26 Eylül 2013 Perşembe

İŞTE O


Kamera; Güven   Athena Tapınağı-Assos 


İŞTE O

  7 Milyar insanın soluk aldığı dünyamızda hüzünler, savaşlar kadar aşklar da yaşanıyor. Ne hazindir ki aşka dair iyi ve güzel şeylerin çoğu büyük kargaşaların dehlizlerinde, karanlık gölgelerinde yok oluyor.

 Bir toplum sadece “ekmek kavgası” felsefesine tutunmuşsa, böyle ilerlemesi isteniyorsa, o toplum aslında gerilemenin muhtaçlığı, düşünememenin büyük suskunluğu içindedir.

  Erich Fried 1921 yılında Viyana’da doğdu. Babası Naziler tarafından işkence ile öldürüldü. Kendisi de büyük suçlamalar yüzünden ülkesini terk etti. Hiçbir oluşum, sembol insan denen mucizevî canlıdan daha önemli olmadığı halde bitip tükenmek bilmeyen arayışların, sapkınlıkların savaşları insanlığı acılar yaşarken, yaşatırken dahi eserler vermeye zorlar.

 Erich Fried önce yazarlığın ormanlarında gezindi. Ülkesinden ayrılışı, yaşadığı büyük acılar sayesinde şiire tutundu. Büyük kargaşada tam olarak anlaşılmayan şiirleri sakin dönemlerde ise, edebi düşüncenin ilgisini, takdirini kazandı.

  Erich Fried’in “ işte o” şiiri oldukça güzel ve anlamlıdır;

İŞTE O

Saçma diyor
Akıl.
Neyse işte o diyor
Aşk

Bir uğursuzluk diyor
Hesapla çıkar.
Acıdan başka bir şey değil diyor
Korkular.

Bunun sonu yok diyor
Kabullenmekle anlayış.
Neyse işte o diyor
Aşk.

Gülünç diyor
Gurur.
Bir düşüncesizlik diyor
İhtiyat.

İmkansız diyor
Tecrübe.
Neyse işte o diyor
Aşk.

  İnsanın dünyaya gelişi sadece ekmek kavgası değildi elbet. Bugün Yunan halkının verdiği mücadele, istedikleri de ekmekten ötedir. Sıkışmışlığın büyük korkularını yaşayan çiftçiler, işçiler, emekliler ekmek kavgasının en büyüğünü veriyorlar; çünkü ölçü olarak alacakları edebi ve sanata dair bir geçmişleri; geçmişlerimiz yok. Sinema, tiyatro, geziler, sergiler olmasa da olur; önce ekmek! Ölçü böyle; çünkü savaşın, kıtlıkların, göçlerin çocuklarıyız biz. Peki, ama erken kırışan, çöken, şişmanlayan bedenlerimiz bize çığlık atarken, batı daha konforlu, sağlıklı ve huzurlu hayatlar için mücadele ederken ve bütün bunlar bizlerin gözleri önünde yapılırken; bizler, neyi bekliyoruz?

  Ölümse, zaten kaçınılmaz bir son! Yaşamsa, ekmekten öte insanca ve üreterek, sahip çıkarak; hak ederek…

  Güven Serin

  

25 Eylül 2013 Çarşamba

İDMAN ZAMANI

Kamera; Güven   Koç Müzesi-
Abdülcanbaz ve Turhan Selçuk; saygıyla...

O bir İstanbul beyefendisi. Haksızlığa, üç kağıtçılığa
karşı. Aynı zamanda dimdik ve sağlıklı; spor yapıyor.

İDMAN ZAMANI

  Büyük boylu sporlardan vazgeçtim. Her şeyi başka yerlere havale etmiş bizler, bedenimizi de aynı yerlere bırakmışa benziyoruz. Çarşıda, caddede, hemen hemen her yerde gördüğüm insanlar neredeyse üzerlerinde bir beden daha taşıyorlar.

 Neden söz ettiğimi anladınız; muhteşem kilolarımızdan! Beden içinde beden taşımanın zorluğunu anlamak istiyorsanız, 5 kiloluk bir su bidonunu bir saat kadar taşımaya çalışınız. Ne kadar ağır ve yok edici değil mi? Ya üzerimizde bir ömür boyu taşıdığımız fazlalıklar! Tıpkı ruhumuzda taşıdığımız ön yargılar gibi değil mi?

 Ne tabularımızdan, ne kilolarımızdan kurtulma gibi niyetimiz var! Ama ben yine sesleneceğim. Yazının, yazmanın sihirli gücü hatırına sesleneceğim kendine önem ve saygı veren güzel insanlara.

 Gün boyu hemen hemen büyük çoğunluğumuz bir yerlere hapsoluyoruz; ofislere, iş merkezlerine, araçlara, evlere, postanelere, çayhanelere… Sonuç; büyük sıkıntı ve stres… Çaresi nedir peki? Haplar mı? Elbette hayır…

  Çaresi, sabahtan olmuyorsa akşama doğru yürüyüş yapmak; yürüyüşün yaratacağı dinginlik, yapılan yarım saatlik idman, insanı başka bir şekilde düşündürmeye başlıyor. Bu konuda yapılan yüzlerce deney var. Doğruluğun kanıtları hızla çoğalıyor. Yorucu geçen günün sonunda iyi bir yürüyüş; bedeni yöneten aklı diri hale getiriyor.

 Araştırmalar gösteriyor ki beden idmanları sayesinde kan akışının çok daha iyi artması sonucunda beynin can alıcı bölgesi olarak bilinen hipokampus (hafıza-yön bulma) bölgesinin egzersiz sırasında son derece etkin hale gelmesidir. Bu yapının içindeki sinir hücreleri çok daha hızlı çalışmaya başlıyor. Bu durumda kişinin bilişsel işlevlerinde de bir gelişme meydana geliyor.

 Hareketi her zaman sevdim. Çocuk duygularla, oyun aşkıyla, tepeden vadiye, vadiden ovaya gitmenin farklı sevdalarıyla sevdim… Biraz bilimden yararlanırsanız, bu muhteşem dünyanın tamamıyla hareket sayesinde gök kubbenin bu büyük boşluğunda yol aldığını görürsünüz. Eğer ki dünya dönmesini bir saniyeliğine durdurmuş olsa hepimiz uzaya savruluruz. Uzayın o soğuk, o muhteşem boşluğu içinde soğuğun, havasızlığın muazzam tükenişini yaşarız.

 Yürüyüşlere, amatör sporlara ilk başladığımda bana söylenen sözlerden birisi de şuydu; “ Ooo sen hiç ölmesin arkadaş!” Bende şu cevabı vermiştim; “ Belki de çok genç ölürüm ama aksıran, tıksıran, iki büklüm bir adam olarak değil arkadaş!”

 Şimdi söz hipokampus yani hafıza ve yön bulma bölgemizden açılmışken, bunca stres baskı şehirlerimizde cirit atıyorken, sporun en basit olanına; yürüyüş ve hafif koşulara; yani idmana bekliyorum sizi.

  Güven Serin

23 Eylül 2013 Pazartesi

GANOSLARDA SONBAHAR


Kamera; Güven Ganoslar ve Işık Oyunları


Kamera; Güven 
Büyük sanatçının eşsiz eserleri. Ganosların gizemi
hiç bitmeyecek keyiflerle damla damla
çıkarılmalı. Her damla, besleyicilik içinde
ruhunuza şifa adanmışlığı ile yapışacak.

Kamera; Güven

Uçurumun kenarındaki yaşlı meşe ağacı,saygıyı
önünde eğilmeyin hak ediyor. Hemen aşağısı,ürpertici
bir uçurum. Ve yaşamın olduğu büyük deniz...


Kamera; Güven   Ganoslarda Sabah Yürüyüşü

Yunus usta ve taş eseri. Zanaatkar insanlar her
zaman ve her yerde, küçük veya büyük bir
eserin doğumu için çırpınır. 
Erdem,gün gibi güleç ve heyecanlı...


Kamera; Güven
Dağ Başını Duman Almış, marşı ile ekstrem yürüyüşün
zorlu patikalarına ilerledik. Çok zorlu ve tehlikeli patikalar...


Kamera; Yunus 

Çadırlar kuruldu. Odunlar toplandı. Şimdi şiir zamanı...


Kamera, Yunus

Cemal Süreyya ve Üstü Kalsın...


Kamera; Yunus    Ganos Dağları ve Marmara

Dağlara yakışan,onlarla uyum içinde olan
çoban Mümin. Birazdan keçilerini ve dost
köpeklerini alıp gecenin dinlencesine ilerleyecek.

Kamera; Yunus  
Mümin kamerayı çok sevdi :)) Köpekleri ise
Mümin gittikten sonra bile küçük bir nafaka 
umuduyla beklediler. 



GANOSLARDA SONBAHAR

  2013 yılının sonuna doğru yaklaşırken sonbahar ile birlikte denizin Çanakkale’ye uzandığı, kıvrıla kıvrıla büyük bir esere dönüşen, ressamın büyük panoramasını izlemeye gittik.

 Ganos Dağları (Işıklar) gibi büyük eserler topluluğunun, benzersiz güzelliklerin uygarlığa bu kadar yakın olup da, tama olarak bilinmemesi, anlaşılmaması, o büyük güzelliğin önünde saygı ile eğilmemesi insanlık adına büyük kayıp.

 Ganoslara giden, gelen çok elbet. Kimi yamaç paraşütü için, kimi ise piknik yapmak, güya tabiatta huzur bulmak için! Büyük çoğunluğunun yaptığı en hakiki şey; o, muhteşem dağları, tepeleri, vadileri kirletmek…

  Neredeyse bir ömür, doğruluktan, ahlaktan söz eden insanların, doğayı hiçbir vicdan sorgulaması, hiçbir akıl sarılması yapmadan kirletmesini anlayamadım, anlayamayacağım da.

  Yunus Usta, Erdem ve ben; Tabiatın sonsuz vericiliğine inanmış üç insan; yine doğanın milyar yaşındaki döngüsünün, milyon yaşındaki dağlarına gittik. Bu yılın ilk geceli kampı Eylül ayına denk geldi. Ağaçların yapraklarını yeşilden sarıya, kızıla dönüştürmeye başladığı, döngünün muhteşem heyecanlı tepelerine…

  Geziler, ister tabiata, ister başka şehirlere olsun, koşulsuzluğun hoşgörüleriyle donatılmalı. Nadide bir çiçeği ezmemek, ezip fark etmeden yürümemek için gezilecek yerler hakkında bilgi edinmek, orada yaşayan canlıları, yaşama katkı veren çiçeği, meyveyi saygı ile selamlamak, insan ruhu için önemli bir terapidir.

  Yunus Usta, her zamanki gibi gezi erzaklarını saatler önceden hazırlamış. Kendi ürettiği zeytin, reçel, çökelek tekrarlanan, kültürleşmiş bir paylaşım ve üretkenlik gösterisi içindeydi. Erdem, gezinin güleç, şakacı ve en genç yüzüydü. Doğayı, sporu sevmesi nedeniyle bisikletini de getirmiş. Uçmak Paraşütünden aldığı zevk kadar, bisiklet ile doğanın büyülü yollarında gezinmek de onu mutlu ediyor.

 Yeniköy’ün güneyindeki tepeler bu seferki kamp yerimiz oldu. Kamp yerine beş yüz metre kala araçtan inip yürüdük. Yaklaşık 400 metre yüksekliğe, kamp alanına geldiğimizde karşımıza çıkan mitolojinin içinde saklanan tanrı ve tanrıçaların dolaştığı Marmara Denizi; tüm güzelliği ile adalarıyla, üzerindeki vapurlarıyla büyük gösteri yapıyordu.

 Yunus Ustanın özlü sözleri bitmez. Bu seferki;

 “ İnsan yalnız yaşamaya başlayınca ya ilah-ilahe olur, ya da iblis!” Birçok kez aklıma geldi bu söz. Yaşamın içindeki yalnız yaşamayı kültürsüzleştirme, güzelleştirmiş veya yalnızlığı büyük bir bencilliğe, anti sosyalliğe dönüştüren insanları düşünüp “iç” çektim…

 Güneş doğuya doğru birkaç saat sonra, bir başka kıt'aya ışın demetlerini çevirecek yöne ilerliyordu. Çadırlarımız kuruldu. Benim çadırımın hemen yanındaki kekikleri fark eden Yunus Usta; tabiatın bize büyük bir bonkörlük ile sunduğu kekiklerden birkaç tane kopardı. Daha elime alır almaz tabiatın muhteşem kokusu yayıldı etrafa. Zaten, esinti her türlü doğallığı bedenlerimize, ciğerlerimize kadar taşıyor.

 Kamp ateşi için odun toplarken yine alışık olduğumuz manzaraları; definecilerin büyük hayallerle, iştah kabartan yağmacılık zihniyeti ile kazdığı büyük çukurları gördüm. Kim bilir ne hayallerle, az çalışıp çok büyük zenginlik peşinde koşmanın saflığı, cehaleti ve kösnüllüğü ile her taraf delik deşik…

 Neredeyse sabah kadar yanacak büyük odun parçasını, kütüğü ateş yakacağımız yere zorlukla getirdik. Ateş ve akşam yemeğinden önce Cemal Süreyya’dan sırasıyla şiirler okuduk. Benim okuduğum şiir;

 Ölüyorum tanrım
 Bu da oldu işte

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım

Ama ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir…

Üstü kalsın

  Şiirler, Ganosun rüzgârına, kekik kokularına, yemek tatlarına karıştı. Akşam yürüyüşü bağların kendilerine has kokuları, bağ bozumu yapıldıktan sonra kalan birkaç tatlı üzümün tadına bakılarak yürüyüş ile tamamlandı.

 Hiçbir zaman kirlenmeyen ateş, usul usul yanarken, gecenin ilerleyen saatlerinde korda mısır, közde patates sundu bize. Bütün marifet ateş ve Yunus ustaya ait; Erdem ile biz, şakaların, sohbetin ve bize sunulan tatların tadına bakma onuruyla gecenin, o büyük gökyüzünün, pırıltılar saçan ayın, uçsuz bucaksız evrenin küçük gezegeninde biraz daha fazla hayata, yaşama, fark etmeye yakın olarak; gecenin yıldızlarıyla birlikte güne aktık…

 Güven Serin











15 Eylül 2013 Pazar

BEN BENİM, DÜNYALAR ARASINDA VE GÖLGELER ARASINDA


Kamera; Güven  Fener Rum Kız Okulu

" Lemos'un, kaideler üstünde, direklere asılı ya da
koltuk değneklerine dayanan yarı insan-yarı hayvan mitolojik 
figürleri ya da av ganimetlerini çağrıştıran yedi heykeli
geleneksel halk masallarına gönderme yapıyor ve
o masalların amaçladığı gibi toplumun ortak bilincini
hedef alıyor."


Fener Rum Kız Okulu 
1988'den beri eğitim yapılmayan okulda zaman durmuş gibi.
Birazdan zil çalacak ve öğrenciler çocuk sesleri ve
adımlarıyla sınıflara doluşacak...


Kamera; Güven Fener Rum Kız Okulu

" Bu varlıklar, insanın yaşam ve ölüm arasında eşikte 
durması gibi bir eşikte duruyor; iki doğa ve iki durum 
arasında bekliyor." 


Kamera; Güven Fener Rum Kız Okulu

" Post-modern sanatta hayvan figürlerinin kullanılması
bir boşluğa, bir kişisel yetersizliğe işaret ediyor ve
bir diyalog çağrısı öneriyor." 


Kamera; Güven Fener Rum Kız Okulu

Harita odası, on beş yıldır dokunulmayan nesneler;
siyasal çarpıklığın, yağmacılığın hep var olacağını da
anlatıyorlar.


Kamera; Güven Fener Rum Kız Okulu

" Lemos bu melez figürleri, boşluğu ve kişisel
yetersizliği anlatırken, insanlık ötesi söyleme işaret
ediyor, kimliklerin tanınmasını ve ötekilik sorununun 
üstesinden gelinmesini öneriyor."


Kamera; Güven  Fener Rum Kız Okulu

" Yedi heykele bütün okulda algılanan bir ses
yerleştirilmesi eşlik ediyor. Bu sesler, okulun
geçmişiyle ilgili bütün sesleri, şarkıları ve
yankılanmaları içeriyor ve belleğine can katıyor."


Kamera; Güven   Sanatçı, Kallıopı Lemos

"Şeylerin düzeni ile insan doğası arasındaki sonsuz
ikilem..." 


Kamera; Güven Rum Kız Okulu
1988 eğitim yılı, son olarak eğitim gören kızlar. 


Kamera; Güven   Fener Rum Kız Lisesi


Kamera; Güven Fener Rum Lisesi-Kırmızı Mektep


Fener Rum Kız Lisesi
Sanatçı Kalliopi Lemos ile zamanın
durduğu okulda,zamanın içine yerleşecek
bir anı fotoğrafı. 


BEN BENİM, DÜNYALAR ARASINDA VE GÖLGELER ARASINDA

  Yunan sanatçı bu seslenişini ruhunun bedenine yayılan, iradesini teslim alan insanlık sevgisiyle yapıyor;

 “ Ben benim, dünyalar arasında ve gölgeler arasında.” Yaşamı oluşturan dünyamızın içindeki milyarlarca insanı ve onların ne büyük dünyaları olduğunu ancak bir sanatçı duyarlılığı ile ortaya çıkmış eserlerde görebilirsiniz.

 Bu sergi mitolojinin, heykel sanatının, çocuk seslerinin, çocuk şarkılarının yardımıyla en yüksek insani duyguları, bütün duyargalarımızla anlayabileceğimiz anlatımları adeta beynimize kazıyor.

  Serginin seçildiği yerde oldukça anlam taşıyor; 1988 yılında göç eden Rumların hüzünlerini, öğrencisizlikten kapanan bir okulun donmuş zaman dilimi içinde, dökülmüş sıvaları, solmuş duvarları ama tertemiz sıralarıyla her an zilin çalacağı ve çocuk seslerinin koşar adımlarıyla merdivenlerden sınıflara çıkacağı ana hazır gibi!

  Fener Rum Kız Okulu 1988 yılandan beri kapalı. Okul viran vaziyette! Tek bakımlı olan yeri öğrencilerin eğitim gördüğü sıralar ve yazı tahtaları. Rum Kız Okulunun hemen güney batısında bulunan Kırmızı Mektep olarak da bilinen Fener Rum Lisesi tüm heybetiyle duruyor. Mimarinin güzelliği insanı korkutur mu; evet beni korkutuyor…

  Sanatı ve sanatçıyı anlamak onların eserleriyle kendi zavallı dünyamızdan kurtulup diğer dünyalara tanıklık etmek insan denen canlının ağırlıklı olan bedeninin ağırlıksız lığa biraz daha yaklaştırmak gibi…

 14 Eylül Cumartesi zaman zaman bulutlu olan günün güneşi de boldu. Bu aydınlığın kıymetini bilen bedenim ruhumun açlığı ile büyük bir iştah ile Fener Rum Kız Okuluna koştu. Şanslıymışım; gittikten bir saat sonra o gün oraya gelmeyecek olan Yunanlı sanatçı Kallıopı Lemos geldi. Okulun görevlisi benim görmek istediğimi bildiği için bizi tanıştırdı. Tanıştırmakla kalmayıp bize rehberlik de yaptı.

 Sanatçının eserlere can katan elini sıkarken hissettiğim duygu zarafetin, nezaketin elini sıkarken hissettiğim duygu kadar heyecan doluydu. Kendini mağdur olan insanlığa adamış sanatçı, iltifatların karşısında gülümsemeye çalışıyordu. O kadar duyarlı ve o kadar adanmışlık içindeydi ki gülümsemenin nasıl bir şey olduğunu unutmuşcasına insani bir zorlanışın yüksek duygularını gördüm.

 Bu sergi, serginin içinde bulunan eserler, eserlere gölgeler arasında yaşayan ruhları davet eden sanatçı ne anlatmak istiyor?
İçeriği, konusu ve estetiğiyle 13. İstanbul Bienali’nin bu yıl tartışmaya açtığı kamusal alanda çağdaş sanat konusuna da sadık kalarak izleyicinin görüşlerine sunuluyor. Özellikle Türkiye’deki Rum toplumunun yaşantısı ve deneyimlerine, demografik değişmelere mikro düzeydeki etkilenmelere bir bakış…

 Sanatçı bu sergiye 7 eser ve çocuk seslerinden çocuk şarkılarını da sergi ile bütün hale getirip, boş sınıflarda zamanın durduğu yerde, seslerin varlığına rağmen küçük enerji dolu bedenlerin yok olduğunu da belirtmek istiyor;

“ Sanatçı, Fener Rum Kız Okulundaki eser yerleştirmesini Neo-kapitalist hırsların ve siyasal sorumsuzlukların kurbanı olan bu insanların korkunç kaderlerine ve insanlık onuruna ısrarla işaret ediyor. Bu açıdan bakıldığında bu konu Birleşmiş Milletlerin en önemli sorumluluk alanlarından birisidir. Babaerkin ve erkek egemen geleneklerin hüküm sürdüğü ülkelerdeki siyasal ve toplumsal krizleri ve kadın haklarını irdeleyen, Kadınlar ve Yoksulluk, Kadınlar ve Şiddet, Kadınlar ve Silahlı Mücadele, Kadın Hakları, Kadın ve Medya, Kadınlar ve Çevre başlıklı birçok konferansa da katılmış.”

