30 Ocak 2014 Perşembe

BİR SEVDADIR ADA


Kamera; Güven   Heybeliada

Güzelim mimari beton işgali altında;Kınalı ve Heybeliada,en
hızlı tüketilen güzel yerlerimizden.


Kamera;Güven  Heybeliada
Ahşap,mutlu ve şen günlerini hüzünlü bir kış bekleyişi içinde,
nice rüzgarlar,nice yağmurlar ve güneşler görmüş;
kimi panjurlarını ardına kadar açmış,kimi zaman ise
kapatmış. 


Kamera; Güven  Heybeliada


Kamera; Güven Heybeliada


Kamera; Güven Heybeliada

Mekanlar insanlarla güzel; onların dilinden anlayan,
bakımını,onarımını yapan,şarkılar,türküler söyleyen
insanlar...







28 Ocak 2014 Salı

AVUSTRALYA AÇIK WAWRİNKA ve Lİ NA'NIN


Kamera; Güven  Stanislas Wawrinka 
İlk şampiyonluğunu Avustralya Açık da aldı.


Kamera; Güven -Wawrinka
Bedenindeki dövmede İrlandalı oyun yazarının
bir sözü;
" Dene,yine dene, yine yenil,daha iyi yenil" 


Kamera; Güven   Rafel Nadal
Muhteşem bir sporcu; fakat, büyük alkışlar,büyük zaferler
zirvede hiçbir zaman sonsuza kadar kalacağımızın
garantisi değildir; büyük zaferlerin hüznü de büyüktür.


Kamera; Güven
Nadan ve Wawrinka
Bu sporun ruhunda nezaket,felsefe ve hareket vardır; bu
yüzden seviyorum,seviyorum...

AVUSTURALYA AÇIK TENİS, ZAFER WAWRİNKA ve Lİ NA’NIN

  Sezonun ilk “Grant slam”ı Avustralya açıkta alkışı, kupayı alan İsviçreli sporcu Stanislas Wawrinka oldu. Kendisinin ilk “Grant slam” şampiyonluğunun yanında, dünya tenis sıralamasında 1 numara olan Rafel Nadal’ı 3–1 yenerek, geçin yıl sürdürdüğü yükselişini, tenis sporuna vermiş olduğu önemin, çalışmanın karşılığını dünya sıralamasında 8.’den 3’e çıkartarak da önemli bir çıkış yakaladı.

 Benimde amatörce içinde olduğum tenis sporu insan bedeniyle ruhuna en uygun sporlardan birisi. İçinde ne ararsanız var; rekabet, heyecan, aksiyon, alkış ve hüzün… Fakat bu sporun büyüklüğü bütün bu duygu değişimlerini tabiatın değişimi gibi, insanı daha ileriye, daha dinginliğe getirme amacından başka bir şey değildir.

 Aslında bütün sporların amacı, insan ruhu ile bedenine faydaya dönük olsa da, birçok spor dalı, henüz bu seviyeye, bu algılamaya sahip seyirci ve sporcu kimlikleriyle buluşup, büyük insanlık gösterisine bir türlü dönüşemiyor; yaşaman kavgalar, ayrılıklar, edilen küfürler oldukça can acıtıcı oluyor.

  İsviçreli sporcu Stanislas Wawrinka kupaya ulaşmak için geçin yılın şampiyonu Djokovic’i yenip finalde ise dünya bir numarası Rafel Nadal ile karşılaştı. Bu güne kadar yaptıkları 12 karşılaşma karşısında Nadal’ı ilk kez yenen Wawrinka, aynı zamanda zirvenin ne büyük lütuf, güzellik ve hüzün olduğunu da bir kez daha tüm dünyaya gösterdi.

 Bu yenilgi, hüzünlü anlara da sahne oldu; Nadal zaman zaman gözyaşlarını tutamadığı gibi, beden dili, zirvenin büyük rüzgârlarına direnecek gücün kalmadığını da anlatıyordu.
 Spor, insanın bedeni ve ruhu için oldukça önemli bir uğraş; ister amatörce, ister ustalıkla yapılsın; isterse bir mesleğe dönüşsün; bu büyük yolculuğun kazancı, yüksekliği ve alkışı çok iyi anlaşılmalı; yaşamın ta kendisi sporun içindedir; büyük kayıplar yaşamadan, eğlenirken, üzülürken, kazanırken, kaybederken hayata daha iyi hazırlanırız; yokluk ile varlık arasındaki o muhteşem çizginin felsefesi her şeyi anlatır bize…

 Wawrinka bu yükselişi şüphesiz çok çalışmasına, reflekslerine ve sezgilerine borçlu. Birde, 28 yaşındaki sporcunun bedenine yaptırdığı bir dövme; İrlandalı oyun yazarı Samuel Bacckett’in bir sözü;

“ Dene, yine dene, yine yenil, daha iyi yenil!” Sanırım bu felsefe sporun rekabet, çalışma, azim, nezaket yolculuğunu iyi anlatıyor…

 Rafel Nadal’ın hüzünlü anları ve maç bittikten sonraki konuşması ise;

“ Wawrinka bunu hak etti. Onu tebrik ediyorum. Herkese teşekkür ediyorum. Böyle bitmesini istemezdim, çok üzgünüm. Kesinlikle buradan büyük keyif aldım. 12 ay sonra görüşmek dileğiyle.”

 Bir ara sakatlık belirtisi gösteren Nadal’ın içeriye geçmesi ve sonra korta gelince seyirci tarafından yuhalanması, tenis sporu içinde; iyinin, estetiğin, başarının ve dik duruşun ne büyük önem gösterdiğini de anlatıyor bize.

 Şimdi, Avustralya Açık Tenis Turnuvasının; kısacası sezonun ilk “Grant Slam” ı olan kupanın galibi Wawrinka’nın bu işin keyfini çıkartmasına kalıyor; şöhretine şöhret, kazancına kazanç, alkışlarına alkış katacak; ta ki, zirvenin soğuk rüzgârlarına dayanmakta güçlük çekeceği zamana kadar…

 Avusturalya Açık Tenis, sezonun ilk “Grant Salam’ında kadınlar tekte ise 31 yaşındaki Çinli tenisçi Li Na, Slovak rakibi Dominika Cibulkova’yı 2-0 yenerek kariyerinde ikinci şampiyonluğa uzanmış oldu.

 Li Na kupayı aldığında oldukça heyecanlıydı; aynı zamanda en yaşlı tenisçi unvanını taşıyan dünyanın 4 numarası ; “ çalışmamızın zaferi; ekip çalışmasıydı bizimkisi ve biz bunu en iyi bir şekilde başardık” diye, yendiği rakibini de sevgiyle selamladı.

 Sportif yolculuk böyle bir şey dostlarım; yaşamın kendisi gibi; bırakmadığın sürece; zirveye verilen değer kadar zirvenin aşağılarına da, galibiyete verilen övgü kadar, yenilgileri de anladığınız zaman; dengeli bir ruh âlemi içinde kavradıysanız; her aşamada harika şeyler tadarsınız; ister hüzünlü, ister sevinçli; hepsi iç dalgaları uyandırmıştır; esas olan temizliğin, dinginliğin de ta kendisidir…

  Güven Serin 








  




27 Ocak 2014 Pazartesi

AVLANMA SANATI


Kamera; Güven Mozaik Müzesi-İstanbul 
Yüzlerce yıl öncesinin emek ve zanaat işçiliğine gidiyorsunuz;
görülmeye değer bir yer;zaman zaman insanı çeken bir şeyler
var...
AVLANMA SANATI

Günün güneşli olmasını değerlendiriyordu Karabatak Kuşu. Kıyıya gelmiş balık topluluğu ile ziyafet çekiyordu kendine. Her suya dalışında bir balık yakalıyor, her yakalayış sonrası başını suyun dışına çıkartıp beslenmesini gerçek bir mide törenine çeviriyor.

  Tabiatın sonsuz sunumları her canlıya beslenme imkânı veriyor. Küçük balıklar denizin içindeki daha küçük yiyeceklerle hayat buluyorken, Karabatak Kuşu ise onlarla yaşam tazeliyor. Hepsinin biricik amacı onlara verilen yaşam hakkını kendi yaşam ölçüleriyle devam ettirmek.

 Hiçbir hayvan anormal bir durum harici kendi yaşam alanı ve beslenme çizgisi dışına çıkmıyor. Hiçbir hayvan zalimce katliamları büyük bir susamışlık ve öfke içinde gerçekleştirmiyor; sadece birisi hariç; İNSAN…

 İnsanın insan olma yolculuğu milyonlarca yıl sürse bile içindeki o büyük geçmiş bir türlü yok olmuyor; doyumsuz mal-mülk edinimleri, sonsuza uzanan kıskançlık ve öfkeler; dilimlere ayrılmış dinler, diller ve ırklar… Hepsinin öyküsü en soylu olandan başlıyor. Ve hepsi kendi krallığını daha bir yüceltme peşinde…

 Tekirdağ Avrupa Kıt’asında Yunanistan ve Bulgaristan’ın dibinde olduğu halde, ayrılığı var oluş sebebi yapmış ülkelere bir yabancı gibi doğduk ve yaşıyoruz. Çocuklğum Meriç Nehrinin en deli aktığı zamanlarda, Balkanların soğuğunun zalim, masum ayırt etmeden canlıları titrettiği yaşamlarda geçti. Beyazlık, yolları kapatır; kar savaşları yapardık çocuk savaşçıları olarak. En büyük tutkumuz kazanmak üzerine; kartopularını ve acıyı hissettikçe daha bir tutkulu savaşçı olurduk; acının ne olduğunu göstermek adına…


 Ülkesini bile tanımayan insanların en bilmiş zamanlarında her şeyi bilirken, aslında hiçbir şeyi bilmediğimizin itirafları ile avlanıp duruyoruz.
 Boşluğun büyük dengesi, yer çekim kuvveti, bilimin en görkemli bilgileriyle anlatılırken bile heybesini doldurma, kasasını en gizli yerlere saklama telaşı içinde; biricik ve paha biçilmez yaşamlarımızı hiçliğe adanmış kurbanlar gibi yok etmenin perişanlığını yaşıyoruz; sanırsınız ki her kez halinden memnun;

 Sıkışınca çok şükür, övünme; askerlik anılarını ve aldanma, avlanma geçmişimizi; onurlu bir anı gibi anlatıp; pişmanlıklar, öfkeler, öçler ile harmanladığımız bir hayat…

  Çevremi insan saygısının en tarafsız bakışlarıyla tararken bile memnun, huzurlu ve dingin bir canlı özlemiyle yanıp tutuşuyorum. O kadar az ki bu tür insanlar. Böyle canlıları, böyle dingin bakışları yalnız hayvanlarda görebilirsiniz; avlanmayı, sevişmeyi, göçleri bir sanat, bir zanaat gösterisine çevirmiş hayvanlarda…

 Böyle durumlarda dinginliği resimde, heykelde, tiyatroda, sinemada, hikâyede, şiirde bulmuş insanlara bir adım daha yakın olmakta teselli arıyorum. İşte, şu an bu teselliyi bir şairin Robert Grawes’in dizelerinde arıyorum;

Ne ölen aşkımıza yas, ne uluyan fırtına
Karanlıklarda esen
Hüzün gülüşü, yalnız bir soluk kış manzarası
Çitleri kar örterken

  Güven Serin 
 

  


23 Ocak 2014 Perşembe

PERA'DA SON GÜN


Kamera; Güven Pera Müzesi  Osman Hamdi



Kamera; Güven   Pera Müzesi- Yıldız Moran


Kamera; Güven Pera Müzesi-Sophıa Varı

Pera’da Son Gün

  Pera Müzesi, müze olmaktan öte; ülkem için, şehrim için belki de yepyeni bir yaşam biçimi olabilecek bir mekân. Sinema gösterimleriyle, müzik konserleriyle, müzeye ait değerli sanat eserleriyle ve çok önemli olan sergileriyle; çok yönlü, çok sesli ve çok renkli bir sunum içerisinde; yoğun ve ince, zarif duyguların da yeşermesine katkı yapıyor.

  Kabalık, hoyratlık, insana verilen saygı, alabildiğince azalıyorken; Pera gibi müzelerin; Suna ve İnan Kıraç Vakfının öncülüğünde yepyeni duygular; kendi öğretileriyle, aydınlatması ve her şeyden önce insana verilen saygının kök salmasıyla devam ediyor.

 Bir yaz gününü andıran güneşli gün; Tekirdağ şehrine çok yakın olan İstanbul’u ziyaret etmem için, bir çağrı niteliğindeydi. Üstelik de sevdiğim, dinlendiğim mekân; Pera Müzesi süreli olarak gösterime açtığı; Heykeller ve Resimler isimli çalışmayı; Sophia Vari gibi bir sanatçının eserlerini, felsefesini biraz olsun anlayabilmek adına son gündü.

 Diğer çalışma da Zamansız Fotoğraflar isimli Sergi, Yıldız Moran’a ait 8000 negatifin içinden seçilmiş eserlerden bir bölümü.

 “ 24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılmayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı.” Bu sergi için söylenen sözcüklerden birisi de budur işte…

  Yıldız Moran için çok şey söylenmiş. Onlardan birkaçı da şunlar;

“ Işığı büyük ustalıkla kullanarak elde ettiği teknik başarının ötesinde; ruhunu, aklını, kalbini yani kendini katarak görüntünün izini derinleştirmiş bir fotoğrafçıdır. Fotoğrafın en temel fonksiyonu olan tespitin yanı sıra çok katmanlı tasvir diline ulaşmış, karelerinde zamansızlığı yakalayabilmiştir."

 Heykeller ve Resimler Sergisinin eserlerine değer, amaç ve anlam katan sanatçı Sophia Vari için yapılan değerlendirme ise;

“ Yapıtlarında doğduğu Yunanistan’dan ilham aldığı renkleri, hacme ve boşluğa dair arayışlarıyla bilinen Saphia Vari, kariyerine bir ressam olarak başladıktan sonra kendisini özgürleştirecek bir ifade aracının peşine düşerek heykelle buluştu. Geometriyi, hacmi ve şekilleri alıp onları boşlukta insanlaştırma amacıyla yola çıkan sanatçı, mermer ve bronzdan kıymetli madenlere uzanan bir malzeme çeşitliliği içinde çalışıyor. Anıtsal heykelleriyle dünyanın dört bir yanına konuk olan Vari, tuval ve kolâjlarında ise yine hacim, katman ve yüzeyler arası ilişkiler arasında çalışıyor.”

 Bir taş mekân Pera; içine süzülen tarih, boyaların renkleri ve yaşamlara sığmayacak kadar kocaman düşlerin sonsuza adanmış eserleri; hepsini, bir parça zamanla, kendi anılarınıza en cesur ve en zarif bir hatıra olarak veya yaşamınızın içine bir parça güzellik, heyecan, dinginlik adına seçilecek; hatta kültürleştirilecek bir yer…

 Her emeğin, hareketin bir karşılığı vardır; görsellik, kulağa gelen tınılar ve içe süzülen dokunuşlar. Pera Müzesi yaşamın içinde, yaşamış ve yaşayanlar ile yaşamın bu anına yaşam ritimleri katmaya devam ediyor. Bu ritmleri sizde duymak isterseniz, iç içe geçmiş zamanların, zamansızlığa meydan okuduğu yere; bir kahve içmek, bir film, bir konser veya sergilerden size süzülecek evrensel seslenişlere kulak vermek isterseniz; bu kültürün içine süzülün…

 Sophia Vari resim için şöyle diyor;

“ Resim bir yanılsamadır, göz aldatmacasıdır; Ben dokunmak istedim, hacim istedim. Eserin etrafında çepeçevre dönebilmeyi, mekânda ona biçim vermeyi, yarattığım şeyin gerçekten var olduğunu hissetmek istedim.”

  Güven Serin











22 Ocak 2014 Çarşamba

YILDIZ MORAN


Kamera; Güven   Pera Müzesi

Müze,fotoğraf sanatı adına,fotoğrafa gönül vermiş ve
ülkemizin akademik eğitim almış ilk kadın sanatçısı
Yıldız Moran'ın eserlerini; 12 yıllık çalışma hayatına sığdırdığı 8000 
negatiften seçkiler...


Kamera; Güven Pera Müzesi
Yıldız Moran;siyah gözlerde,keskin bakışlar;
akıl ile ışığı birleştirme telaşı...

Yıldız Moran şöyle açıklıyor;

" 24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana
atılmayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana,
hayata özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal
olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak
verebilen kişidir fotoğrafçı."


Kamera; Güven  Pera Müzesi-Sanatçı , Yıldız Moran

Ona ayrılmış salona girer girmez, geçmişin taze kokularını;
yüzyıllara sıkışmış, tohumun taze açılımını hissettim; o,
başka bir şey;ruhun dünyevi seyahatinin sonsuza
adanmış olan tarafında...


Kamera; Güven  Pera Müzesi
Sanatçı, Yıldız Moran















HAYAT


Kamera, Güven - Tekirdağ

HAYAT

 Ne güzel bir sözcük; hayat; yaşam… Soluk alıp veren ve bu soluk almayı insani, evrensel, bilimsel, sanatsal vasıflarla bütünleştiren her insanın; bu kelime karşısında saygı duyması gerekir. İnsan hayatı kadar; doğada bulunan bütün canlıların hayatı; yaşam hakkı önemlidir. İşte bu yüzden; küçük efendilere; hayatın bütün seçeneklerini öğretirken, harika imkânlar sunarken; en önemli hatırlatmayı; esas olan öğretiyi göstermek zorundayız; her canlının hayatı ve yaşamı önemlidir; tıpkı bizim tatlı, güzel canımız gibi…

 Doğa Irmak benim sevgili kızım; küçük arkadaşımdır. İnsanın yaşı ilerleyince, şefkati, olgunluğu, anlayışı ve sevgiyi kendi yakınına sunarken; tüm insanlığa armağan edişim; tüm çocukları bağrıma basışım geliyor.

  Süleyman Paşa İlköğretim 3/D sınıfı öğrencisi olan Doğa Irmak edebiyatı, felsefeye duymuş olduğu yakınlığı, öğretmeni Hüseyin Eren’in üstün eğitici gayretleriyle çok güzel gelişmeler gösteriyor. Küçük arkadaşımla kendi adıma övünmek yerine; ülkem adına kıvanç duyuyorum; çünkü çocuklarımızda, azim, merak, coşku görüyorum.

 Aileler ve okul; neredeyse bu küçük efendilerin kaderini etkileyecek öncülüğü yapıyor. Bu yüzden, Süleyman Paşa İlköğretim Okuluna, değerli yöneticilerine, Hüseyin Eren gibi bir öğretmeni ortaya çıkarmış eğitim camiasına teşekkürü borç biliyorum. Öğretmenlere uygulanan baskılar; hem ekonomik, hem sosyal, hem de siyasal ağırlığı, saymakla bitmez. Ve bu yüzdendir ki, öğretmenler kendi yaşam telaşlarına düşmüşken; Hüseyin Eren ismini taşıyan, ruhunda öğretici; Cumhuriyet Türkiye’sine yakışan; merak, düşünce, saygınlık, erdem aşılayan öğretmenlerimizi bildikçe; ümitlerim, yaşam heyecanım kırılganlıklara rağmen devam ediyor.

 Doğa Irmak, bu öğretiler içerisinde, öğretmenin eğitim programı içerisinde tüm öğrencilerinden istediği bir şiiri, arkadaşlarının ve öğretmenin beğenisine layık görülmüş. Bu küçük hanım efendinin “hayat” isimli şiiri beni de oldukça etkiledi. Birkaç dizede, unuttuğumuz birçok şeyi hatırlatıyor. İstedim ki bu hatırlayışı Doğa Irmak’ın öğretmeni ve arkadaşları hanımefendiler, beyefendiler gibi bizler de paylaşalım.

  Şiirin paylaşımına geçmeden önce; 3/D Sınıfı öğrencilerine; içlerindeki heyecan, merak, çalışkanlık için teşekkür ediyor ve hepsinin küçük ellerinden sıkıyorum;

Buse Menekşe’ye, Simge Eren’e, Zeynep Öner’e, Pelin Yörük’e, Sel Yalçın’a, Deniz Özkan’a, Azra Zeynep Özsoy’a, Azra Alkaya’ya, Azra Akbulutlar’a, Melis Erkan’a, Zeynep Yörüten’e, Beril Gülen’e, Rana Nil Eker’e, Sena Ateş’e, Tuna İleri’ye, Emir Berk Sağlam’a, Yusuf Gülören’e, Kerem Özeren’e, Bartu Demir’e, Mehmet Akın’a, Emir Akın’a, Atalay Şerbet’e, Alperen Zeybek’e, Kutay Yıldız’a, İhsan Berkay İnal’a, Başar Dalmış’a, Arda Varlık’a, Uras Alp Oğuz’a, Evrim Barkın Doğan’a, Ata Yorulmaz’a, Derin Deniz Erdoğan’a, Cem Baran Doğan’a en samimi içtenliğimle sevgilerimi yolluyorum.

 Şimdi, Doğa Irmak hanımefendinin Hayat şiiri;

  



  HAYAT

Boyaları severim her renkle dolar diye.
Işığı severim, her yer aydınlanır diye.
Kuşları severim, cıvıl cıvıl uçar diye.

Sessizliği severim, insanı dinlendirir diye.
Toprağı severim, her canlı yaşar diye.

Hayatı severim, özgürlük var diye.

  Güven Serin 



 

  

20 Ocak 2014 Pazartesi

MUHARRİR BU YA!


Kamera; Güven   Polonezköy  Ahşap Heykeller;
Polonez kültüründe önemli yer tutuyorlar



MUHARRİR BU YA!

   Eski bir tanıdık, bir yazar arkadaşım ziyaretime geldi. Hal hatır sormadan sonra biraz gündem derken, eski anılara daldık. Geçmiş yıllarda çalışmış olduğu gazetede, gazete müdürünün yazarlar arasındaki ayrıcalıklı yaklaşımı üzerine müdüre biraz sitem etmiş. Müdür de bizim dostu teselli adına “ayrıcalık filan yok, o gazetenin muharrir’i” demiş.

 Bu söylem aklıma geldikçe güleceğim geliyor. Bazen, sıkışınca Arapça, Latince kelimelere sığınmak işe yarıyor galiba. Arkadaşımın eski müdürü de sanırım sıkışmışlığı en güzel bir şekilde Arapça sözcüğü “Muharrir” e tutunarak geçiştirmiş.

  Arkadaşımın anılarından kalan bu olay bana yine geçmişte kalmış Türk Edebiyatında önemli yer tutan Ahmet Rasim’in bir makalesini hatırlattı. Makalenin ismi; Muharrir Bu Ya! Bu güzel makaleyi, Enis Baturun da ifadelerinde ki gibi; “tekrar tekrar okumak gerekir.” Ve ben, bu hatırlatışı, geçmişin gizemli sayfalarına gizlenmiş bu güzel sözcükleri, ifadeleri sizler ile paylaşmanın sevincini yaşıyorum;

Laf değil muharrir bu! Yaz! Hem çalakalem yaz! Durma yaz! Hem kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz! … Demek kış, yaz; yaz! Bu nasihati kulağına küpe yap! Buna bir rumuz olmak üzere kurşun kalemini kulağının ardından eksik etme! Yolda yaz, tramvayda yaz, otomobilde, şimendiferde, vapurda, arabada, kayıkta dur, otur, zıpla yaz.

  Gazetelerde, mecmularda sütunlar, abideler dik. Kütüphanelerde mücelledat yığ! Ceplerin şiş şiş olsun, masan kâğıt parçaları, müsvette üzgünleri ile Güh-i Kaf’a dönsün, sen bunları gördükçe azımsa. Daha ziyade gayrete gel. Yaz. Hatta uykunu kes, boğazına yeme, kağıt, kalem, mürekkep al. Sol elin başında, sağ elin kaşında düşünür gibi durduktan sonra aklına ne gelirse yaz!

  Yahut öyle düşünür gibi de durma! Ardına, önüne bakma, sağına, soluna aldırma! Hem düşünmek insanı sıkar, türlü türlü hastalıklara meydan açar, sen ise dünyayı faniye yazmak için gelmişsin, binaenaleyh, durma, yaz! Benden ibret al, durmam, dinlenmem, cayır cayır yazar, vızır vızır okur, okuturum.

  Aman azizim, sana bir nasihatim daha var. Açlığa son derece idman! Çünkü perhizler, oruçlar, bütün salahı nefis için icat ve emredilmiştir. Baktın ki, pek ziyade acıktın, derhal kaleme sarıl, yaz! Tokluğa birebirdir! Nefsimde tecrübe eyledim, inan söylerim sana.”

 Bugün geçmiş dediğimiz, onlar için; gelecek adına ümitler yeşerten edebiyata önemli katkı yapmış kişilerden Behçet Necatigil’i de Sisler İçinde, şiiri ile anacağım;

Sisler İçinde
Sisler içinde insanlar, gün ortası, geceleyin;
Hangisi gerçek, hangisi düş, şaşırdım.
Daha demin vardı, şimdi birdenbire yok
Issız bir kır akşamı
Bu benim yaşadığım.


  Güven Serin  

16 Ocak 2014 Perşembe

NEZAKET,TOLERANS,DÜRÜSTLÜK


Kamera; Güven  Şile


NEZAKET, TOLERANS, DÜRÜSTLÜK

  Birçok bilgenin üzerinde durduğu sıfatlardır; nezaket, tolerans, dürüstlük. Bu sıfatların sahibi olmak, onları zaman içindeki yaşam yolculuğunda özümsemekle olur. Yapaylığın, yapmacıklığın yeri bu kavramların özünde yoktur.

  Öğrencilik hayatı yaşam yolcuğunda en önemli deneylerin de yaşandığı yerlerdendir. Okul ve yurt yaşamım içinde yüzlerce genç insan ile yan yana oldum. Dim dik duranlardan tutun da, eğri-büğrü, yalan, yanlış ve hasta ruhlu insanlara kadar birçoğunu yakından tanıma, onlarla yaşama şansına sahip oldum.

  Yemek sırası en sabırsız olunan yerlerdendi. Biraz büyükseniz, beden gücünüzü, akıl gücünden önde tutuyorsanız, öncelik benimdir, deyip onlarca bekleyen insanın önüne geçersiniz. Öyle yapan bir grup genç adam vardı. Yaşları bizden biraz daha büyük; nezaketten uzak, aklı kas gücü ile değiştirmiş bir grup ahmak… Sürekli şiddetin, tepkilerin, hoyratlıkların içinde kendilerine ayrıcalık yaratmaya çalışırlardı.
Onların tam aksi çok daha nazik, yurt kurallarına, diğer insanların haklarına saygı duyan bir gruba ise imrenerek bakardım. Onlar, kas güçlerine saygı duydukları gibi, akıl gücüne de, insanların hak ve hudutlarına da saygı duyarlardı. Kendi ayrıcalıklarını nezaket ile dürüstlük ile yaratmışlardı; hem de özel bir çaba harcamadan, yüksek sesleri naralara dönüştürmeden…

  Yaşadıkça elde edilecek bu üç meziyet; nezaket, tolerans ve dürüstlük, yine yaşamı içinde insan davranışlarıyla çok yakında olmuş bir insanın, bilgenin yorumuyla açıklamak isterim;

Dürüstlük deyince, küçük ve basit hiçbir şeye tenezzül etmeyen ruhun o muhteşem kemalini kastediyorum. Tolerans deyince de yapılmış olan her şeyin kolayca kabul ve tasvip edilmesini anlama kabiliyetini, acı hiçbir his beslemeden ve anlayışlı bir şekilde münakaşa etme arzusuna işaret ediyorum.
 
  Nezaket deyince de, insanın kendisini, başkalarının yerine koyabilmesi kabiliyetini anlıyorum. Bu, nadir ve güzel bir meziyettir.

  Hayatın insanlara komik gelen taraflarını anlamak kabiliyetinizi ve sevdiğiniz şeylerin güçlüklerini, onları daha az sevmeden, yenmek arzusunu kaybetmemiş seniz veya bundan daha fazla sevdiğiniz insanların gözlerinde kendinizi oldukça gülünç görmeye tahammül edebiliyorsanız, onların sizin hayatınızla ilgili olarak teklif ettikleri tavsiye ve yenilikleri kabul edebiliyorsanız, işte bütün bunlara vereceğiniz olumlu cevapların nispetinde kendinizi ölçebilir ve denemiş olursunuz.”

 Bu üç meziyet; nezaket, tolerans, dürüstlük; bir çocuğun en sevdiği oyunlardan zevk alınacağı gibi üç gerçektir. Bir çocuk gibi, sonsuz zamanlara gülümsersiniz; dizlerinizdeki yaralara, yere düştüğünüzde size gülümseyenleri gülümseme ile karşılık verirsiniz; kin, hile girdabına kapılma korkusu yaşamadan…

 Güven Serin 








15 Ocak 2014 Çarşamba

KARA ÇALMA ÖYKÜSÜ


Kamera; Güven Pera Müzesi-İstanbul


KARA ÇALMA ÖYKÜSÜ

Salih Özbaran ile Zeki Arıkan’ın ortak çalışması; tarihe, bilgiye, analitik düşünceye adanmış bir insanın 1970’li yıllarda yaşadığı hazin bir öykünün hikâyesi…

  Bu hikaye Şerafettin Turan’ın hikayesidir; Dil ve Tarih-Coğrafya Dekanlığı, Türk Tarih Kurumu Üyeliği, TRT Yönetim Kurulu Üyeliği, Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı, Türk Dil Kurumu Başkanlığı, çevirmenliği, araştırmaları, makaleleriyle bilgi ve görgü-düşünce dünyamızı zenginleştiren insanın öyküsü…

  Bazı makaleler vardır, okursunuz ve oradan ayrılamazsınız. Tıpkı, bazı mekânlar, bazı insanlar; tanışınca ayrılmanın hüznünü ve tekrar buluşmanın özlemini hissettiğiniz gibi; Şerafettin Turan’a kara çalma öyküsü, makalesini okuduğumda bu duyguları hissettim. Onun fotoğrafa yansıyan onurlu geçmişi insan kılığında ışıklar içinde çok şeyler anlatıyor; emeğin, insana ve doğaya, geçmişe duyacağımız saygının, bilgi ve görgü ile döllenecek bir toplumun uzay zamanlarına hazırlık yapan bir misafir heyecanı içinde olabileceğini de gördüm.

  Salih Özbaran ve Zeki Arıkan’ın ortak çalışmasında Şerafettin Turan, kitabında anlattığı kara çalma öyküsünü şu şekilde özetliyor;

 “ 17 ay 16 günlük zamanımı, üstüme atılı bir suçun haksız olduğunu kanıtlamaya çalışmakla harcamıştım. Bu nedenle ilk aşamada, aklanmama sevinmek ile kaybolan zamana, bu sürede harcamak zorunda kaldığım emeklerime ve basında çıkan yanlı haberlerin de etkisiyle duruşmalar boyunca tanıdıklarımdan çoğunun benimle karşılaşmamak, konuşmamak için düştükleri gülünç hallere acımak arasında kesin bir ayrım yapamadım.”

 1971 ile 1974 yılları arası süren kara çalma davası, Şerafettin Turan’a yapıştırılan suç ise “ Anayasayı tebdil ve tağyir” suçlaması olmuştur.

  Demokrasinin, hukukun, adaletin sağlanması, bir halkın ve o halkı yönetenlerin vicdanı, aklı, bilgisi ve görgüsüyle yakın ilişki içindedir. Mantığı ile yargılamayan, düşündüklerini söylemeyen toplumlar; iki şey çıkartır; ya Kahraman, ya hain… Duygularıyla sarılır; aklın, bilimin, düşüncenin o yüce kuvvetiyle değil; işte o zaman; ya kahramandır, ya da ahin… Böyle, nice aydınlık saçan değerlerimizi kara çalarak, hapse atarak, öldürerek yokluğun o derin kuyusuna yolladık.

  Bir ömür harcayıp da hayattan hiçbir şey anlamayanların uyuşuk yaşamı için yılların, aylarlın, günlerin hiçbir önemi yoktur. Fakat Şerafettin Turhan gibi yüksek değerlerin zamanı değerli ve pahalıdır; araştırır, düşünür ve merhameti yok olmamış vicdan ile yorum yaparlar; bilirler ki bu yorumlar, bu çalışmalar birer yol olacak; karanlığın, cehaletin kasıp kavurduğu zamanlarda hepsi birer besin olacaktır.

 Sadece belli zümrelerin elinde olan yönetimler-idareler “öç alma” sevdalarından hiçbir zaman vazgeçmezler. O yüzden, aydınlık-aydınlanma, bilinç ve bilinçlenme onları korkutur. O yüzden Şerafettin Turan gibi büyük değerleri daha başından karalayıp yok etme aşkı yaşarlar…

  Sözü Salih Özbaran’a bırakmanın ve bu değerli insanları, sadece bizlere değil insanlığa bir armağan olarak kabul etmenin hisleri içindeyim;

 “ Bu denli değerli bir tarihçinin, Şerafettin Turan’ın başarılarla yürüyen yolunda atılan çamurun öyküsü: gülünç ve acınası; zavallı ve insafsız! Yakın bir geçmişi günümüzde değerlendirmek isteyenler için, üniversite ile mahkeme arasında olup bitenleri anlayabilmek için, ustalıkla ve görgü tanığı olarak yazılan bir kitabın hazin öyküsü.”

  Güven Serin 





 




  

13 Ocak 2014 Pazartesi

KORKU ve UTANMA


Kamera; Yunus  Ganoslar-Tekirdağ

bilgeliğe inanmam
hiç bilge görmedim
bilge olarak
kendimi icat ettim
kimsesizler mezarlığı da
dolu ağzına kadar
karşı çığlıkların
ayyuka çıktığı oradan
toprak altından
kendimi icat ettim
sokaklarda yürüyen biri
ne diyordu herakleitos zibidisi
bir insan çok iyi ise bin kişidir
inanayım mı
ben de bin kişi miyim

 Leyla Erbil-Saygı,özlem ile...

KORKU ve UTANMA

  Daha doğar doğmaz korkular ile tanışırız. İlerleyen zamanlarda bilinçaltımıza ekilen en önemli tohumlardan birisi de utanma, oldu. Korku ve Utanma yaşamın ilk yıllarında ekildi mi bir daha kökünü kazımak mümkün olmuyor. O yüzdendir ki doğru dürüst konuşamamanın, anlaşamamanın ülke insanlarıyız; şüphelerin, büyük öfkelerin veya inanılmaz pişkinlikler in, suskunlukların yaşamlarını sürüyoruz.

 Günümüzün insanları çocuk yetiştirme yönünden bir parça yol aldılar gibi görünse de bir arpa boyu yola benziyor. Genç bir erkek veya kadınla karşılaştığımızda, ya; utanmanın en yüksek gösterisini yapıyor; ya da pervasızlığın zirve yapmış halini…

 Şüphesiz, yaşam deneyimlerle, kendi kendimize güvenme, anlam ve değer kazanacaktır. Erasmus bu konuda oldukça iyi irdeleme yapan filozoflardan birisidir. Bu yüzden biricik kitabı Deliliğe Övgü defalarca okunup, okunduktan sonra süzülen her damlayı pratik yaşama hediye etmeliyiz; yaşımız ne olursa olsun, hangi korkular, utanmalarla donatılmış olursak olalım…

 Erasmus Deliliğe Övgü Kitabında belki de yaşamı bir parça daha önemli kılma adına, detaylardan büyük eserler yaratma adına sesleniyor;

  “ Kudretimle ustalığımı övdükten sonra, ihtiyatlığımı övmeye koyulursam ne dersiniz? Bana, ‘iyi diyeceksiniz, ihtiyatın delilikle birleşebileceğini kanıtlamak, suyun ateşle karışabileceğini kanıtlamaktır.’ Fakat beni şimdiye kadar dinlediğiniz kadar dikkatle dinlerseniz, bunu da başarabileceğimi umuyorum. İlk önce, ihtiyat deneyimden ibaretse, ihtiyatlı gibi şanslı bir unvana kim daha layıktır; korku ya da utanma yüzünden hiçbir şeye teşebbüs edemeyen bilge mi, yoksa utanma olmadığından tehlikeyi de hiçbir zaman görmediğinden, aklından geçeni pervasızca yapan deli mi?

  Burnu daima eskilerin kitaplarına yapışık bulunan bilge, ancak ustalıkla bir araya getirilmiş boş kelimeler öğrenir; bana öyle geliyor ki, deli, tersine, talihin bütün heveslerine maruz olduğundan, başarısızlığın ortasında gerçek ihtiyatkârlığı öğrenir. Homeros, her ne kadar kör idiyse şu sözü söylemekle, bunu pekiyi gördüğünü anlatmıştır: ‘ deli kendi zararına olarak, bilge olmayı öğrenir.’ Zira eşyayı insanın iyice tanımasına engel olan özellikle iki şey vardır; biri, insanın ruhu önüne perde çeken UTANMA, öteki, tehlikeyi gösteren ve büyük eylemler yapmasına engel olan KORKU. Oysa delilik bizi bu iki şeyden mükemmel surette kurtarır. Utanma ve korkudan kesin olarak vazgeçmiş olanların kendilerine ne kadar çok fayda sağladıklarını hisseden pek az kimse vardır.

  Belki her şey hakkında doğru bir fikir edinmekten ibaret olan bu ihtiyatlığı tercih edecek kimseler bulunacaktır; fakat çok rica ederim, dinleyiniz, insanın bu erdeme tam olarak sahip olduğuna inandığı zaman bile ondan ne kadar uzak olduğunu göreceksiniz.

  Belki diyeceksiniz ki, fikrimi burada fazla filozofça anlatıyorum; pekâlâ; şimdi sizinle daha açık konuşacağım.

  Bir krala, pek zengin ve pek kudretli bir ölümlü gözüyle kim bakmaz? Ama onun ruhu itibara layık hiçbir sıfatla süslü değilse, sahip olduğu şeylerden memnun değilse, o gerçekten pek fakir değil midir? “

  Görünen o ki, daha aile içinde başlayacak öz güven ve yaşam pratikleri; bir hayvanın yavrusuna gösterdiği gibi, sabır, şefkat ve öğretilerle, deneylerle dolu olmalıdır. Korkuların, utanmaları, yasakların çocukları, muhteşem dünyanın köleleri olacaklardır; unvanları ne olursa olsun…

  Korkuyu ve utanmayı yenmek için “deli” olmak zorunda değiliz. Aklın, öğretilere, deneyimlere ihtiyacı vardır. Deneyimler, kayıpları da getirse, hüzünleri de doğursa; bize sunacağı harika bir şey var; YAŞAM… Özümseyerek ortaya çıkmış yaşamın hiçbir unvana boyun eğmeyeceğini, hiçbir zenginliğin kölesi kalmayacağı görülecektir işte…

  Güven Serin 





11 Ocak 2014 Cumartesi

PATRON MUTLU SON İSTİYOR


Kamera; Güven   Kayseri Yakınları; gidenlerin türküsü


PATRON MUTLU SON İSTİYOR

 Teknoloji ile birlikte sinemada kendi değişimini yaşıyor. Aksiyonu bol olan filmlerde sıra dışı sahneleri bile gerçekmişçesine izleyip o anın muhteşem duygularıyla seyir keyfine ve hayal dünyasına inanılmaz şeyler ekliyorsunuz.

  Patron Mutlu Son İstiyor filmi iyi bir oyuncu kadrosuyla buluşmuş. Filmin çekim yeri Kapadokya-Ürküp, ülkemizin paha biçilmez yerlerinden birisi; o yüzden, bu filmde görsellik senaryonun da ötesine geçmiş.

  Ezgi Mola, oyunculuk dersi veriyor sanki film ile filmdeki karakterle o kadar bütünleşmiş ki; senaryonun zayıf oluşu, esprilerin bayat hali bile yeniden tazelik gösterisi yapıyor. Kelebeğin Rüyası filminden sonra bir Yılmaz Erdoğan filmine heyecan içinde gittim. Elbette aynı heyecanla çıkmasam da, geçirdiğim zamana, Ürgüp’ün nadide güzelliklerine bir kez daha kapıldım.

  Sinema, birkaç saat içinde düşleri sese, görüntüye, eyleme çeviren inanılmaz bir sanat. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, iyi bir konu, oyuncu kadrosu, oyuncuların sanat yetenekleri, müzik ve filmin çekildiği yer çok çok önem taşıyor.

  Kelebeğin Rüyası filmi, Yılmaz Erdoğan'ın yazıp yönettiği bir filmdi. Konusu dram olmasına rağmen, geçmiş ile bugün arasında kurduğu edebi köprü, film sahnelerinin çekildiği yerlerin güzelliği, oyuncuların yüksek başarısı, yıllarca unutulmayacak film hatırası; geçmiş ile bugün arasında güzel bir tokalaşma-sarılma yaşamama neden oldu.

 Patron Mutlu Son İstiyor filminin senaryosu Yılmaz Erdoğan'a ait olsa da, yapımcısı Necati Akpınar. Oyuncu kadrosuna bakınca kendi alanlarında hepsi başarılı oyuncular.Ezgi Mola, Ersin Korkut, Mustafa Uzunyılmaz, Erkan Can, Murat Başoğlu veTolga Çevik; yaptığı işe kendini veren tanınmış yüzler.

  Sinemaya olan inancım ve sinemanın geçmiş ile günümüz arasında kurduğu birliktelik kendimi bildim bileli ilgimi çekti. 1970 yıllarda köyümüzün sineması ve bu sinemayı işleten Hüseyin Beye şükranımı ifade etmeden geçemeyeceğim.

 Şehrimizin biten gece hayatına karşı açılan sinema salonları kendi direnişini yapıyor. Bu direnişe ben ve dostlarım da katkı yapıyor; İlyas Bey, Nazır Öğretmen kırmızı koltuklara yaslanarak bir çocuk heyecan içinde film arkadaşlığı yaptılar. Gazozu muz eksik olmasına rağmen, fındık-fıstığımız eskileri hatırlattı.

  Patron Mutlu Son İstiyor filmi, komedi çeşidine girse de, altınıza işeyecek kadar gülümseme yaşayamayacaksınız. Burada, kendini tekrarlayan ve Amerikan sinemasının büyük etkisi altında kalmış yönetmen ve senarist bir hayal kırıklığı yaşatsa da, filmin oyuncuları; özellikle Ezgi Mola, Eylül karakteriyle dokunulmamış, keşfedilmemiş güzellikleri bir yel esintisiyle huzurunuza taşıyacak;

 Seyrin keyfine, sinemanın hiç bitmeyecek yol alışına siz de tanıklık edip, katkıda bulunun; harcayacağınız her türlü emek, diğer emeklere katkı kadar, kendi iç dünyanıza da harika bir besin olacaktır; ses, görsellik, diyaloglar ve düşlerin esintileri…

 Güven Serin


8 Ocak 2014 Çarşamba

BASUR VE KABIZLIĞINIZ VARSA!





BASUR ve KABIZLIĞINIZ VARSA

  Eczanenin camına yapıştırılmış reklâm insanoğlunun bitmeyen dertlerinden iki tanesi için çözüm yolu sunuyor;

Basur unuz; kabızsınız varsa, sorununuz vardır demek! “

 Basur ve kabızlık bugünkü tıbbın en kolay çözdüğü sorunlardan iki tanesi! Sadece derdinizi anlatma erdemine sahip olup doktorunuza herhangi çekince ve utanma duymadan bu işi anlatın; gerisi, merhemlere, ilaçlara kalmış…

 Asıl anlatacağım hikaye, yaşamın taptaze kokularıyla ve günlük hayatın bayatlamış yaşamlarına bir nebze gülümseme, hatırlatma düşüncesi adınadır.

  Akşam karanlığı henüz çökmüştü günün üstüne. Soğuktu gün; insanı, insanlığı ve diğer canlıları hissedecek kadar soğuk. Bir korna sesi ve yanıma yanaşan aracın açılan kapısı;

9 no.lu sağlık ocağı nerede biliyor musunuz; onun yanındaki nöbetçi eczaneyi arıyoruz.
—Burası 1 no.lu sağlık ocağı; aynı zamanda Orta Cami Mahallesi; 9 no.lu sağlık ocağını bilmiyorum.
 
 Aracından inmeye üşenen araç şoförü ve aracın içindeki kadın, çocuklar doğru cevabı alamayışın hüznü içinde bana (ne biçim adamsın bir adresi bile bilemiyorsun) düşüncesi içinde baktılar.

  Elli metre ötede duran eczaneyi gösterdim; onun camında nöbetçi eczanenin yazdığını söyleyince; araç içindeki insanlar;

 “ Adres yazmıyor; sadece 9 no.lu sağlık ocağının yanında, diyor!”

 Bilmediğim adresi; “bilmiyorum” demenin huzuru içinde gecenin içinde, garip şehrimin sessiz sokaklarında ilerledim. Halkın, özellikle orta yaşlı insanların gidip gönlünce dinlence yaşayıp, keyif içinde müzik dinleyip, kitap okuyacağı yerlerin olmayışını bir kez daha gecenin soğuğu ile irdeledim.

 Adres sorulduğunda birçok defa bilmediği halde yanlış yere yönlendiren insanları eleştirdiğim, artık aynı hatayı yapmaktan korktuğum için, “bilmiyorum” sözcüğüne kutsal bir düşünceye sarılır gibi sarılıyorum.

  Nöbetçi eczanenin adresini arayanlar muhtemelen sora sora Bağdat’ı bile bulmuşlardır. Gece bitiminde eve dönerken aklımda 9 no.lu sağlık ocağı ve yanındaki eczanenin nerede olduğu ve arayanların baktıkları yerde niye adresi göremedikleri vardı. Karşılaştığım ilk eczanenin camına baktım. Camında o geceki nöbetçi eczanelerin adresi, krokisi bütün açıklığı ile gözüküyordu; 9 no.lu sağlık ocağı ve yanındaki eczane Yavuz Mah. Çeşme Sokak üzerindeydi.

 Bu bilgiden sonra şaşkınlığım ve merakım daha da arttı. Evin yakınlarına gelince bana 9 no.lu sağlık ocağının yerini sordukları yere gelince orada bulunan kapalı eczaneni camındaki nöbetçi eczane tabelasına baktım. İnanılmaz bir görüntü; sadece 9 no.lu sağlık ocağı yanı görünüyor; geri kalan adres bölümü ise Basur ve Kabızlık sorunu için tanıtım reklâm afişiyle örtülmüştü;

 Basur unuz, kabızlığınız var mı? O zaman eczanemize uğrayın!

 İki saat içinde ve biraz merak, biraz bilgilenme ile Basur, kabızlık ve işin esas özünü öğrenme insana küçük bir ödül gibi geliyor. İki saat önce adresi bulamayan, yanlış yerde arayan insanlara ne gözle bakmıştım; meğerse baktıkları yerde adres bulamayınca telaş ve panikle başka eczane camına bakmak bile akıllarına gelmemiş insanlar sadece 9 no.lu sağlık ocağı aramaktaydılar.

 Sakinlik, merak ve irdeleme; aydınlığın, huzurun sevdiği şeyler; kaybetme ve yüzleşme yaşansa bile…

   Güven Serin  


2 Ocak 2014 Perşembe

BEKLEME SANATI


Kamera; Güven   Ganoslar Tekirdağ



BEKLEMEK SANATI

  Bilinen o ki, sıkıntılı bir milletiz, heyecanı bol, acelesi çok alan yaşam biçimlerine adanmış sanırız! Hâlbuki trafikte korna çalmaktan tutun da, herhangi bir yerde sıra için kavga edenlerin çoğu, soylu öfkelerinin kurbanları olurlar; söz bir kez ağızdan çıkınca, geri adım atmayan bir sürü delikanlı vardır; güya, geri adım atmak erkek adamın işi değildir…

 İyi kitap nedir diye soracak olanlara, tekrar tekrar okunan kitaptır diye cevap verebiliriz. İyi bir makale de, tekrar okunmak ister; özlenir. Müvit Osmay’ın Beklemek Sanatı ile ilgili makalesini tekrar tekrar okumaktan öde paylaşmayı da borç biliyorum;

“ Ünlü Alman şairi Schiller der ki,
Dünya ihtiyarlar, sonra gene gençleşir, insan daima daha iyiyi ümit eder.’

  İnsan hayatı devamlı beklemedir, bize daima daha iyiyi ümit ettiren bir bekleme. Çocukken genç olmamızı bekleriz. Akşam olur ertesi günü bekleriz. Hasta oluruz, iyi olmayı bekleriz. Canımız sıkılır, mutsuzluk içindeyiz, gelecek mutlu günleri bekleriz. Kış soğuk geçer, ilkbaharı bekleriz. Yaz kurak olur, yağmuru sonbaharı bekleriz.

  Sevdiğimiz birinin gelmesini bekleriz, aynı zamanda sevmediğimiz birinin de gitmesini.

  Genellikle istasyona kan ter içinde koşan ve orada trenin kalkmasını saatlerce bekleyen insanlara benzeriz. Boş yere yorulur, acele ve telaş gösteririz, bütün heyecanımız yollarda geçer. Kervansaraya vardığımız zaman dinlenemeyecek kadar yorgun, düşünemeyecek kadar bitkin ve etrafımızdan zevk almayacak kadar bıkkınız.

  Neden, çünkü beklemek denilen o güç sanatı bilmiyoruz. Hâlbuki beklemek bir ümidin ifadesidir ve bizi insanların, yaşamak için, yaşamaktan zevk alabilmek için, bekleyecek bir şeye ihtiyacımız vardır.

 Yabancı bir şehirde yapayalnız kalanlar, ‘ Keşke bir dostum olsaydı da, onu boş yere bekleseydim!’ hissini çok defa duymuşlardır. Çünkü bu boş yere beklemekte de bir ümit vardır ve bu o sıkıcı yalnızlık içinde belki en parlak ümitlerden bile daha parlak ve ısıtıcıdır.

  Beklemek tabii bir kanundur. Her şey bir zamana bağlıdır. Toprağa ekilen her tohumun bir gelişme süreci vardır. Baharda çiçek açmadan hiçbir ağaç meyve vermez.

 Beklemesini bilmek işi bir sanat, bir kültür ve sonunda bir eğitim konusudur. Çocuklar beklemek kavramını anlayamazlar, huysuzlanır, ağlar ve bağırırlar. Ancak zamanla her yemeğin bir pişme sürecine ihtiyaç gösterdiğini, babanın güneş batarken ancak eve geleceğini öğrenirler.

  Bu bekleme, sabır ve tevekkül tavsiye eden şark felsefesinin, batının akılcı ve realist görüşü tarafından süzülmesinden sonra gelen bir sanattır.”

  Beklemenin, beklerken sabırsızlıklarımızın bize verdiği zararı ölçecek bir alet olsa, sanırım çoğu zaman patlayacak noktaya gelir. Çünkü sabırsızlığımızı her alanda gelenekselleştirmiş iz. Bunu kadın erkek ilişkilerinde de, yola çıktığımız zaman araç kullanan şoförlerin davranışlarında da, herhangi bir kuyruğa girince birbirimize karşı bakışlarımızda, konuşmalarımızda, tahammülsüzlüklerimizde de görmek mümkündür.

  Görmüş olduğum bir fotoğraf alt beynime kazınmış durumda. Japonya ile Türkiye’de çekilmiş iki fotoğraf yan yana getirilmiş. Fotoğrafın çekildiği yer bir tramvay vagonu. Japonya’da ki fotoğrafta insanlar yolculuk yaparken, gönül rahatlığı ve huzur içinde kitaplarını okuyorlar. İsterlerse gittikleri yer on dakika uzaklıkta olsun. Türkiye’de ki tramvay vagonunda çekilen fotoğrafta ise insanlar birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar; hatta bu bakışlar birbirlerini rahatsız edecek noktaya geliyor.

 Sanırım her milletin bir yoğurt yeme biçime var. Elbette bire bir kopya yaşamlar olması da mümkün değil. Ama insan denen canlının alacağı huzurlu yolda, uğraşlar varsa, doldurulmuş zamanlar, birikimler varsa işte o zaman beklemeler de bir anlama, bir güzelliğe dönüşüyor. O zaman trafikte önümüzdeki araç durur durmaz kornayı son sese kadar basmaz, selam vereceğiz diye her tanıdığa havalı kornanın yüksek volümünü dinlet meyiz.

 Nezaketin bekleme sanatı ile yakından ilgisi vardır; denemekte yarar var; diğer insanların haklarına göstereceğimiz saygı, enayilik değildir; gerektiğinde hakkımızı da aramanın yolları, mevcuttur. Nezaket, en güzel aklın ürünü, silahsız kanun gibidir

 Güven Serin