doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen, bir kenti gururu hiç yoktu. Belli ki, sokakların her türlü kavgasını vermişti. Vermiş vermesine, taşeron patronluğuna bile ses çıkartmadan, çalışma zorluklarına ilahi bir boyu eğişmiş gibi boyu eğen bu genç adam bile şöyle sesleniyor;

 “ Haksızlıklar çok fazlalaştı. Ben temizlik bölümünde çalışırken kendi bölgemizde sorumluluk üstlenmiş ‘onbaşı’ görevine getirilmiştim. Diğer çalışanlardan biraz daha fazla maaşım vardı. Üstelik de sorumlu olduğum yeri karış karış biliyorum. Bun rağmen burada bile torpil, rüşvet, hemşehrilik öne geçti.”

 Sizin anlayacağınız iki yüz liralık fazla maaş alması bile torpili, siyasi çöreklenmeyi tetikleyecek kadar, hak etmiş, beş yıldan beri neredeyse gece gündüz çalışmış, boyun eğmekse en soylusun eğmiş ama karşılığı; senin onbaşılık görevini bir başkasına veriyoruz, olmuş.

 Peki, niçin, diye sormuş. Senin hiçbir kusurun yok, demişler. Sadece yukarıdan baskı geldi, onların adamını onbaşılığa getirdik…

 Rezan Has Müzesine girdim. Işığın bol olduğu, Cibali Karakoluna yakın, Haliç’in gözbebeği olmuş mekânları gezdim. Geriye birçok damla kaldı. Bir kaktüs gibi her şafak vakti, onları süzmekle yaşam kavgasını benim bedenim de verecek. Fakat birçok yazıt gördüm, okudum ama Van Kalesi’nde bulunan Kserkes Yazıtı dikkatimi çekti. Pers çivi yazısıyla yazılmış. Günümüzden 2500 yıl önce.

  Yazıt şu seslenişi anlatıyor;

 “ Ben, büyük kral Kserkes, krallar kralı… Pek çok etnik kökene sahip toprakların kralı, bu büyük ve uzak dünyanın kralı, kral Dareios’un oğlu…”

 Peki, ama şimdi nerede bu krallar? Niçin anılmaz oldular? Yokluğun, eskimişliğin, krallar mezarlığının bataklığı, bu kadar gösterişli, güçlü kralları niçin yuttu da, iki bin yıl öncesinin Vergilius’u; o Latin şairi hatırlarız! Aristo’yu, Sokrates’i, Homeros’u, Yunus’u, Mevlana’yı neden unutmadık ve onları hatırlamak, yaşamın içinde var etme heyecanımız niçin devam ediyor?

 Samimiyetleri, doğruluğa, faydaya, güzelliğe, birlikte oldukları halkına inandıkları, öncülük ettikleri için olabilir mi acaba?

 Güven Serin   


 






Hiç yorum yok: