15 Ağustos 2013 Perşembe

İHANET ve BEDEL


Ada ve Ilgın ağaçları;yaşama dokunmaya başlayınca insan
hiçbir şey anlamadım bu hayattan, sözcüğü yerle bir olur.
Ve bir şey anlayanlardan ürker diğer büyük sürü. Anlamış
olanların tökezlemesini beklerler sabırla..
İHANET ve BEDEL

 En çok sevilen sözcüklerden birisidir ihanet sözcüğü. Eğriye de, doğruya da kullanılır. Ahlak ve sevgi sadakatle beslenir; bilirim! Ama şunu da bilirim; insan, meraklıdır. Değişim sever… Bazen geriye büyük eserinden o büyük aşkından biraz geriye kalıp, onu uzaktan seyretmek ister. İhanetle yatıp kalkan güzel toplumum her geriye yaslanışı, her farklı söylemi “ihanet” ile ödüllendirir; aklın gurur ile beslenen duygulara teslim olduğu; insanın insanı yaşarken katlettiği zaman…

  Arkadaşım Hüseyin beni telefonla aradığı zaman çok heyecanlandım. Beni Büyükada’ya davet etti. Bana anlatacak gerçek bir hikayesi olduğunu söyledi. Biliyordu benim hikayelere muhtaçlığımı. Biliyordu, öyküler kovaladığımı. Bir Ada sevdalısı olan ben; güneşin güne ve insanlara meydan okuduğu sıcak zamanda Büyükada’nın yolunu tuttum.

 Vapur sevdiğim vapurlardan; ağır ağır yarıyor Marmara’nın renkten renge dönüşen sularını. Bazen bir bıçak gibi kesiyor ikiye, üçe, beşe… Önce Kınalıada iskelesine uğradık. Tanıdık tepelere, lokantalara, evlere baktım. Sonra, Burgazada yani Sait Faik’in adası; onun hikayeleri, şiirleri bir araya getirip, yeryüzüne güzel bir eser olarak bıraktığı, bana anlatılacak hikayenin de başladığı ada; Burgazada…

 Heybeliada’sı üçüncü sıradaydı. İskelenin sol tarafındaki Deniz Lisesi gösterişli duruş içinde adanın doğal güzelliğine taş ve mermerin mimariyle buluşup uyum sağlayacağını anlatıyordu. İskelede sembolik olarak nöbet tutan onbaşı; beyazlığın disipline duruşunu büyük bir uyum içinde gerçekleştiriyor.

 Sonunda Büyükada göründü. Bisikletçiler, fayton sürücüleri ve atlar, çıngırak sesleriyle şenlenen sokak ve caddeler… Her yan insan ve her yan çığlık, sevinç, gösteri kaynıyor… Yüzyıllardır bir burada yaşayan yaşlı Rumlar bu kaynamaya pek ayak uydurmuşa benzemiyorlar. Hızla çoğalan davetsiz misafirler on iki ay sürse, dağdan gelip bağdakini kovmanın muhteşem finali yaşanır. Zaten yeterince yaşanmışa benziyor…

 Sıcaktan bunalmış insanların büyük çoğunluğu denize girebilecekleri plajlara koşturdular. Gençlerin büyük çoğunluğu bisiklet sürmekle meşgul; yaşadıkları şehrin kıstırılmış esaretini burada özgürlüğe, özgürlüğün çırpınmasına dönüştürüyorlar. Kimi denizin serinliğine, kimi bisikletin, kimi ise çıngırak sesli yaylı faytonlarına koştu. Ben ise sokakların zakkum, sarmaşık begonvillerin, çam kokan yerlerin içine; hatta koynuna sokuldum.

 Dostum Hüseyin ile bana anlatacağı gerçek hikayesi ile buluşmadan önce kendi yalnızlığımı Adanın öteden beri gelen kültürüyle buluşturdum. Büyük ve gösterişli evler, bakımlı, rengarenk bahçeler; hepsi insanın görgüsüyle, insanın sevgisiyle oluşmuş şeyler…

 Bir saatlik gezintim sonrası Hüseyin ile buluştum. Emanet olarak durduğu hediyelik eşya tezgâhı görülmeye değer; bir insanın deniz ürünleriyle; midye kabukları, balon balıkları, papan balıkları ile meydana getirdiği o gösterişli objeler görülmeye değer. Hüseyin, tezgâhında kırk yıllık satıcı gibi; satmaktan öte, yol, yön tarif ediyor. Bilgi veriyor insanlara.