 Kalliopi Lemos ile sohbetten hemen sonra “görüşmek” dileklerimizi sunduktan sonra ayrılırken Kalliopi Lemos orada bulanan, kendi koyduğu ziyaretçi defterini gösterdi. Benimde bir şeyler yazmamı istedi. Ve ben çocuk şarkılarının duyulduğu boş, viran sınıfların büyük salonunda, sanatçının denizkızı heykelinin hemen yanındaki deftere şunları yazdım;

 Yüksek duyarlılığınızdan, evrene yayılmış dengeleyici insan ve canlı sevginizden ortaya çıkan eserleri, kadınlar ve çocuklar, mağdur olan insanlar için yaptığınız bütün çalışmalar için sizlere minnetle teşekkür ediyorum. Bir gün şehrime; Tekirdağ'a yolunuz düşerse sizi misafirim olarak görmek bana şeref verir.

  Kalliopi “ Ben benim, dünyalar arasında ve gölgeler arasında” diye sesleniyor. Hatta bunu yaşam biçimi haline getirmiş. Peki, ya siz; sizler, kendiniz olmayı, esas öze tutunmayı ve diğer dünyaları tanımayı, keşfetmeyi hiç düşündünüz mü? Büyük kargaşadan, paylaşımlardan sonra size verilen en büyük ödül olan yaşamı, oldukça hor kullanıp perişan mı ettiniz? Büyük sürünün, büyük ezber yaşamların içindeki öfkelerin izle büyük işler yapıyoruz diye diye kocaman, görkemli bir hayatı berbat mı ettiniz?

  Güven Serin











11 Eylül 2013 Çarşamba

BİR US YARILMASI


Kamera; Güven   Selçuk Müzesi 


BİR US YARILMASI

“Yalnızlığım için içiyorum. İnsansızlıktan donmamak, ölmemek için. Delirmeme ramak kalıyor, yine içiyorum.
İkinci Sayru, ‘Evine dön! Evine dön!’ diyordu;
  Dinlemiyordum onu. “

                  Fakat Neden?

  “ Tam o sahnelerde, herkesin Rus salatası olarak bildiği, patatesli, kornişonlu, mayonezli salata birden bire Amerikan salatası oldu.”


                Hayat mı Dekor mu?


  “ En büyük işkence, Şark nedir, Garp nedir bilmemektir. İki âlemin ortasında yaşıyorsun ve ikisi arasında sıkışmışsın haberin yok!”


                Asırlar mı cinnet mi?

  “ Sayru söyle bana; Hangi kardeşini, kardeşimi öldürdüm? Kaç kardeşimi öldürdüm?”

  Taht için kan dökenler, vicdanını kaybetmiş bir insanlık mı yarattılar?

                                                                    Usta’dan bir başyapıt

  Selim İleri’nin Mel’un isimli kitabının arka sayfasından bir yaz yağmuru misali küçük damlalar sundum size. Eğer bir kaktüs gibi küçük su buharlarını, büyük bir esere dönüştürmek niyetindeyseniz bu kitabın sayfaları arasına giriniz. Eğlenecek, bilginin o muhteşem salıncağına binip, o muhteşem yaşlı ağacın gölgesinde bir çocuk gibi sallanacaksınız…

 Güven Serin





10 Eylül 2013 Salı

SERENA WİLLİAMS ve RAFAEL NADAL ŞAMPİYON


Kamera; Güven   Tekirdağ Tenis Kortları


SERENA WİLLİAMS ve RAFAEL NADAL ŞAMPİYON

  Sezonun son Grand Slam’ı Amerika Açıkta bayanlar tenis mücadelesi, dünyanın 1 numarası Serena Williams ile dünyanın 2 numarası Victoria Azerenka arasında yapıldı. Büyük çekişme saatlerce sürdü.

  Serena Williams Victoria Azerenka’yı 2–1 yenerek Amerika Açıkta 5. zaferine ulaştı. Kariyerinin 17. Grand Slam şampiyonluğuna ulaşan Williams 3,6 milyon dolarlık para ödülünün de sahibi oldu.

  Gecenin ilerleyen saatlerine rağmen yorgun düşen gözlerimin ara sıra kapanması bile bu karşılaşmayı izlememe engel olamadı. Sahada iki savaşçı vardı. Seyircinin her an büyük alkışlarla desteklediği büyük spor arenasının iki savaşçısı.

  Serena Willams maç boyunca öyle bir yoğunlaşma yaşadı ki yüzündeki o büyük ciddiyet, zaman zaman öfkeye dönüştü. Azerenka ise her zamanki bebek yüzlü duruşunu öfke, kızgınlık ve ciddiyetle bile gölgeleyemedi.

 Şüphesiz seyirci mücadele görmeye gelmişti. Sahalara gelen en centilmen seyirci bile yüksek insan bedeninden damlayan terleri, muhteşem vuruşları, voleleri, smaçları, forehandleri, backhandleri görmeye geliyor.

 Binlerce ses, el birbirinin coşkusuna, oyuncuya yapılan övgülü teşekküre dönüşüyor. Roma’nın, Bizans’ın büyük, ölümcül gösterileri gibi seyirci büyük ve daha büyük gösteriler için geliyor.

 Sevindirici taraf, spor arenasında ölümcül gösteriler, vahşi hayvanların olmayışıdır. Gençliği kurtaracak en güzel yatırımlardan birisi de spordur. Spor dallarından en güzellerinden, centilmenlerinden olan tenis, Spor Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Belediyeler, Sivil Toplum Örgütleri tarafından ne kadar çok sahiplenilirse çocuklarımız o kadar daha çabuk kurtarılacaktır.

 Seyircinin büyük coşkusu Serena Williams’ı eski çağ savaşçılarına dönüştürmüş olsa da, oyun içinde tek bir gülümseme hareketi yapmayıp, inanılmaz sert ve öfkeli görünse de insan denen canlının o büyük maskesi oyun bitip kazanınca ortaya çıkıyor. Bu da insana özgü inanılmaz bir görüntü; o sert kadın, o büyük öfke, büyük savaşçı; küçük bir kıza dönmüştü. Rakibine bir abla şefkatiyle sarılıp onu da tebrik etti.

 İnsan, büyük rekabetin büyük oyuncusu; seyirci de alkışın en büyüğünü yapıyorsa, zirveye çıkmışlığın da büyüme hırsı, bedenimizi sarmışsa yapacak bir tek şey kalıyor geriye; savaşmak…

 Benim savaşım, amatörce büyük kaybetmelere dönük; yere, tabana daha yakın; büyük alkışlara çok daha uzak oldu ve böyle ilerleyecek. Sözüm odur ki, spor insana, insan bedenine ve ruhuna büyük destektir.

 Spora sadece kazanmak üzerine yapmadığımız sürece bize verecek o yüksek sağlam desteği ruhumuzun derinlerine bile inecektir diye düşünüyorum.

 Şimdi Amerika Açıkta Dünyanın 1 numarası Williams ile 2 numarası Azerenka’yı alkışlama zamanı; muhteşem diniz…

 Bu muhteşem finalden bir gün sonra Amerika Açıkta dünya tenisinin 1 numarası Novak Djokovic ile dünya 2 numarası Rafael Nadal karşılaştılar. İkisi de yenilmezlik üzerine şartlanmış, bunun için ter dökmüş ve bu büyük gösterinin rüyasını görmüşlerdi.

 Başarı ve zirveye çıkma alkışları, insan denen canlının en büyük iteneğidir. İki tenisçide kortlarda onlarca başarıya raket sallamış, hüzün ve mutluluk çığlıkları attılar.

 Sezonun son Grand Slamı Rafael Nadal’ın Novak Djokovic’i 3-1 yenmesiyle, büyük alkışların, büyük sevinçlerin ve kazanmaya dair Rafael Nadal’ın gözyaşlarıyla noktalandı.

 İnsan denen canlı, büyük zorluklara, büyük duruşlara bedenini siper etse de, en sonunda duygularına teslim oluyor. Rafael Nadal’da o büyük sevinci Rakibi Novak Djokovic’in elini sıkarken yaptı; gözyaşlarıyla bir bebeğin annesinin omzuna yaslanması gibi rakibinin omzuna yaslandı.

  Bu yüzden insanın mücadelesi rakiplere ihtiyaç duyar. İyi bir rakibin yoksa iyi bir savaşın, mücadelen ve alkışın da olmaz…
 Tıpkı, iyi bir komşun, arkadaşın, dostun olmadığı zaman; yalnızlığın pençesine düşmüş yavru bir ceylan gibi, korkmuşluğun en ağırını, o büyük kalp çırpıntılarıyla şenlendirir-sin…

 Güven Serin



  

9 Eylül 2013 Pazartesi

ŞAİRLER YAŞAMIN TANIKLIĞINI YAPAR


Kamera; Güven  Ganos (Işıklar) Dağları-Tekirdağ


ŞİİRLER YAŞAMIN TANIKLIĞINI YAPAR

  Evren, nasıl ki hareketin büyük enerjisine muhtaçsa, şiirlerde insanın ruhundan, yaşama katkı yapan bedeninden süzülen bilgelik damlacıklarına muhtaçtır. İşte, bu damlacıklardan süzülen tohumlar her daim yeşermeyi bekleyen ışığı ve nemi görür görmez fırlatır o ince narin bedenini yeryüzüne.

  Bir dönem, 1935 yılında Tekirdağ milletvekilliği de yapan, yaşamın içinde son ana kadar hareketin kutsanmışlığıyla koşuşturan Yahya Kemal, insan denen canlının görmüşlüğü, dinlemişliği, tecrübe edip irade ile seslenişini yapar;

Gelmek için ikinci bir hayata
Bir gün dönüş olsa ahiretten;
Her ruh açılıp da kâinata,
Keyfince semada bulsa mesken;
Talih bana dönse nazikâne;
Bir yıldız verse malikâne;
Bigane kalır o iltifata,
İstanbul’a dönmek isterim ben.

 Hayat boyu hiç evlenmeyen şair, mal mülk de edinmedi. Mal mülke duyulan o büyük özlemin yüksek esareti onu burnundan yakalayıp insan kılığının bir şekline sokamadı. Büyük insanlığın mal-mülk için çırpınışları, dünyayı karıştırıp nice masum çocuğu, kadını, erkeği katledişleri ortadadır; gün gibi.

 Bedeni ve ondan geriye kalanlar Aşiyan Mezarlığında, vapur çığlıkları, tuz kokuları yakınında dinlenmeye devam ediyor. Mezar taşında yine kendine ait bir şiir;

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhardan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

  Güven Serin



6 Eylül 2013 Cuma

SENİ SEVDİĞİM İÇİN KENDİMİ AFFETTİM


Kamera; Güven    Ganoslar Dağları-Tekirdağ


SENİ SEVDİĞİM İÇİN KENDİMİ AFFETTİM

  Akla hayale bile sığmayacak teknolojik gelişmeler hızını kesmeden yol almaya devam ediyor. Her yol alışın tökezleyenleri vardır. Yaşınız biraz ilerlediyse, geçmiş ile yeşermenin duygusal bağları kökleşmişse, çığ gibi ortaya çıkan gelişmeler size çok ağır gelir.

 Her gün mail ve telefonlarla milyarlarca “SEVGİ” sözcüğü duyarız. Hepsi de sevmeye dairdir… Sevmişliğin üretkenliğiyle fışkırırlar…

 En kolay olan sevme, damıtılmış insan bedeninden sızıp damlalara dönüşmediyse, o damlalar bir sanatın yolculuğuna, müzisyenin notalarına düşmediyse bir sorun var demektir. Kolay doğar ve kolay yok olur; yokluğun milyarlık mezarları arasında.

  Çok sevdiğim bir sözcük demetidir; “ Seni sevdiğim için kendimi affettim” anlatımı. Zorlu bir sevdanın, büyük ve anlamlı, sanata dönüşmüş ilişkilerin son noktasını anlatır. Kendine sert ve acımasız tokat atan, duygularıyla saf bir çocuk gibi savaşan, öfkeden, şiddetten, kinden arınmış bedenin en büyük kızgınlığını, eziyetini kendi vicdanıyla kendi bedenine kazımış olmasının da sonunu anlatır.

 Büyük fırtına ortalığı toz-duman etmiştir. Sarsılmaz, kırılmaz, bitmez denen insan bedeni, nefessiz kalmanın, boğaz kurluğunun ve daralmanın dehlizlerinden de geçer. Mısır Rahiplerinin, Cengiz Han’ın komutanlarının sınamasından daha büyük sınama dır  sırat köprüsünden geçmeye çalışan ve o geçişi “sevgi” için, başaran insanın kendi gerçeğidir.

 En kolay görünen sevgi ve sevmek, muhteşem gelişmeler sayesinde, en zor insan davranışlarına dönüşmüştür. Halbuki sevgi ve sevmek hiçbir sembole, işarete, bağlılık yeminlerine, evlenme cüzdanlarına gerek duymaz. O yüzdendir 80 yaşındaki büyük şairin son nefese giderken sevgilinin sevgi ile tuttuğu sıcak elini.

 Sevginin sanata, sanatsallığa dönüştüğü, imbiğin kaynar sularında değişim geçirdiği zamanlarda sapma, hata ve kaymalar olur. Bu hatalara, kaymalara verilen ilk tepki; “ ihanet” sözcüğünün korkunç kükreme sidir. Öfkenin şiddeti kine, kinin gücü ise bütün duyguları yerle bir eden kasırgaya dönüşür.

 O muhteşem sevgi, sevmişlik, değişimin getireceği büyük ve manalı sanat; bir anda yokluğun içine itilir. Oysa sevgi bilgisayarın tuşuna basıp bütün verileri silme işlemi gibi silinemez. Kandan, etten, kemikten olan insanın sonsuza meydan okuyan ruhu bütün kayıtları tutar; eksiksiz bir şekilde…

 Sevmişliğin girdabına düşüp, hata yapan taraftaysanız; kendinize EZİYET etmeyin! Her eziyet, her kırbaç, tokat o büyük sevgiye yollanan lanet haykırışları gibidir. Siz kendinizi en güzel ödül ile buluşturmuş olursunuz zaten; “ SEVGİ” ile…

 Sevmeyi başarmak, kendimize yapacağımız bütün eziyetlerin bitmiş olacağını; kendi kendimizi affettiğimiz-in de geçiş törenidir. İşte bu yüzden seviyorum ben bu kelime demetini;

 Seni sevdiğim için kendimi affettim…

  Güven Serin



2 Eylül 2013 Pazartesi

TOPHANE-İ AMİRE ve ALACAKARANLIK


Kamera; Güven Tophane-i Amire
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi


Kamera; Güven  Tophane-i Amire Tek Kubbe
Francesco Albano 
Bu sergi deri ile kemik arasındaki o muhteşem
irdelemeyi yapıyor. 
Ey sanat, ey sanatçı; eğiliyorum önünüzde... 


Kamera; Güven Tophane-i Amire Tek Kubbe

Galerıst-Francesco Albano 

20 Eylüle kadar devam edecek sergi; ÜCRETSİZ. 


Kamera; Güven  Tophane-i Amire 
Sanatçı, Francesco Albano


Kamera; Güven  Francesco Albano

"Albano, yapıbozumun sınırında dolaşarak
şekillendirdiği bedenlerini bir nevi varoluş olarak tanımlarken
bu bedenlerin boşluktaki hacmini meydana getiren dramatik
ve katı tinsel yokluğu izleyicinin keşfine sunuyor."
  Sunuş yazısından.


Kamera; Güven Tophane-i Amire Ana Bina
Bilinmeyen Güçler Sergisi
Sanatçı, Seung H- Sang

Bu sergi salonunda esas büyük eserin yani 
15 Bin kara bloktan sadece 187 tanesini göreceğiz.
Bu bloklar Kore'ye geri götürüldükten sonra, mezarlık
platformuna yerleştirilecek.


Kamera; Güven Tophane-i Amire  Ana Bina

Sanatçı Seung H Sang


Kamera; Güven Tophane-i Amire Narlı Kız
Sanatçı, Alicia Frankovıch

Kırmızı meyve ve bir çift eskimiş spor ayakkabısı
Burada, bu sergide, irdeleyerek,zamanı yavaşlatarak
çok şey bulabilirsiniz. Veya üstün körü gezerek
nadide bir çiçeği ezip geçip gider gibi,
hiçbir şeyi fark etmeden de gidebiliriz;
büyük çoğunluğun yaptığı gibi...


Kamera; Güven Tophane-i Amire Ana Bina
Sanatçı Koki Tanaka- Beş Piyanist

Sanırım sadece bu video gösterimi izlemek için bile
buraya tekrar dönmek isterim. Bir şey var, eksik bir şey...


Kamera; Güven Tophane-i Amire - Ana Bina

Sanatçı Koki Tanaka - Beş Piyanist

İlk akort ve düzensizlik; sonra, kolektivite modeli...


Kamera; Güven 

İlyas Bey nar suyu molasında. Afiyetle ... 


TOPHANE-İ AMİRE ve ALACAKARANLIK

  İlyas Bey ile bir gün önceden karar verdik; İstanbul'a gideceğiz. Dostumuz Naci Beyi görüp hal-hatırdan sonra Tophaneye geleceğiz. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi Tek Kubbe de gösterime giren Francesco Albano’nun sergisine katılacağız.

 Alışık olduğum İstanbul yolundayım. Trafikte önemli zaman kaybettik. Buluşma kararlılığında olmamız ve yaşama katılacak yepyeni bir gün hatırına sinirlerimizi zorlamadık. Naci Bey ve sevdiği olan kadın Merry’de bizle birlikte oldu. Kabataş’ta çayhanede geçen iki saatlik zaman Naci Bey ile Merry’in yan yana oluşlarının mutlu enerjileriyle kutsanmış birer canlı gibiydi.

  Naci Bey, İlyas Bey, Merry ve ben; yaklaşık yüz metre ötede Dünya Barış Günü için Barış Zinciri yapmış gençler kollarıyla, elleriyle bütün insanlığa tek bir mesaj veriyorlar; “BARIŞ” savaşları, kin ve nefretleri, entrikaları bırakın! Ve bu çağrıyı sadece el ele tutuşarak yapıyorlar.

 Naci Bey ile Merry buluşmak üzere, dedikten sonra Tophane’ye geldik. Taş mekanlar çarpık bloklara, binalara misilleme yapar gibi gösterişli, sağlam ve çevresiyle barışık halde sanata, güzele inanmış insanları bekliyor.

 Tophane’de bulunan bu mekan Tramvay istasyonuna yüz metre yakınlıkta. Serginin güzel tarafı da ücretsiz oluşu! Sadece Francesco Albano’nun sergisi için gelmiş olmamıza rağmen bizi bekleyen sürpriz sergi Bilinmeyen Güçler ilginizi çekecektir. Bilinmeyen Güçler Sergisi Tophane-i Amire ana binasında ve çok yavaş gezilecek anlatımlar, irdelemelerle dolu. 

 Yere Yazı bölümü oldukça ilginizi çekecek irdeleme alanlarından birisi olacak. Korece’de “teomunee” sözcüğü yere kazınmış motif anlamına gelir. Biri “ Teomunee yok” dediğinde bir şey, yapmanın anlamı yok dediği anlamına gelir.

  Bilinmeyen Güçler Sergisi farklı sanatçıların çalışmalarıyla insanı çok hızlı akan bu zaman diliminde düşünmeye, irdelemeye ve birazcık olsun oturup kendimizi dinlemeye davet ediyor. Ana mekanı hızlı bir şekilde geçip Tek Kubbe’ye Francesco Albano’nun Sergisine geldik. Sanatçı sergisini ve felsefesini şu sözcüklerle ölümsüzleştiriyor;

 “ Alacakaranlık, hiçbir şeye atıfta bulunmayan bir zaman dilimi. İşlerim, gecenin sabaha en yakın olduğu bu an’a gönderme yapıyor. Bu, yenisinin ve tazesinin geleceğini tasavvur bile edemediğin, potansiyel ve bitkin enerjilerle dolu ilkel bir boyut. Beden, ne geceden vazgeçebilir ne de gündüzü fark edebilir. Bu zaman dilimi, gece ve gündüz arasında, Tanrı’nın bile, eğer varsa, başka bir şeyle meşgul olduğu bir oyuk.”

 Sanatçılar, evrene yayılan o büyük enerjiyi koklayarak, hissederek her zaman farklılığı, dokunmayana dokunmayı, girilmeyene girmeyi, duyulmayanın duymayı ve duyurmayı düşünürler. Francesco Albano’da böyle bir genç sanatçılardan sadece birisi.

 Bu sergide ne mi bulacaksınız? Sanatçının ortaya çıkarttığı formlar yine sanatçının kendi anlatımıyla ortaya çıkıyor;

 “ ‘deri” iç ve dış arasındaki en yakın sınır, kimlik, bir tür muhafaza alanı olarak yokluk arzu gibi hisleri temsil ederken; ‘kemik’ deriyi çevreleyen, taşıyan, ayakta tutan temel ve durağan bir yapı olarak fiziksel varlığı tamamlıyor.”

 Tophane’i Amire ve 20 Eylül'e kadar devam edecek sergiler iç seslere kulak veren insana, bu sesleri dönüştürüp dışarıya taşıyacak insana kucak açıyor.

 Güven Serin