31 Aralık 2013 Salı

ELEŞTİRİLERİMİZİ KAHKAHALAR İLE YAPMALIYIZ


Kamera; Güven Alipaşa Han - Eminönü

Yaşamdan Mektuplar


ELEŞTİRİLERİMİZİ KAHKALARLA YAPMALIYIZ

 Çınar Oskay köşesinden onun için şöyle sesleniyor;

Kimse neden bahsettiğini tam olarak anlamasa da Slavoj Sizek dünyanın en ünlü filozofu. Ona ‘felsefenin rock starı’ diyorlar.

  Dehayla delilik arasında gidip gelen bir hiperaktif, gördüğüm en süratli düşünen insan ve müthiş sevimli bir karakter.”

  Sadece geçmişin filozoflarına inanıp onları tekrar etmekten sıkılan, onlara nazikçe teşekkür eden insanların kendi ve dünya diline kazandırdığı yeni, yepyeni kelimeler-cümleler, bazen ruhumuzu büyük bir neşe, samimiyet içinde kucaklıyor.

  Slavoj Sizek böyle insanlardan birisi. Bu insanlar, kendi ülke sınırlarından taşar ve dünyanın tümüne ait olur. Tıpkı samimi bir dille yazılmış, evrensel yasalara ayak uydurmuş bir şiirin insandan insana, kültürden kültüre geçiş yapması gibi.

 Bir süreliğine İstanbul’a gelen Slavoj Sizek ile küçük bir röportaj yapan Çınar Oskay şöyle bir soru yöneltiyor;

“ Bizim Taksim’deki gösterilerde nereden geldiği belli olmayan müthiş bir mizah çıktı. Kimse inanamadı.”

  Sizek, gülümseyerek yorum yapıyor;

“ Bu harika. Neden biliyor musun? Sinik, müstehcen, kirli otoriteye ancak böyle cevap verilir. Ve kendini çok ciddiye alan eski, sıkıcı solu izlememeliyiz.”

 Sanatçılar ve filozoflar siyasetten anlamaz; yorumları, algılarımızı titretecek kadar gerçektir. Alışılmış uyurgezer düşünceyi, silik, ezik bedenleri elektrik çarpmış gibi, uzunca titretir.

 Çınar Oskay bir soru daha yöneltiyor Sizek’e;

Gazetecilerden nefret ettiğinizi duydum…”

 Slavoj Sizek, Çınar Oskay’ın gözlerinin içine bakarak, kin ve nefretten arınmış, evreni algılayan huzurlu bedeniyle tekrar ses veriyor;

 “ Hayır, kendini çok ciddiye alan entelektüellerden nefret ederim. Bosna’da neyi keşfettim biliyor musun? Bir şairin onaylamadığı diktatörlük, soykırım yoktur.

  İşte protestolarımızı böyle, kahkahalarla yapmalıyız! Sana süper bir örnek vereyim… Saraybosna kuşatma altındayken kabareler patladı. Sırplar şehri kuşatmış, elektrik ve gaz sürekli kesiliyordu. Garip bir şaka vardı;

 ‘ Auschwitz ile Saraybosna arasındaki fark nedir? Auschwitz’te en azından gaz hiç kesilmiyordu…Olay budur! Bu kadar umutsuz bir durumda bile kurbanı oynamadılar. Kadınlar açlıktan ölmek üzereyken bile sokağa çıkarken ruj sürdüler. Bu yüzden gelip onlara gıda yardımı yapanlardan nefret ettim. Birleşmiş Milletler sadece hava alanını kontrol altına aldı. Karadzic, ‘bir tabur asker ile kuşatmayı yarabilirlerdi’ dedi. Batı bunu neden yapmadı? Ah, zavallı Bosna, keskin nişancılar herkesi öldürüyor, dedikçe sapıkça bir zevk alıyorlardı.”

Siyasetten, ticaretten arınmış doğal konuşmalar; kendi çağının eğrileri ile doğrularını iyi tahlil etmiş sanatçılar, filozoflar tarafından iyi anlatılır ve halkı tarafından da anlaşılır ise, her gün alkış ve nefretlerle eleştirdiğimiz siyasetçiler de bir sanatçıya dönüşür; halkının gündüzünü de, gecesini de iyi düşünür ve iyi anlar; yokluğu da, varlığı da; girdabı da, huzuru da; öyle çıkar, öyle konuşur, ahkam kesmeden!

 Güven Serin 





  

26 Aralık 2013 Perşembe

YAŞAM ve TEVEKKÜL


Kamera; İlyas  Bedesten-Tekirdağ

Selçuk Bey yenilgiyi soylu bir mazerete,
şans senden yana, sözüne bıraktı;
de diyelim,tavlada yenilenin söylediği
güzel sözlerdir..

YAŞAM ve TEVEKKÜL

Gazete başlıklarına, televizyon haberlerine kulak verdiğimizde ; “İzmir’de Facia”, “ 10 can daha gitti!”, “ Karşıyaka’da hazin tören” Bunun gibi bir sürü haber; hepsi, insanın en hakiki, en asil vicdanına sesleniyor. Bu seslenişler, bu törenler bizlerin önlem alması için bir çare midir? Sanmam; bildim bileli böyle değil mi?

  Rüşvetin kol gezdiği, umarsızlığın tevekkül ile karıştırıldığı bu diyarda, binlerce can gitti. Binlerce haber okumadık mı “vahşet, korkunç kaza, bu kadar da olur mu?” sorgulamaları yapılmadı mı?

 Tevekkül, Allaha teslim olmak, güvenmek, dayanmak, bağlanmak; dini anlamı budur. Bu anlamı aklın, bilimin ışığında yorumlayanlar ise şöyle devam ediyor;

“ Evrendeki olaylar bir düzen ve yasalar çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içinde olmaktadır. İnsanlar akıl ve iradeleriyle bu sebepleri bulabilirler.”

 Hatırlayınız lütfen; daha düne kadar kamyon kazaları en öndeydi. Neden? Haddinden fazla yük almış kamyonların hemen hemen hepsinde şu yazı vardı; “ Allah Korusun” Hâlbuki yaratıcının akıl ile donatılmış, bilgi ve bilim ile güçlenmiş kulları şunları da biliyor; bir kamyonun taşıyacağı yük ve bakım zamanları vardır. Bunlar aşılırsa her an felaket olabilir.”

 İzmir’de denize indirilmek istenirken, TC. Değirmendere isimli römorkör yan yatma sebebiyle 8 asker ve 2 işçi öldüler. Elbet bu ölümlere şehitlik rütbesi ve onurlandırıcı törenler yapıldı. Ya sonra? Hiç bitmeyecek pişkinlikler, sorumsuzluklar, zamansız ölümler, hangi rütbe ve tören ile yerine getirile bilinir?

  Van Loon Tevekkülü önemseyip, yaşamın huzuru, insanın geleceği hatırına bilimi de ön planda tutan İsviçre yaşamından bir örnek aktarıyor;

İsviçre, her bakımdan saat gibi çalışan bir işletme. İnsanlığın Vatanı… İsviçre’de bulunan Simplon demiryolu hattının geçtiği Waliser Alpleri en önemli dağ zincirlerinden birini teşkil eder. Bu dar yerde 21 kadar 4000 metre ve daha fazla yükseklikte tepe vardır. Buradaki vahşi dağ ırmakları 140 buzul tarafından beslenir. Demir yolu köprülerini alıp götürecek kadar güçlü ırmaklar olduğu halde şimdiye kadar hiçbir facia yaşanmadı. Bu da gösteriyor ki, İsviçre demir yolu çalışanları ne büyük sadakat ve disiplin içinde çalıştıkları ortadadır.

  Uygarlığı hep üst seviyeye taşıyan memleketleri incelediğimizde bunun gibi binlerce ibretsel olay, iş ahlakı, neredeyse sanatsal gösteriye dönüşmüşçesine bir saat gibi tıkır tıkır işler. Ve bizler de imrenmekten öte karışık duygular ile bir yüceltir, bir suçlar; karmakarışık hastalıklarla, kâbuslara, ölüm törenleriyle boğuşup dururuz…

  Van Loon sözünü şöyle bitiriyor;

“ Hayat tevekkül, her şeyi kadere bırakma ve adam sende felsefesine göre yaşamak için çok tehlikelidir”

 Bizler tehlikeyi, törenleri, ağıtları, gözyaşlarını seviyoruz galiba; yoksa değiştirme zamanı çoktan geldi de geçti; Cumhuriyet bunun için doğdu; bir millet bunun için küllerinden çıkıverdi; daha ne yapmalı uyanmak için; kaç ölüm, kaç ağıt…

  Güven Serin 

25 Aralık 2013 Çarşamba

TABANLARI YAĞLAYIP KAÇMANIN KEYFİ


Kamera; Güven Koç Müzesi
Tarih,yaşanmış zamanlardır; tarihi, geçmişi masallarda,
şiirlerde, hikayelerde bir de müzelerde buluruz;
geçmişin demir seslerini, alnı ter içinde olan bir yudum
ekmeğe, suya minnet eden insanları...

TABANLARI YAĞLAYIP KAÇMANIN KEYFİ

  Dostluk, komşuluk, insaniyet adına binlerce, milyonlarca söz, hikaye vardır. Ama her çağda, yazılan hikayelerin tarafları ve oluşumları da zamanın şartlarına göre farklılıklar gösterir. Geçmiş zamanların At, Avrat, Silahı, şimdi sadece silaha dönüştü. Ne At’ın, ne de avradın bir anlamı kaldı. Kala kala en büyük güç, silah kaldı. Gelişmekte olan ülkelerden tutun da, gelişmekte olan ve gelişmemiş olanlara kadar silahlanma, silah taşıyanların gücü, hoyratlıkları, döktükleri kan, aldıkları canların haddi hesabı yoktur.

 Alman şairi Schiller’in “Kefalet” adlı şiiri, dostluk üzerine bir hikayeyi anlatır;

“ Eski Yunanistan'daki zalim bir kralı öldürmek üzere başkente gelen bir fedai, kralın muhafızları tarafından yakalanır. Suçunu itiraf eder ve idama mahkûm olur. Bunun üzerine krala yalvararak ondan kız kardeşini evlendirmek üzere cezasının üç gün geri bırakılmasını rica eder. Kral güler, peki ya gelmezsen!

  Onun arkasında duran bir delikanlı hemen atılır, o zaman, der, onun yerine beni asarsınız. Bu fedainin en yakın dostudur. Kral, bu işi eğlenceli bulur, nasıl olsa suçluyu da yakalatacağını ümit ederek onu salıverir.

  Üçüncü günün akşamı olmuştur. Güneş batmak üzeredir. Halk büyük meydanda toplanmıştır, suçluya kefil olan gencin idam sehpasına çıkmasını seyretmeye hazırlanıyorlar.

  Tam bu sırada sellerin, taşan nehirlerin, haydutların arasından bin türlü güçlüklerle ve tehlikeleri atlatarak gelen fedai şehrin kapısında görünür ve yüksek sesle bağırır; “ Durun asmayın, ben geldim.” Evet, o gelmiştir. Bir an içinde kralın gözleri dolar, sadakat ve dostluk boş şeyler değilmiş, der, onu affeder ve şiir kralın şu sözleriyle son bulur:

Anladım ki sadakat ve vefa boş şeyler değilmiş
Lütfen beni de aranıza alın,
Sizin üçüncü dostunuz olayım.”

 Bugünün hızlı ve hijyenik aynı zamanda kurnaz yaşamına ne kadar uzak görünüyor bu hikaye değil mi dostlarım! Bugünün insanlığı uzay çağına hazırlanıyor; bencillik, hazırcılık, ukalalık üst sınırları zorluyorken, böyle bir durumda en yakın arkadaşımız idama yollansa, bizim yapacağımız şey tabanları yağlamak olmaz mı? Elbet, sözüm meclisten dışadır; ama gün bugündür; kaçma, çalma, unutma günü…

 Unutmadığım bir tek şey varsa, değişen zamanlar, değişen insan tipleri ve yaşam biçimleri, esas insaniyeti daha da pahalı ve nadide hale getirdiğidir. Dostluklar, arkadaşlıklar, insanlığın sevgi ile dolup taştığını anlatan hikayeler uzak da görünse; hep aranacak, hep özlenecektir; hele hele daha da nadide hale geldikçe, daha bir hayal edilecektir.

  Güven Serin 

24 Aralık 2013 Salı

KÖK


Kamera; Güven    Kaş

Yaşama sanatı, bütün sanatlara katkı yapar
                                     Bertolt Brecht

Tercihlere inanmış insanları sevdim ben;kaybetmenin de,
kazanmanın da, var oluşun da, yok oluşun da tercihlerine..
KÖK

  Sonbahar Kış’a ağır ağır süzülürken soğuk günlerde başladı. Trakya’nın meşhur kuru soğukları, kuzey rüzgârıyla insan bedenini büyük sınaması son yıllarda biraz olsun azaldıysa da yeniden kendini hatırlatıyor.

 Kuzey rüzgârının muhteşem sınaması sadece insanı değil ağaçları, bitkileri, kuşları; tüm canlıları kendi içinde önlem almaya iter. Soğuğa duyarlı hayvanlar, böcekler toprağın sıcak koynuna çekilirler. Çiçekler muhteşem bir gizlenme ustasıdırlar; tohumlarını uygun bir yer bulup baharı beklemeye başlarlar. Ağaçlar üzerlerindeki elbiseleri tekrar toprağa; büyük dönüşümün içine bırakırlar.

  Metin ile birlikte öğle yemeğinden sonra bedesten çay bahçesine; Ahmet Ağabeyin yerine gittik. İğdeler yapraklarını çoktan dökmüşler. Şimdi olanca utanmazlıklarıyla çıplak ve suskunlar; ne rüzgârda sallanan yaprakların narin sesi, ne de o davetkâr kokular… Ceviz ağacı ve diğerleri de öyle…

  Yapraklarını dökmeyen çam ağacı, serçelerin sığınma yeri. Küçük çam ağacının hemen altına hayvan severler tarafından dökülen sarı buğday taneleri, serçelerin en sevdiği yiyeceklerden. Ürkek serçeler aç midelerini aceleyle doldurmaya çalışıyorlar. Topluluk halinde aşağıya iniyor, en ufak bir ses onları tedirgin ediyor; yine topluluk halinde küçük çam ağacına konuyorlar.

 Metin ile öğle yemeği yedikten sonra geleneksel hale gelmiş olan çay bahçesi molası, çay ve sohbet eşliğinde o küçük toprak parçasına tutunmuş 8–10 ağaç bile içimizdeki orman, doğa aşkını alevlendirmeye yetiyor. Beton ormanları içine sıkıştırdığımız, mimari ve mühendislik olarak inanılmaz özürlü hale getirdiğimiz Tekirdağ’ımız sessizce ve iç çekerek büyük kurtarıcısını bekliyor gibi…

 Çaylarımızı yudumlarken Metin’e ağaçların, kuşların birbiriyle uyumundan; tabiatın o muhteşem döngüsü olan geçiş zamanlarından söz ettim. Metin de manalı ve huzurlu bakışıyla kuşları, ağaçları seyrediyordu. Saksağan, serçelerin beslenme telaşına aldırış etmeden kendi uğraşını veriyor; iğdenin çıplak bedenine tırmanmış; belki de kabuğun altına sığınmış kurtçukları arıyordur.

 Metin, bütün duyarlılığı çay demi gibi demlenmiş olarak seslendi bana;

  şu küçük ağaçlarda ne görüyorsun?Yaşamın kendisini görüyorum, dedim. “ başka !” dedi… Ve sonra içindeki sessizliği sese, felsefeye ve insan aklıyla tutunduğu esas doğruya çevirdi;

Dostum, ben bu ağaçların esas görünmeyen tarafını, köklerini düşünüyorum. Ağaçlar sert rüzgârlara, yağmurlara, yaşamın diğer etkilerine karşı ilk önce köklerini sağlamlaştırırlar. Kök, ne kadar sağlam olursa, ağacın yaşım o kadar uzun ve görkemli olur.

 Elbette, ağacın uzun yaşamı ve görkemli duruşu için cinsi de önemlidir. Metin’in içten felsefesi ise toprağın ve ağacın birbirini benimsemesi ve uzun yıllar taşıyacağı bedenini bütün doğal koşullara karşı korumak için toprağın altına sımsıkı salacağı, perçinleyeceği kökler önemi üzerine düşünmemi sağladı.

 Ahmet Ağabeyin hazırladığı ikinci çayları yudumlarken, küçük koruluk gibi gördüğümüz ağaçlar ve beslenme telaşı içindeki serçelerin küçük bedenleriyle uçup konmaları Metini de kendi huzurlu konuşmasıyla ödüllendirdi. Metin, ağaçların köklerine bakışını anlattıktan sonra, konuşmasına insan ile devam etti;

  Ben, ağaçların köklerini insanlara benzetiyorum. İnsan da yaşamı içinde ilk önce köklerine önem vermek zorunda!”

Nasıl kökleri?

Metin, sabırla, hepimizin bildiği ama düşünmediği felsefesine devam etti;

“ İnsan, kendine ne kadar yatırım yaparsa ilerleyen zamanlarda o kadar huzurlu olur. Yani, mide beslenmesinin yanında ruhsal beslenmesine; bilgi, felsefe, sanat ile doyurucu beslenmeler yaparsa, ilerleyen yaşlarında tıpkı güçlü bir ağaç gibi; ne kadar sert rüzgârlar çıkarsa çıksın güçlü olur; dayanmasını bilir.

 Metin’in konuşmalarını içtenlikle dinledim. Dinlerken de ağaçların kökleriyle insanın kökleri arasındaki tünele girdim; insan, bir mucizenin en akıllı ve duyarlı canlısı; bilginin, görgünün, felsefenin inancı ile ne kadar beslenirse o kadar huzurlu, hoşgörülü ve yardımsever oluyor; bu düşüncelerle yudumladım son yudum çayımı…

   Güven Serin 










21 Aralık 2013 Cumartesi

İYİ KAYBEDİCİLER


Karaoğlan Parkı-Çitlembik Ağacı-Antalya

Uzun bir hikayesi var bu ağacın ve vefalı dostluğu;
yükseklerden bakar Akdeniz'e, Toroslar'a, Tahtalı,
Olimpos Dağlarına

İYİ KAYBEDİCİLER

  Spor terimleri arasında İngilizce iki kelime vardır. Birincisi “ Fair play”, ikincisi ise “ Good loser”. Birinci “ dürüst oyun” ikinci ise “ iyi kaybedici” demek. Yani yenilme sanatına giden yolculuğun bu iki kelimeye uğramadan ve anlamadan, özümsemeden gerçekleşmeyeceğini de anlatır.

  Göçer toplumların büyük heyecanı, yüksek merhameti yüzyıllardır üst üste kendi kültürünü oluştursa da, kaybetmenin, iyi kaybedici olmanın sanatı tam olarak anlaşılmış sayılmaz. İyi Kaybedici, sanatı aynı zamanda iyi kentli olma, uygar dünyanın üstlerinde yer alma ile anlaşılır; kısacası, ilim, felsefe ve sanat gerektirir.

  Napoleon’un İngilizler için söylediği söz; tarihin altın sayfalarında bugün dahi anlaşılmayı, iyi irdelenmeyi bekliyor; “ Onlar bütün muharebeleri kaybeder, fakat harbi daima kazanırlar.”

 Dünya siyasetinde masa başında ve savaş alanlarında kaybettiklerimiz yüksek gururların, büyük öfkelerin o ağır sislerini aralama  olabilseydi; kaybetme kültürüne, tarihin erdemli mesajlarına biraz daha içten davrana bilseydik, masa başında kazanmayı da anlardık; tavla oynamadan aldığımız zevki, satranç oynamaktan da alırdık…

 Bu konuda epey emek harcamış Müvit Osmay’ın da söyleyeceği bir şeyler var;

 “ Zaman, insanlara her zaman ve her yerde söylenecek en iyi sözü söylemesini bilen tarihin bu en büyük aktörünün, haklı olduğunu göstermiştir.

 Futboldan başlayarak bütün takım halinde oynanan oyunları gözden geçirirsek birçoğunun doğum yerinin İngiltere olduğunu görecek ve Napoleon’un sözündeki gerçeği de daha iyi anlamış olacağız.

 Hiçbir oyun yalnız başına oynanmadığına göre, her oyunun sonunda bir tarafın kazanması, öteki tarafın da kaybetmesi önüne geçilemeyecek bir sonuçtur. Oyuna başladığımız ilk anda kazanma şansımız yüzde ellidir. O halde yüzde elli yenilme ihtimaline kendimizi önceden alıştırmamız iyi olacaktır.”

 Çevremizdeki kötü kaybedicilere baktığımızda, iyi kaybedicilerin dik duruşu, erdemli hüznü hiçbir şekilde onlara uğramaz. Kötü kaybedicilerin inanılmaz mazeretleri, bir sosyapat gibi sürekli haklılığın tarafında, onlara arkadan hançer vurmuş diğer rakip fenomenleri yaratmakla meşguldürler.

  İşten çıkmayı, çıkarılmayı, iflas etmeyi, boşanmayı, şanssızlıkları hiçbir zaman tam olarak erdemli bir insanın tarafsız gözleriyle, daha sonraki zamanlara bırakılacak büyük bir yaşam görüntüsü içinde sunmayız; tek taraflı şikâyetlerin bitmeyen mazeretleriyle haklılığımız, haklı olma telaşımız, zannederiz ki kötü kaybedici, oluşumuzu yok eder.

 İyi Kaybedici, olmanın mucizevî yanı da vardır; yaşarken, yaşam ile ölüm arasında var olacak bedenimizin, büyük olaylar karşısında bizim bir ömür boyu taşıyacağımız karakterimizin de oluşumu için ne büyük mucizevî çırpınışlar yaptığına tanık oluruz.

 Bu tanıklığı, yaşamı kaybetme sanatını da anlayan bir halkı gözlemlemiş, onların yaşam döngüleri içinde yer almış Santha Rama Rou’nun sözleriyle sonlandırıyorum;

 “ Japonya’da ay ışığını seyretme toplantısı diye bir toplantı vardır, sizi ona davet ederler, fakat orada hiç konuşulmaz. Güzel ve zevkli bir çevrede oturur, ayın doğmasını seyreder ve bundan zevk almayı öğrenirsiniz.

 Japonlar tabiata karşı olan hayranlıklarına bizim anlayamayacağımız kadar ileri giderler.

  Kışın ilk yağan karını seyretmek ve kutlamak için toplantılar yaparlar. Karın birden çevreyi nasıl değiştirdiğini, bütün çizgileri nasıl yumuşattığını, ışıkla gölge arasında farları ortadan nasıl kaldırdığının zevkini tadarlar.

  Beni bir gün birçok kibar hanımın mangal gibi bir şeyin etrafında oturdukları bir toplantıya çağırmışlardı. Mangal kömürü yanarken içine değişik birçok odun parçacıklarını atıyorlar, biraz yanıncaya kadar içinde bırakıyorlar, sonra duman çıkaran bu odun parçalarını özel bir tepsi içinde sıra ile herkes koklasın diye gezdiriyorlardı. İnsan ilk defa orada şeftali, kiraz, çam ve daha başka odunların müzik notaları gibi birbirinden ayrı koku ince ayrımların olabileceğinin farkına varıyor.”

 Yaşam, sadece kazanmak üzerine kurgulanır sa, kazanmanın bile muhteşemliği, yüce alkışları tam olarak algılanamaz. Yaşam sanatı, iyi kaybedici, olmanın erdemini de bilmekten geçer, diye düşünüyorum.

 Güven Serin 



 



18 Aralık 2013 Çarşamba

EVREN MATEMATİK DİLİ İLE YAZILMIŞTIR


Kamera; Güven  Termessos
Bu şehrin insanları matematiği iyi biliyorlar,evreni de
iyi anlıyorlardı.


Kamera; Güven Termessos

Taşlar ve mermerler zanaat ile buluşunca
başka şeye dönüşürler;bir hikaye,bir roman
bir teselli, bir tedbir, bir uyarı yaparlar; nazikçe...


Termessos

Bir diyar ki boyuttan boyuta geçer;sessiz,
hafif bir yel esintisi ferahlığında...


EVREN MATEMATİK DİLİ İLE YAZILMIŞTIR

 “ Evreni anlamak istiyorsanız önce yazıldığı dili öğrenmelisiniz. Evren matematik dili ile yazılmıştır.” Galileo böyle inanmış, bu şekilde iz bırakmıştır.

  Evrenin dilini biraz olsun anlamaya başlamakla; insanların, toplumların, doğanın ve diğer canlıların dilini anlamaya başlarız. Matematiğin de yakınımızdan eksik etmeden, çevremizi, o çevre içindeki kendimizi biraz olsun anlamaya çalışalım!

  Ülkemizi yöneten AKP Hükümeti ve bu yürütmenin en üstünde olan başbakan şehrimizdeki konuşmasında biz halkımızın “HİZMETKÂRIYIZ” diyordu, esas halkın soğuktan titrediği, hizmetkârların ise zırhlı kulelerde, koruma ordularıyla dolaşmalarının en bol olduğu zamanlarda.

 Bir halk, bir canlı ne kadar övülürse, o kadar da dövülür diye düşünüyorum. Övgünün sonu, eğitimin, görgünün, huzurun az olduğu diyarda hüsrana dönüşüyor. Hatırlayınız; öğretmenler asildi, köylü milletin efendisiydi, bir tek yetimin hakkı yenmeyecekti…

 Asgari ücret, 800 TL civarı. Emekli aylıkları ortalaması ise 1300 TL civarı. Kiraların 400-600 TL olduğunu düşünürsek; elektrik, su, doğal gaz, telefon harcamalarını da matematiğin yardımıyla aldığımız maaştan çıkartırsak geriye; 500 TL kalır. Kalan bu para gıda, eğitim, sosyal harcama parasıdır.  Yaklaşık olarak günlük; 15 TL ile geçinmek zorundayız. 15 TL sadece gıdaya bile yetmeyeceğine göre, eğitimi, sinemayı, tiyatroyu yok sayacaksınız…

 Brüksel Bölge Parlamentosu Milletvekili Carla Dejonghe 14 Kasım’da bir deneye başladı. Bir aylığına Avrupa’da yaşayan gizli işsizlere ayrılan 180 Avro ücret ile yaşamaya başladı.

 180 Avro ile geçinme teklifini de Belçika’da Evsizler Güzellik Yarışmasında birinci seçilen Therese Van Belle yaptı. Bu teklifi kabul eden Milletvekili 14 Kasım’dan bu yana ona verilen 180 Avro ile yaşamaya başladı. Günlük 6 Avro harcayarak hayatta kalacak. Başka hiçbir yardım almayacağına söz verdi. Bütün banka kartlarını da bir aylığına teslim etti.

 Brüksel Bölge Parlamentosu Milletvekili Carla Dejonghe’nin telaşı, arayışları büyük; çünkü günde 6 Avro ile geçinmek için nerede en ucuz yemek var onu öğrenmeye çalışıyor. 14 derecede oturmak zorunda; çünkü yakıta ayıracağı parası o kadar.

 Milletvekilinin yaşadığı bu yaşam deneyi sonucu öğrendiği bir şey var; Belçika’da Avrupa Tüketici Harcama Raporuna göre 4 Belçikalıdan birinin geliri insani bir yaşam sürdüremeyecek kadar az.

 Kısacası halkın yüzde 25’i açlık ile mücadele veriyor. Acaba bizde de bunu merak edecek, matematik biliminin muhteşem yaşam gerçeklerine göre hesapladığı açlık sınırını, yoksulluk sınırını merak edip de bir aylığına bu gelir ile yaşayacak milletvekilleri, bakanlar var mıdır?

 Matematik, siyasetin ve siyasetçinin dilini anlamak için de çok faydalı. Aynı faydayı doğanın dilini anlamak içinde kullana biliriz.

 Sıkça konuşulan ve şikayet edilen “ ulusal bellek” zayıf, geçmişi çabuk unutuyoruz; gamsız, ilgisiz, unutkan bir millet olduk diye… Halbuki bunu da matematiğin soylu rakamları izah ediyor; hem de bilimin eşliğinde;
CBT Aralık Sayısı’nda Tanol Türkolu’nin çalışması çok şey anlatıyor;

İnsan beyni temelde kısa süreli bellekte karşılaştığı sinyalleri (gündem) uzun süreli bellekte saklayabilmek için belli bir süreye ihtiyaç duyar. Buna en geniş anlamıyla tefekkür diyebiliriz. Öte yandan kısa süreli kısa süreli belleğin herhangi bir zamanda sadece 7 sinyali işleme kapasitesi vardır. Dış dünyadan sürekli olarak yağan sinyaller tam olarak işlenmez. Her birine gerekli zamanı ayıramayız.”

 Kısacası dostlarım, eskiden kitap azdı, ulaşım zordu; iletişim çok zor şartlarda yapılırdı. Şimdi ise tam tersi; saniyede milyarlarca bilgi, iletişim sinyalleri; olaylar, görüntüler, sesler ve yazılımlar görüyoruz. Bir insanın sadece 7 sinyali işleme kapasitesi olduğunu bilimin ve matematiğin sayesinde öğrendiğimize göre, bu yağmurun altında doğru sinyalleri bulmak, bu muhteşem gök gürültüleri arasında gideceğimiz yönü belirlemek ayrı bir zanaat; hatta sanat biçimi oldu.

 Matematiğin gözlerini doğaya çevirecek olursak, doğadaki canlıların yaşam çeşitliliği, uyumu, istikrarı büyük bir şaşkınlık yaşamamıza neden olur. Böyle bir şaşkınlığı Çin’de yetişen Çin Bambusu için yaşamamak elde değil; Çin Bambusu 120 yılda bir çiçek açıyor. Yani bir insan ömrü, ekeceği, yetiştireceği bir bambunun çiçeklerini görmeye yetmez. Halley Kuyruklı Yıldızı 72 yılda bir döngüsünü tamamlıyor. Dünyamızın 365 günde tamamladığı da ayrı bir gerçek…

 Evrenin dilini, aynı zamanda matematiği anlamaya çalışmak, bu muhteşem sonsuzun istikrarını, harikalığını, zarafetini, uyumunu da anlamaktır dostlarım…

  Güven Serin


16 Aralık 2013 Pazartesi

SAĞLIĞIMIZ ve İLAÇLAR


Kamera; Güven  Düden-Antalya

Tabiat onu kirletmediğimiz zaman böyle görünür; iç içe
geçmiş güzellikleriyle.

SAĞLIĞIMIZ ve İLAÇLAR

  En bol bulunan şeyler, en az kıymet bilinir. Ne zaman ki yokluğu hissedilir; birden paha biçilmezlik içinde ne kadar kıymetli olduklarını anlarız. Su ve hava gibi, dostlarımız gibi ve sağlımızı gibi…

  Yakın zaman önce bir sağlık sorunu yaşamış tanıdığım selam vererek iş yerine uğradı. Önemli bir sağlık sorunu; yüz felci geçirmiş; şimdilik çok ucuz atlatmışa benziyordu. Sağ yanağı hafiften şiş ve ağzını tam olarak kapatamıyordu. Konuşması, morali oldukça yerindeydi. Sanırım doktorun verdiği moral, erken tedavi ve yaşının çok erken oluşu, önemli bir sağlık sorununu büyük kayıp vermeden atlatacağa benziyor.

 Sağlık alanında verilen savaşların haddi hesabı ve ucu bucağı yok. Bir ülkenin gelişmişliğiyle ilgili olan sağlık; yani, beden ve ruh sağlığımız, bedenimiz ve ruhumuz hakkında ne kadar bilinçlenir sek o kadar korunmuş, iyi bakılmış anlamına gelir.

 İleri memleketlerde sağlık, eğitim, ilim kadar önemli ve birinci sıraya otururken, bizim ülkemizde birçok sorun apış arası ile kadın başına sıkışmışa benziyor. Varsa yoksa öteki dünya hatırlatmalarıyla hızla solan yüzler, hasta insanlar çoğalıyor. Bir de en çok ilaç yazan doktor; “iyi doktor” olarak biliniyor… Ne hazin…

 Sağ yanağı hafiften kaymış, yüz felcini küçük bir kayıpla atlatmış olan tanıdığım cebinden çıkarttığı reçeteyi bana uzatarak seslendi;

 “ Doktor yüz felci için şu ilacı verdi. Reçeteyi okuyunca, ilacın yan etkilerini görünce korkudan ne yapacağımı şaşırdım.”

 Bana uzatılan reçeteye bakınca, yüz felci için kullandığı ilacın yan etkilerini görünce şaştım bu işe;

Prednisolon gibi steroidler ciddi zihinsel sağlık sorunlarına yol açabilir.
Bunlar yetişkinlerde ve çocuklarda yaygındır. Prednisolon gibi ilaçları alan her 100 kişiden 5’inde bu sorunlar ortaya çıka bilir.
-Depresif hissetmek, intiharı düşünmek
-Coşkulu(manik) hissetmek
-Endişeli hissetmek, uyku sorunu yaşamak, düşünmekte zorluk çekmek, korkutucu düşünceler içinde olmak.
Bunlar çok ciddi yan etkilerdir. Bu sorunlardan herhangi birisini fark ederseniz hemen doktorunuza haber veriniz.

Diğer Yan Etkiler;
Alerjik reaksiyon
Yorgunluk, bitkinlik
Beyaz kan hücresinde artış
Yüksek kan basıncı
Nefes darlığına yol açan kalp sorunları
Baş ağrısı
Ezikler
Çatlaklar
Cilt incelmesi
Döküntü
Akne
Kıllanma artışı
Kilo alımı
Depresyon
Uykusuzluk
Kas ağrısı
Kemik kırıkları
İshal
Göz sinirinde bası
Tendon yırtılması

 Daha yazmadığım bir sürü yan etkisi… Sanırım yan etkisi olmaya ilaç yok. Bazen şifa bulacağız diye kim bilir hangi organlarımızı da erkenden zayıflatıp yok ediyoruz.

 Siyasetçilerin kavgalarını, rekabetlerini en az sağlık harcaması, en az ilaç kullanımı, en çok buluş, en fazla sanat alanında duymayı ne kadar çok isterdim. Ama ne hazindir ki ülkeyi yöneteceğiz derken köşeyi dönme mantığı, eski uygarlıkları yok eden ilk önce kendi gücümü sonsuza kadar yetecek hale getireyim saflığı; gelişmeleri, çok kolay bulduğumuz, havamızı, suyumuzu, doğamızı ve en önemlisi sağlığımızı yok ediyor.

 Biraz daha duyarlı ve daha bilgilenerek; esas güzellik olan yaşlanırken sağlıklı olmanın keyfini tatmanız ve anlamanız dileklerimle…


 Güven Serin 

  

12 Aralık 2013 Perşembe

YEMEK MASASINDA DUA


Termessos-Antalya 

Kaya mezarlarının, sunak taşının hemen yakınında
geçmiş zamanların tanıklığını yapmış bu taşı öptüm;
bir dostu,arkadaşı,sevgiliyi öper gibi;özlemle...

YEMEK MASASINDA DUA

  Dua etmek, belki de insanlığın her dönemlerinden beri var. Gerek dini açıdan, gerekse insanın büyük evrenin karşısındaki acizliğini anlatan ve bu anlatım içinde içsel teşekkürü, şükran duygularımızı aynı zamanda gelenek haline gelmiş öğretileri anlatır.

 Ninemin ağzından düşmeyen seslenişi özellikle yemek zamanı daha bir netleşir, dualarımızla duyduğumuz şükranlarımızı yüksek sesle, yaratıcının büyük evrenine bırakırdık. İnsanın korkusuzluğu tıpkı ömrü gibi sınırlıdır. En katı, en görkemli insan bile sıkı bir gök gürültüsü karşısında kaçak bir yer arar. İçindeki mırıldanmalar artar…

 Amerikanın önemli sanatçılarından Norman Rockwell 1951 yılındaki Şükran Günü için bir dergiye yapmış olduğu “Yemek Masasında dua” karşılığında 3500 dolar almıştı. Bugün ise bu resim Amerikanın en pahalı resmi olarak sanat tarihine geçti. 46 milyon dolara satılarak, bugün hayatta olmayan ressamın ruhunu, evrene olan inancını daha da mutlu etmiş olmalı; bu yüksek eder, aynı zamanda insanlığın zamanlar arası yolculuğunu da anlatır bize.

 İnsanın milyarlık hücreleri inanmış olduğu yolda, meydana getirdiği esere büyük zenginlikler adına fiyat biçemez. Onurlu bir yaşamın var oluşu, yeterlilik adına bir yudum suya duyduğu minnet gibi alçak gönüllülük içinde emeği karşılığında verileni kabul eder. Norman Rockwell de 1951 yılındaki çalışmasının karşılığı eserine biçilen 3500 doları bu duygular içinde kabul etti. 62 yıl sonra 3500 dolar karşılığı yapmış olduğu resminin 46 milyon dolara satılacağını bilemezdi. Bu değeri bilemezdi ama içindeki evrenin sonsuz yolculuğu gibi resminin de sonsuzluk içinde kalıcı bir sahiplenme içinde büyük tutkular yaratacağını da hissetmiştir. Zaten büyük eserlere imza atan sanatçıların en büyük şansları; çok hassas sezgilerinin oluşudur…

 Yaptığınız iş her ne olursa olsun, hisleriniz, zanaatini ve sezgileriniz bir araya gelme ihtiyacı, o büyük heyecan sizi sarmışsa; şiir yazıyorsanız şiir yazın; resim yapıyorsanız resim yapın; hikâye, anı, hatıra veya günlük yazıyorsanız yazın; o heyecan, o adanmışlık ve sezgiler onun kendi zamanından öte, diğer zamanlara bırakacaktır.

 Bu yüzdendir ki, inanmış bir heykeltıraş, ressam, şair, yazar, besteci eserlerini örerlerken kaç paraya satacaklarını, ne kadar büyük alkış alacaklarını düşünmezler; onlar bu zamanın en değerli misafirleri gibi, tüy gibi hafiflemiş bedenlerle, diğer zamanlara güzel, anlamlı şeyler bırakmanın telaşı içinde tatlı bir yorgunluk ile bir yudum suya, ekmeğe, küçük bir esintiye dua eder gibi şükranlarını kazırlar; tuvallere, kağıtlara, mermerlere, notalara…

 Güven Serin 






11 Aralık 2013 Çarşamba

GİTAR NOTALARLA KÜFREDİLEBİLEN TEK ÇALGI


Kamera; Güven  İstanbul 

Blues,insanı dimdik ayakta tutar; sımsıkı ve dopdolu
bir heyecanın şarabını yudumlarken...

GİTAR NOTALARA KÜFREDEBİLECEK TEK ÇALGI

Onun için popüler müziğin filozofuydu, diyorlar. Hem dahi hem de deli, diyenler de var. Zaten, sanata, felsefeye adanmışlık biraz sıra dışılık, biraz haykırılık değil midir ki? İnandığı şeyi, dobra dobra söyleyen, gerektiğinde herkes ile karşı karşıya gelen bir haykırışın içinde olan deli-dahi…

  Frank Zappa 20 yıl önce 53 yaşında prostat kanserine yenik düştü. Ölümünden 14 yıl önce 1979 tarihli “Joe’s Garage” albümünde yer alan “ Why Does Hunt When I Pee?” ( İşerken şeyim niye sızlıyor?” adlı şarkısı ile ölüm sebebini, ona rahatsızlık veren beden acılarını, belki de yıllar önceden notalar ve gitarı ile tüm dünyaya haykırmak istiyordu.

 Murat Beşer Zappa için şu cümleleri seslendiriyor; 

Kokuşmuş Amerikan tarzını kıyasıya eleştiren, pek çok şarkısında toplumu yöneten aldatıcı moral değerleri tanımadığını açıkladı.”, “ Alkol ve uyuşturucuya karşıydı ama tütünü ağzından hiç eksik etmezdi; soğuk biraya ise asla hayır demezdi. Çılgınlıklarını, ipe sapa gelmez hayallerini, irkiltici düşüncelerini, tuhaf fantezilerini; kısacası çıkınında ne varsa hepsini müzik haline getirmiş bir dahiydi. Döneminin sakıncalı olarak görülen tüm müzisyenlerine rahmet okurdu. Yaşadığı dönemin bin ışık yılı ötesindeydi.”

 Kendimi bildim bileli düşünür dururum; efendi insan, itaatkâr insan yaratalım derken, ayıplar, günahlar ile masallarla avunurken esas olanı kaçırmıyor muyuz diye!

 Düşüncenin, düşünmenin, irdelemenin, felsefenin, sanat ve sanatçının önünü keserek daha da kısırlaştığımızın, daha da nursuzlaşarak, uygarlık yarışında sadece tükenenler, ezilenler, ezikler sahnesinde kedinin faresi olduğumuzu hissetmenin acısını hep yaşarım…

 Günümüzde, şu an bile, uzun saçlı bir erkeği, küpe takmış bir genci düşüncelerine, yaşam biçimine saygı göstermeden yok veya aşırı sayıp, gözlerimizle, ellerimizle korkunun en soğuk anlarını yaşatmıyor muyuz?

 Kıçımızı yerden kesecek, keyfimize uyuşturucu gibi keyifler katacak hiçbir icadın nerede, nasıl ve kimler tarafından yapıldığını, bulunduğunu sorgulamayan beyinlerimiz, gençlerin öpüşmesini, bir heykelin ucubeliğini, sanatın içine tükürmeyi biliyor; bunları biliyor da, sanata ve sanatçıya destek vermeyi, düşüncenin, düşünmenin, tepkinin, haykırışın yeşereceği gençliğin bir orman gibi aniden çıkmasından korkuyoruz; hem de karanlıkta, gözleri görmeyen bir canlının çıtırtıları duyan bir canlının soğuk terler çıkaran, kendi kalp atışlarından bile korkacak hale gelmesi gibi korkuyoruz…

 Frank Zappa işerken acı duyduğu şeyinin bile müziğin evrensel dostluğuna sığınarak güvenerek sesleniyor dinleyenlerine. Sanatçı sanatını icra ederken, evrenin sonsuzluğuna adaması için, içinden geldiği gibi, hissettiği gibi haykırmak zorundadır. Uslu uslu yapılacak sanat; ancak zanaat olur ve kendi döneminden öte gitme şansını, özgürlüğünü yakalayamaz.

 Her dönemin haykıranları, her dönemin “uyan” borusunu çalan sanatçıları vardır; kimi, notalara ve tellere dokunarak, kimi tuvale ve fırçaya; kimi dizelere veya kitabın sonsuza adanmış sayfalarına…

  Hallac-ı Mansur’un Enel-Hak diyerek; ben yokum, hak var, demesini din dışı, İslamiyet dışı bulanların insan düşüncesine, sevgisine ve yaratıcıya duydukları inanç tartışmasız bir şekilde zararlı, insanlık ve sevgi dışı değil midir?

 Frank Zappa notaların ve gitarın aynı zamanda düşünce reformu yapmış batının yaşam biçimine sığınarak seslenmiş. Yunus Emre ise hoşgörülü tasavvuf anlayışına, Anadolu insanının içindeki hak ateşini bilerek okumuş dizelerini;

Bu Bir Acayip Haldir

Bir acayip haldir bu hale kimse ermez
Alimle savunulan kılar, ama görmez göz görmez
İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acayip sırdır, ilme kitaba sığmaz

Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Aciz kaldı bu yolda bu aşka el uramaz
Yunus canını terk et, bildiklerini terk et.

  Güven Serin





10 Aralık 2013 Salı

DÜŞÜNMEK


Kamera; Güven Pheselis-Likya Tırmanışı 

Kırmızı çizgiler;sanki zaman yolculuğu için bir davet;
Dikkat; kırmızı çizgiler...


Kamera; Güven Pheselis Likya Yürüyüşü

Esinti bütün kokuları taşıyor;gelmiş geçmiş,
bütün kokuları...


Kamera; Güven  Likya Tırmanışı- 
Pheselis Tekirova Hattı...

DÜŞÜNMEK!

 Ruh doktoru Otto Fornichel ; “ Düşünmek harekete geçmek için bir hazırlıktır."Der. Düşünmeyen, düşünemeyen insanların, düşünmek istemeyenlerin nasıl bir kaosun içine düştükleri, gelişen dünyanın gelişmiş insan topluluklarıyla karşılaştırdığımız yaşam biçimleriyle ortaya çıkıyor. Bir taraf, huzurun, sanatın, bilimin alkışlarıyla şenlenirken, bir taraf ise; kuşkunun, merhametin, acımanın, yokluğun, kin ve nefretin zalimlileriyle boğuşuyor…

 Düşünmekten korkmayıp, düşünceleri bilgi ve görgüye dönüştürmenin heyecanı, marifeti içinde olmanın seçenekleri, özgürlüğü, estetiği ve zarafeti ise sonsuza uzanan renklerin, yaşamların gizemleriyle doludur.

 Yıllardır, yüzyıllardır verilen savaş, insandan insana, toplumdan topluma değişik de olsa; geçtikleri, geçecekleri ve ulaşacakları yol hep aynıdır; insan, düşünmeye, sevgiye, buluşlara, neşeye, hüzne, heyecana, besine, eğlenceye ihtiyaç duyar; bu ihtiyaçları ne kadar iyi ve kararlı ve dengeli karşılarsak o kadar huzur dolu, o kadar çok sesli ve güçlü oluruz; düşüncesizliğin sessizliğini erdem saymayıp, boşboğazlığın, çığırtkanlığın boşluğuna düşüp, evrenin kara deliklerine düşen yıldızlar gibi kaybolup gitmeyiz…

 Bu düşünceler içinde 2012 yılında başlattığı Likya Yolculuğumu kısım kısım gerçekleştiriyorum.
2012 yılı Kaş yakınlarındaki Likya yolunun küçük bir bölümünü geçmiştim. Şimdi ise antik Phaselis Kentinden, tarihi kalıntıların, hünerli ellerini, kurdukları şehrin caddelerine baka baka Likya Yolunun bir parçasını daha yürüdüm. Likya Yolunu belirten kırmızı işaretleri takip ederek, binlerce yıl önce kullanılmış bu efsanevi yolu tekrar yürümenin, çam ve baharat kokularını, geçmiş ile gelecek arasında bugünü yaşamak; masalımsı bir lütuf, büyük bir minnet duygusuyla göklere el kaldırmak gibi bir şey…

 Phaselis Antik Kenti bugün bile insanı düşündürecek kadar güzel bir konuma sahip. Denizin oluşturduğu bir liman koruyuculuğundaki koylar Akdeniz’in korkutucu büyüklüğünden çok, bir ananın şefkatli kucağı gibi; etkiliyor insanı.

  Phaselis Antik Kentinin batıya bakan kısmından dağlara tırmanıp çam ve sedirlerin arasından Tekirova’ya ilerledik. Olimpos Milli Parkı içinde kalan bu dağlardan Akdeniz’i, Phaselis Antik Kentini izlemek; insanı zamanlar arası geçiş tanıklığına sokuyor. Yaşlı çam ağaçlarının görkemi kadar, genç ağaçların şımarık bakışlı tazelikleri de çok önemli ve yakışan güzellikteler.

 Düşünme, bilgi edinme plan yapmaya, geçmişin, tabiatın anlattıklarını, bugüne çevirme yine insanın elinde. Tabiat ile ne kadar çok barışık yaşanırsa, insan denen canlının huzuru, görgüsü, zanaatı artacaktır diye düşünüyorum. Düşünen insan aynı zamanda gözlemleyen ve öz güveni sayesinde uygulayan, eyleme geçen insandır.

  Fethiye’den Antalya’ya kadar uzanan Likya Yolu 1992 yılında başlatılan çalışmalar sayesinde bir İngiliz olan Kate Clow tarafından 1999 yılında hizmete açılmıştır. Dünyanın en iyi uzun yürüyüş rotaları arasına girmiş olan Likya Yolu, tabiat ve tarih severler için paha biçilmez güzellikler, hikayeler; renkler, kokular ve sesler barındırıyor.

 Düşünen, araştıran insanlara ne kadar minnet duysak azdır. Doğayı katlederek yapılan her şeyin sonu geliyorken, doğa ile barışık bir çalışma olan Likya Yolu, bir ülkeye yapılacak en güzel hizmetlerden birisidir; onlarca fabrikadan çok daha değerli ve zararsızdır…

 Kısa vadeli sadece bireysel çıkarları düşünerek ince değerimizi yok ettikten sonra var etmek için milyarlarca, trilyonlarca para harcandığı gibi, milyonlarca insanımız zarar görüyor. Tekstil Fabrikalarının düşüncesiz olarak ve çok hızlı açılıp, kuralsız, denetimsiz üretim yapmaları; binlerce insanı istihdam etmesine etti ama yörenin doğal hayatını yerle bir etti. Doğal su kaynakları, ekim yapılacak araziler hızla yok oldu. Şimdi derelerden simsiyah fabrika artıkları akıyor. Ve insanların solgun, bitkin yüzlerinde neşeden bir tek iz görünmüyor…

 Düşünen insan, doğru yargılayan insandır; nefreti yok edip, önlem almayı bilen, ilimin, sanatın, felsefenin yağmurlarıyla yıkanan insandır. Düşünen insan, hiçbir şeyi tam olarak kötü görmez; kötülüğün esas özünü merak edip, özüne iyilik ve sevginin tohumlarını aşılar; onun yaratılışında var olan güzellikler; düşünmenin, görgünün ve öğretilerin yardımıyla filizlenir…

  Güven Serin 




9 Aralık 2013 Pazartesi

SARMAŞ DOLAŞ


Kamera; Güven  Phaselis Antik Kenti

Ne güzel demiş Orhan Veli;
Gün olur,alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda



SARMAŞ DOLAŞ

  Şehrimizin az sayıda olan taş mekânlarından bedestene gittim. Ahmet Ağabeyin çayı kahvesi kadar güzeldir. Küçük bahçenin iğde ağaçları, ıhlamur ve ceviz ağaçları bahara hazırlık uykusu içindeler.

  Taş mekânların duruşu, insana, insandan akan sohbetleri, insanı bir hoş eden ezgileri, biraz buruk eden hüzünlü hikâyeleri vardır. Bedestenin içinden geçerken, yanımdan da iki arkadaş geçtiler. Kollarını omuzlarına atmış halde, Ahmet Ağabeyin çayhanesinden belli ki alışık oldukları sohbetin çaylı demiyle kutsanmış iki dost…

  İster istemez imrenme ile arkalarından baktım. Bedestenin dışına çıktıktan sonra da kolları birbirinin omuzlarında, mutlu, birbirine güvenen iki insan huzuru içinde şehrin gürültülü caddesine doğru ilerlediler.

 Uygarlaşıyoruz, teknolojinin sahibi oluyoruz derken terlemeden, emek harcamadan ve teknolojinin verdikleriyle aldıklarının onurlu felsefesini yapmadan kırk yıldan bu yana şehirlere göç ediyoruz. Neyimiz varsa, neyimiz yoksa sattık, savdık ve geride bıraktık… Hâlbuki bize ait olanları, bıraktığımız değerleri bize teknoloji satan en uygar devletler en nadire eşya, çiçek, ağaç gibi koruma altına alıyorlar; taş evleri, ahşap binaları, küçük bakımlı ve sağlıklı köyleri-köy üretim şekillerini…

 Şimdi, tereyağının tadı eskisi gibi değil; peynirinde, sütünde, yoğurdun da… Ya dondurmanın! Salebin! Değil elbet; hiçbiri eskisi gibi değil; çünkü hayvanlarımız da teknolojinin, ithalatın, güya uygarlaşıyoruz, daha fazla kazanacağız fikirlerinin muhteşem kurbanı; her şey; yapaylıkla besleniyor; her şey; hayvan, insan ve bitkiler…

 Meralarımız, küçük yaylalarımız, vadilerimiz, yamaçlarımız boş kaldı. Boşluğu dolduran domuzlar doğanın en hakiki dengesi adına çoğalıyor. Bir avuç çiftçi domuz bolluğu karşısında şaşırsa da, insan yokluğu, yok oluşun ıssızlığı karşısında çaresizce domuzların geçtiği talan ettiği yerlerde var olma çabaları içinde yaşam savaşı veriyorlar.

 Doğal hayatı, uygarlaşma, şehirleşme adı altında kırk yıldan bu yana terk ettik. Büyük göçleri, apartman kültürü açlığı içinde, araç gürültüleri, dumanları aşkıyla harmanladık. Elbet, arkadaşlıklar da, dostluklar da sarmaş-dolaş olmaktan bıkıp usandı; özgürlük dediğimiz yalnızlığın hakiki bencilliği sadece zorluklar ve muhtaçlıklar karşısında aklımıza geliyor.

 Bedestenin taş koridorunda iki arkadaş; birbirlerine sarmaş dolaş; belli ki yapaylığa, özgürlük diye, gelişme diye büyük ayrılışa meydan okuyorlar. Kırk yıldan bu yana aç olduğumuz özgün, doğal ve samimi yaşamların ne kadar ucuz ve bol olduğunu düşünürken, şimdi ne kadar pahalı ve kıt olduğunu fark ettim.

 İthal ettiğimiz teknolojiye, uygarlık adı altında bize sunulan gelişmelere sadece el açıp yağma kültürü içinde sarılmış olmanın yalnızlığı ile iki arkadaşa; kollarına omuzlarına atmış yürüyen iki samimi insana imrenerek baktım; Ahmet Ağabeyin kış uykusuna yatmış iğde bahçesinin hemen kıyısında çayımı yudumlarken…

 Güven Serin

 





7 Aralık 2013 Cumartesi

ASLAN PARÇASI


Kamera; Güven Karain Mağarası 


Karain Mağarası-Antalya


Kamera; Güven Karain Mağarası

ASLAN PARÇASI

 Pazar günü kimi için dinlenmenin, yatak keyfini çıkartmanın bir yoluyken, kimileri içinse tepeden tepeye, dağdan dağa, vadiden vadiye geçiş zamanların yürüyüş halleridir.

  Hangi hallerde olursanız olun; hareketin, değişimin ve insanın yaşamına daha insanca katkı yapan değerlerin peşini bırakmayın. Umutlar ölmediği sürece, insanın arayışı da ölmez. Bu yüzden seslenir şair Nazım Hikmet tüm zamanlara;

 Kendi kendimize yarışmadayız gülüm
 Ya ölü yıldızlara hayatı getireceğiz
 Ya dünyamıza inecek ölüm.

 En güzel deniz; henüz gidilmemiş olandır.
 En güzel çocuk; henüz büyümedi.
 En güzel günlerimiz; henüz yaşamadıklarımız.
 Ve sana söylemek istediğim en güzel söz
 Henüz söylememiş olduğum sözdür.

 Umuda bir kurşun sıksa da ölüm.
Unutma ölüme kurşun işlemez gülüm.

 Şairin yaşama, yaşamın değişime olan inanmışlığıyla göç eden kuşlar gibi göç ettim güneyin içine. Karain Mağarası 500 Bin yıllık geçmişiyle 450 metre yükseklikte yaşamın heybetli geçmişini bugüne kadar taşımış. Ülkemin; Türkiye’nin en büyük hazineleri, belki de henüz gün yüzüne çıkartılmamış olanlardır. Kaçırılmış, kırılmış, dökülmüş olanlardan çok daha fazlaları; doğanın derinliklerinde, toprağın, taşın nazik ev sahipliği onları koruyor.

 Asi Yaban Keçileri Gurubu ile yapmış olduğum ikinci gezi de oldukça tabiata, tarihe, arkeolojiye adanmışlık içinde geçti. Neredeyse tüm yaşamım boyunca duymuş olduğum Karain Mağarasını nihayet görme, içinde gezinme, iç içe geçmiş insanlık evrelerini kısmen de olsa anlamaya çalıştım.

 Savaşlar, insanın yaşama isteği taşların, toprağın içinde; yerin yedi kat altında bile devam ediyor; yeter ki insanın umutları yok olmasın. Tıpkı Kapadokya Yeraltı Şehirleri gibi Karain Mağarası da kazılmayı, anlaşılmayı bekliyor; insana, insanlığa anlatacağı çok şey var.

 Bu çalışmama konu başlığı olan Aslan Parçası ise Karain Mağarası öncesi, küçük bir mola anında ortaya çıktı. İçinde Nilüfer çiçekleri olan küçük gölün kıyısında, henüz bakımı yapılmamış çay bahçesi yarım saatimizi geçirdiğimiz yerlerin ilkiydi.

 76 kişilik gurubumuz tatil gününün yatak keyfini seçmek yerine hareketin sürprizlerine adanmış savaşçılar gibiydiler. Çoğu birbirini yıllardan beri tanıyor. Tanıdık yüzleri orada görmem; gördüğüm yüzleri görme ümitleriyle; sese, anıya, mizaha, şakaya, öğretiye çevirmek en sevdiğim geçiş törenlerinden birisidir.

 Çay Bahçesinin kıyısına vuran güneş; kimi bulutların ardına saklanıyor; kimi ise kısa süreli ışıklarıyla güneyin üstün ısıtıcılığıyla selamlıyor bedenlerimizi. Nilüfer çiçeklerinin bulunduğu küçük gölün kıyısında bir adam ve bir kadın; belli ki sabahın erken saatinde gelmişler. Adamın neşesi, adamın sesi; umutların, ümitlerin ölmediğini; aynı zamanda insan zekâsının doğru kullanılmadığı zaman; çok işe yaramayıp mizahın; hatta kara mizahın içine geçmiş haldeydi. Balık tutmaya çalışan adamın yanındaki kadının uykulu hali, dişsiz damakları ama gülümseyen yüzü; “ ekmek ister misiniz” seslenişi; daha soğumamış sıcak ekmekleri, büyük bir insaniyet içinde sunma telaşı yaşandı. Adamın tutmaya çalıştığı, balık diye tutup kenara attığı küçük balığı ağzında dişi olmayan, sanki akşamdan kalmacılar bakışıyla bakan kadın tekrar göle attı. Bir yandan da iki kişi oldukları halde, bir poşet sıcak ekmeği Asi Yaban Keçiler Gurubundan beş-on kişiye ; “ister misiniz, sıcacık ekmek” diyerek sundu.

 Göl seyrimiz portakal ve palmiye bahçeleri içindeki çayhaneye geçmemiz ile çay sohbetine dönüştü. Balık tutan adam balık tutmayı bırakmış, çay içtiğimiz yere gelmişti. Elindeki kartları selam verip, selamını alan arkadaşlarımızdan birçoğuna dağıtmıştı. Kartta ise kocaman bir Aslan fotoğrafı ile ASLAN BEY yazısı ve bir de telefon vardı. Onun haricinde hiçbir adres ve bilgi yoktu.

 Az önce balık tutarken selamımızı, samimiyetimizi umuda-işe dönüştürmeye çalışan adam üzerinde Aslan Bey olan kartları dağıttıktan sonra bir aslan gibi dolaşıp, bir aslan kükremesine benzeyen sesiyle halkından oy isteyen, halkına tutamayacağı vaatleri bol keseden veren siyasetçiler gibi nutuk atıyordu.

 Aslan Beye sordular; bur kart ne işe yarar; sen ne iş yaparsın? Aslan Bey, sıska ve bakımsız bedeninden bir aslan kükremesi gibi çıkan sesiyle; “ Her iş yaparız; sekiz kişiyi öldüren birisini bile içeriden çıkartırım evelallah.”

 Belli ki Aslan Bey de yanında ki kadın gibi akşamdan, hatta diğer zamanlardan kalmaydı; tıpkı yaşlı ve haremini yitirmiş, kuyruğu kopmuş bir aslan gibi; renkli kartvizitini alan, ilk önce onu bir insan olarak saygı ile selamlayan arkadaşlar; Aslan Bey tekrar balık tutma işine dönünce; insanca kartlarını yırtıp çöpe attılar.

  Ne aslan parçaları var bu diyarda; çakala, köpeğe, kurda, kuşa eyvallah etmeyen; ama bir gün köpeğin maskarası olacağını bilmeyen…

  Güven Serin



5 Aralık 2013 Perşembe

GARCİA'YA MEKTUP


Kamera; Güven Karaoğlan Parkı   Antalya

Dünyalar içinde dünya;bakışlar
içinde bakışlar.
Çitlembik ağacının hemen sol yanında
kim, hangi sanatçı ve niçin yapmış,
bir açıklaması yok. Bir şövalye duruşu
ama bir işçinin,köylünün, memurun; kısacası
halktan birisinin yüzü;belki de hepimizin
isyan eden,ama insan kalan yüzüdür...

GARCİA’YA MEKTUP

 Yaşam ve yaşamın ihtiyaçları hızla değişirken, değişmeyen bir şeyler de var; insanın sadakati; yaptığı işe inanması ve inandığı işi sonuna kadar yapmak için elinden gelen mücadeleyi vermesi…

 Garcia’ya Mektup zamanımızdan yüz yıl önce bir gazete makalesinde yayınlandı; bu makale tarihin en fazla okunan makalesi unvanını da aldı. Milyonlarca kopyası çıkartıldığı gibi, bakanlara, askerlere, memurlara dağıtılmıştır.

  Yeryüzünde birçok şairin, yazarın hikayeleri, şiirleri, romanları başka dillere çevrilmiş olmasına rağmen, bir makalenin başka dillere çevrilmiş olması oldukça önemlidir. Bu makalenin yazarı Elbert Hubbart’tır. Köşe yazısının başlığı , “Garcia’ya Mektup”tur.

   Philistine isimli derginin 1899 Şubat sayısında yayınlanan bu yazının olağan üstü özelliği olmasa da, sıradan bir çavuşa verilen bir mektubun hikayesini anlatıyor. İşte bu hikaye; yazılmış olan bu gerçek mektup, dilden dile çevrildi ve anlatıldı. Günümüzden 114 yıl önce yazılan bu mektubu ve hikayesini, yaşamın inceliklerinden hep ders çıkarmak isteyenlere bir hediye gibi sunmak istiyorum;

Garcia’ya Mektup

  ABD ile İspanya arasındaki savaş sürerken, ABD Başkanı, çok acele olarak Küba’daki isyancıların önderi General Garcia’ya bir haber göndermek istedi. Garcia’nın nerede olduğu, hangi dağlarda gizlendiği bilinmiyordu. Kendisine posta veya telgraf yoluyla ulaşmak imkânsızdı.

 ABD Başkanının ona, ne denli acele haber gönderip yardım istediğini bilenler, Garcia’ya bu haberin ancak bir mektupla elden ulaştırılacağını söylediler. Başkanın çaresiz bakışları arasında yanıt çevresindeki subaylardan birinden geldi;

 “Benim birliğimde Rowan adlı bir çavuş vardır. Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia’yı o bulabilir, bu mektubu ona ulaştıra bilir.” Dedi.

 Bu yanıta Başkanın aklı pek yatmamış olsa da, yapılacak bir şey de yoktu. Rowan çağrıldı, kendisine Garcia’ya gönderilecek mektup uzatıldı ve... “ Bunu, ,Garcia’ya teslim edeceksin.” Denildi.

 Rowan, yola çıktıktan tam dört gün sonra, gecenin karanlığından yararlanarak üstü açık bir kayıkla Küba sahiline vardı. Küba’nın sık, el değmemiş ormanlarına dalıp, gözden kaybolduktan üç hafta sonra, adanın öteki yakasında ortaya çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi, bir uçtan diğer uca yürüyerek geçti ve Garcia’ya mektubu teslim etti.

 Burada size Rowan’ın Garcia’ya mektubu götürmek için ne zorluklar geçirdiğini anlatacak değilim. Onun, ne denli kahraman bir asker olduğunu da anlatacak değilim. Yalnızca bir noktayı, hem de çok gereksinim duyduğumuz bir noktayı, iyice belirtmek için yazıyorum size tüm bunları.

 ABD Başkanı’nın makam odasındaki olayı, ana çizgileriyle bir kez daha gözden geçirelim;

ABD Başkanı Mckinley, Garcia’ya teslim edilmek üzere Rowan’a bir mektup verdi. Ona yalnızca; “ Bu mektubu Garcia’ya teslim ediniz.” Dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı.

 Lütfen dikkat ediniz; Rowan, ‘Garcia nerede?’ diye bir soru sormadı. ‘Garcia kimdir?” diye bir soru da sormadı. Yaptığı tek şey, kendisine verilen görevi almak oldu. Zaten kendisinden beklenen, onun da yapması gereken şey buydu.

 Rowan, ülkesindeki her okula heykeli dikilecek ve yetişen tüm kuşaklara örnek olarak tanıtılabilecek bir ‘ölümsüz kahraman’dır. Fakat bugünün gençleri onun kahramanlığından çok, başka bir özelliğini örnek almak zorundalar. Rowan’ın örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjisini bir noktada toplamak disiplinidir.

  Garcia’ya mektup getirecek kişilere gereksinim var. Hem de en kısa sürede, her yerde her zaman.”

 Belki de binlerce yıllık göç, savaş, kayıp, destan, hüzün ihanet yaşansa bile hâlâ var oluşumuz; Türkiye gibi muhteşem bir coğrafyanın halkı, sahibi olmanın onurunu yaşıyorsak içimizdeki gizli ve sessiz Garcia’ların var oluşlarının hatırınadır; kim bilir…

  Güven Serin