 İnsanların yol ve yön tarif istemesi bitmiyor. Okumayı, araştırmayı sevmeyen kısa bilgiler ile beslenen insanlar ve insancıklar…

 Hüseyin insan yüzüyle, hakiki gülümsemesiyle karşılıyor beni. Ve hikâyesine başlıyor; İhanet ile onun bedeli olan; aynı zamanda bir erkek ile kadının hikayesine.

 Burgazada’da başlamış bu sevda. Sait Faik’in o güzel şiirleri gi.i;

Sana koşuyorum bir vapurun içinde/ Ölmemek, delirmemek için/ Yaşamak; bütün adetlerden uzak/ Yaşamak/ Hayır, hayır değil sıcak/  Dudaklarının hatırası/ Değil saçlarının kokusu/ Hiçbiri değil.

 Erkek ile kadın ilk tohumu Burgazada’da ekmişler. Burgazada’nın yollarını soğuk, rüzgârlı bir kış günü birlikte yürümüşler. Denize onun şarkılarına, dansına bakarken birlikte bırakmışlar çiçek demetlerini suya. Sevdiklerine adadıkları, selam gönderdikleri kokulu çiçekler. Kadın elini çiçek eli gibi uzatmış. Erkek uzatılan o eli, çiçeği kokar gibi tüm gün kokup durmuş.

 Tohumlar Burgazada’nın rüzgârı, yüzyıllara adanmış hikâyeleriyle sulanmış, beslenmiş. Erkek ile kadın yeşeren tohumda yaşadıkları sevdayı, tam da şairin gözüyle, adetlerden uzak ve susamışlık içinde yaşamışlar.

 Sadakatleri hiçbir kayda, sembole bağlı değilmiş. Şahitliğini Adanın kuşları, köpekleri, ağaçları ve çiçeklerinin yaptıkları törenle başlayan birliktelik günleri aylara, ayları da yıllara getirmiş. Birlikte sevmişler sinemadaki filmi, tiyatrodaki oyunu, Olimposta’ki tanrıça hikâyelerini. Likya yolunu birlikte yürümüşler. Taş lahitleri de birlikte dokunmuşlar. İstanbul’un sokakları bitmediği sürece bu aşk da bitmeyecek deyip; müzelerin o muhteşem dehlizlerinde birlikte kaybolup birlikte öpüşmüşler; kimi gizliden gizliye, kimi aşikâr bir şekilde…

 Hüseyin, hikâyesini anlatırken sevgi dolu yüreğinin nemli gözleriyle sesleniyor bana;

 Bu hikâye bitmemeliydi! Niçin Hüseyin? Çünkü zarifti, bir zanaatkarın sanata dönüştürdüğü esere dönüşmüştü. Bu kadar iyi de neden bitti peki?  İyiler, güzel şeyler çabuk biter de ondan!

 Ama asıl sebebi, bütün güzelliğini, içindeki sevgisini bu sevdaya adamış kadının erkeğe ödetmek istediği bedel yüzünden bitti. Bedel mi? Evet bedel! Erkek sevdasına o kadar güveniyor ve o kadar yoğun yaşıyordu ki, sadakatini fazlalaştırmış, neredeyse saat saat, dakika dakika, saniye saniye sorumluluk içinde biraz gevşeme, farklı arkadaşlarına kadından habersiz, onlarla birlikte olma ihtiyacına yöneldi. Bu yöneliş, sadakati yerle bir etmek, bir ikinci sevdaya su taşımak için değildi.

 Niçin peki? Sadece biraz geriye çıkıp o büyük resmi; panoramayı uzaktan seyretmek istedi. Kadın, bunu ihanet olarak gördü. Ve ihanetini, gururun, öfkenin yardımıyla büyük bir gösteriye dönüştürdü; öldürdü bu iki yeşil fidanı; Burgazada’da doğdular ve Büyükada’da öldüler…

 Hüseyin, botanik, coğrafya, tarih, ahşap, taş, şiir; konusu insan olan her şeyin sevdalısı dostum Hüseyin; tanıklık ettiği, erkek ile kadını; her ikisini de tanıdığı bu hikâyeyi bana anlatırken bile rahatlamamıştı. Teselliyi, benim de bir gazete yazarı oluşum ve bu hikâyeyi sevgiye aç olan insanlara anlatacak oluşumdu.

 Bu yaşlı gezegende kim bilir kaç milyar hikâye yazıldı. Her hikâyenin başlangıcı ve sonu var; yaşam ve ölüm gibi. Üzücü olan ise, yaşarken ölmek… Şairin dediği gibi belki de geriye kalan bir kırlangıç ömrümüz var; onu da, yok etmek; İnsanın Geothe’ye yalvarası geliyor…

 Güven Serin  






Hiç yorum yok: