26 Haziran 2013 Çarşamba

AYIN ON DÖRDÜ


Kamera; Güven  Kumbağ-Tekirdağ

Doğduğum değil, yaşadığım topraklar...

AYIN ON DÖRDÜ

  Dolunay, ayın on dördü… Bir kor gibi, gök ile denizin; Marmara'nın birleştiği yerden yükselmeye başladı. Kocaman, devasa bir kor parçası… Bu görüntü, milyar yaşındaydı; belki de en yaşlı görüntülerden birisi…

  Denize, dağa, aya, yıldızlara bakarken; milyon, milyar yaşındaki cisimlere bakmanın ürpertici güzelliğini yaşıyorum. Onlar, bizden çok önceleri de oradaydı; bizim, insanoğlunun kavgaları başlamadan, dinozorlar çağından bile önce…

 Dünyada ki kavgam, insanlığı oluşturan insanlarla değil. Asıl kavgam kendimle benim… Güneşi, ayı, yıldızları, uzayın en derin köşesini bile merak eden beynimle… Susamışlığı, açlığı, nezaketi ve zarafeti arayan; onu bulunca, daha fazlasını merak eden evrenin bir parçası olan kendi dönüşümüm ile kavga halindeyim…

  Hem dünyanın insan eliyle oluşturulmuş yasalarına uyum sağlamak, hem de evrenin insanın içine işlediği yasalar ile denge kurmak; insanın ah ile vah ile geçen küçücük ömründe yetmeyen erişilmezliğiyle.

  Güzel olan, faydaya, insanın ruhuna katkı yapıp, beden zamanına huzurlu dönüşüm verecek her şeyin kültüre; devamlılığın soylu paylaşımlarına dönüşmesini susuz bir insanın suyu istediği gibi istiyorum.

  Her insanın kendi yaşamında kendi çevresiyle istikrarın dostluğu ile uyumlu bir süreç içinde kendi patikasını oluşturacağına tanıklık eden birisiyim. İnsanın serüveni yine insanın istikrarlı yürüyüşü, tabiatın dengelerine gösterdiği uyum kabiliyetiyle ortaya çıkar…

 Metin ile arkadaşlık uyumunu çeşitli badirelerden sonra iyi bir seviyeye getirdik. Güven veren paylaşımlarımızın koşullanmalardan uzaklığı insan bedeninin kemik, et, kan parçasından oluşmasından öte ruhun hafifliğini, tüy uçuşunun sessiz huzurunu getiriyor bize.

  Yıllardır tekrarladığımız Kumbağ Tepesi, oradan Marmara Denizinin izlenecek oluşu; Marmara, Hayırsız Ada seyirleri kaçınılmaz bir çağrının heyecanı içinde davet etti bizi. Teklif kimden gelirse gelsin, söz konusu tepe olunca, tepenin gün ile geceye akacağı zamanın yolculuğuna çıkma kararı hemen verilir. Mazeretler ve koşullar nazikçe bir kenara itilir…

 Köftelerimizi, içeceklerimiz, dürbün ve fotoğraf makinemiz sırt çantamın güvenli ev sahipliğiyle toprak, kekik, çam, yosun kokan tepe ile buluşmamızı sağladı. Her şey bıraktığımız gibi; küçük çiçekler yağmurdan sonra tekrar açmış. Lila, sarı, pembe renginde, yeşilin farklı tonundaki bitkiler sonsuza büyük şükran sunar gibi “hoş geldin” diyorlar bize.

  Bir kor parçası, devasa bir görüntü; uzayda yüzen bir cisim; dokunacağımız kadar yakın; gök ile denizin birleştiği yerden yükseliyor…

  Masalımsı bir görüntü diyorum Metin’e. Metin, “gerçekten de dostum, masalımsı bir görüntü…” Uzayın bonkör yüzü, hemen üzerimizde milyar yaşında, milyarlarca yıldız; ışıl ışıl… Kimisi çoktan yok olduğu halde, uzaklığının hatırına ışığı hâla varmışlar gibi rol kesip, yıldız görüntüsü içindeler…

 Ayın on dördü, dolun ay; büyük görkemiyle ağır ağır yükseliyor gökyüzünün muhteşem desteğinde. Işık yolu Anadolu’dan bize kadar; Trakya topraklarına kadar geliyor. Küçük tekneler, küçük nafakaları peşinde; çapari den dönenler ve gecenin deniz ile sarmaş dolaş olduğu ıslak yüzeye küçük motorlarıyla ilerleyenler; met ve cezir dalgaları gibi; kimi limana giriyor, kimi limandan denize açılıyor…

 Zeus hâla İda Dağının tepesinden bakıyor mu bilemiyorum. Athena, zekâ öğretileri peşinde mi yine? Şüphesiz ay Tanrıçası Bendis bizi izliyordur… Şarap Tanrısı Dionyssos’un hatırına yudumladık içkilerimizi. Deniz Tanrıçası Amphitrite’ye gece kadar sessiz selam gönderdik. Gece Tanrıçası Nyks’a, dinginliği, yenilenmeye yaptığı katkı, ay ve yıldızları ortaya çıkarttığı için teşekkür ettik.

 En azametli gök Tanrıçası olmalı; sonsuzluğa açılan o büyük boşlukta, hâkimiyet kurmuş olmanın büyük gururu ile Uranos gülümsüyordur yükseklerde bir yerde.

  Neşe Tanrısını Risus’u akıldan çıkarmadan, Nazım’ın dizeleriyle dolunay ve ışık yoluna, oynaşan yakamozlara katıldık;

  Bir ucu kuyuda kaybolan rüzgarlı bir şosede
  Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatimiz yalınayak.
  Yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatimiz.
  Bir de ağır yürüyor ki delirmek işten değil.

   Güven Serin





 







25 Haziran 2013 Salı

NE HOŞ OLURDU


Kamera; Metin   Seferihisar-İzmir

NE HOŞ OLURDU

  “Ne hoş olurdu; azgın dalgalarla boğuşan denizcileri sakin bir limandan seyretmek…” Yüzlerce yıl önce yaşamış, yaşamı insanlık düşlerini çözümlenemeden, yarım bırakarak kendi hayatına son vermiş şair ve filozof Titus Lucretius Carus böyle seslenmiş, sesleri duymayı unutmuş, kendi kişisel yaşamına dalmış insanlık topluluğuna.

  İnsan duygularında değişen pek bir şey olmadı… Kurnazlığı, kendi yaşamını en kıymetli görüp, diğer insanları öncü diye, kahraman, şehit diye alkışlamayı yine son derece coşku ile sürdürmeye devam ediyoruz.

  Her gün hak ve adaletten söz eden başbakanımızın bile kendi çocukları için yaptığı ayrıcalığı, halkının bir bölümüne seslenirken “benim halkım sizlersiniz” derken, diğer taraftaki halkı hedef haline getiriyor.

  Taksim direnişinden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görüyoruz. Heyecan ve coşku çok büyük… Gençlik, susamışlığa, açlığa, adaletsizliğe baş kaldırmış… Ülkemizi yöneten, ülke adına her türlü ihtiyaçları karşılanan, altlarındaki zırhlı araçlardan tutun da, geleceklerini garanti altına alacak, çocuklarının, akrabalarının yaşamları en iyi seviyeye gelen bu insanlar, bu ülkenin sunduğu bu güzellikleri, yine diğer tarafa çok görmenin büyük yanılgısı içindeler…

  Saatin gece yarısını çoktan geçtiği zaman içinde kitaplara verdiğim arayı televizyon izlemeye ayırdım. Artık herkes tarafından bilinen, sağduyuyu ilkeli ve dengeli habercilik vereme geleneğini bırakmış televizyon kanalları başbakanın Erzurum mitingini veriyor. Başbakanın sesi, çıldırmış bir insan sesi gibi uğulduyor kulaklarımda.

 Kardeşlerim derken, ben 76 milyonun başbakanıyım derken, değer tarafı yok sayması, o çok büyük, eğitimli gençliği görmeyip, bunlar rahat dursa hiçbir şey olmaz; rahat durmadıkları için su da sıkılır, biber gazı da diyerek, mitinge gelen insanlar üzerindeki tesire dört gözle sarılması; mideme kramplar girmesine neden oluyor…

  Nasıl olur; böyle bir sonu insan kendi kendine neden ister diye düşünmeden edemiyorum… Bu bir son; son çığlıklar gibi geliyor bana. Çünkü bu kadar gerilmeye, bu kadar asılsız iddialara muhtaç bir hale gelen bir yönetici halkının büyük bir bölümüyle yolları ayırmış demektir.

 Gençlik hareketini anlamayan ama günlük yaşam mücadelesi içinde olan birçok arkadaşım, küçük esnaf tanıdığım, hep o bildik soruyu soruyor; “ Bu işin sonu ne olacak? Bu gençlerin direnişi dış destekli diyorlar!”

  Kendi gözlerinizle görün; gidin o gençliğin, o hareketin içine katılın! Dediğimde, sakin liman keyfi çıkartmak isteyen İNSANLARA, söyleyecek bir şey bulamıyorum; çünkü azgın dalgalardan korkuyorlar; yüzyılların korkusu…

  Zahmetsiz bir ülke, bir Cumhuriyet bulmuş olmanın zahmetsiz alışkanlıklarıyla bize çok yakın olan gençlik hareketine, halk direnişine uzak olan insan sesleri acı bir düşünce içende görmeme neden oluyor. Kitapsız, sinemasız, tarihsiz, tiyatrosuz, müziksiz, eğlencesiz hayatların sorgulamaya, öğrenmeye uzak kalışının baş dönmesini yaşıyorum…

 Yine kurtarıcım çağlar öncesinin hiç eskimeyen şairinin, filozofunun sözleri geliyor aklıma;

“ Ne hoş olurdu; azgın dalgalarla boğuşan denizcileri sakin bir limandan seyretmek…”

  İşte tam da şimdi sakin bir limandan azgın dalgalar ile boğuşan denizcilerin yerine Türkiye Gençliğini sakin bir limandan seyrediyoruz; onlar gerçekten azgın dalgalar ile şiddetin büyük gücü ve çıldırmış seslenişiyle boğuşuyor; hem de can havliyle; can ve cananlar yitire yitire…

         Güven Serin
    

19 Haziran 2013 Çarşamba

BEDELİ NE OLURSA OLSUN


SALVADOR DALİ-İLAHİ KOMEDYA

BEDELİ NE OLURSA OLSUN

“ Burayı, ben boşaldın” dedim… , “Bedeli ne olursa olsun… Şimdi bu parkı millete teslim ettim…” Ülkeyi yöneten, bunun adına demokrasi ile yönetim diyen başbakan böyle sesleniyor büyük gurur içinde baktığı, büyük çabalar, belediye imkânlarıyla topladığı mitingin büyük insan topluluğuna.

 Sormak isterim başbakana; peki, oradan dışarı gazlar, sular ile kimyasallar ile attığın, böcekten bile daha önemsiz gördüğün insanlar “HALK” değil mi başbakan?

 Ağzından düşürmediği en değerli sözcük; “ HESAP SORMA” Nasıl bir iştir bu? Neyin hesabı? Vicdanın, merhametin, yaralıların, nefes alamayanların yanında olan, onlara yardım eden doktorların, avukatların, esnafın, işletmecilerin hesabını düreceğim, diyor; düreceğim; tıpkı subayların, gazetecilerin hesabını gördüğüm gibi…

  Büyük mitinginin büyük insan topluluğu karşısında bütün aslanları parçalamış, bütün savaşçıları yenmiş bir canlı edasıyla kükrüyor başbakan;

“ POLİS BİBER GAZI KULLANMAYACAK MI? Elbet kullanacak…” Delirmiş insan mantığıyla, sonsuzluğa yola çıkmış, sonsuzluğun ödülü, ölümsüzlüğü edinmiş ve bu ölümsüzlüğü var etmek için sürekli taze insan ruhuyla beslenen kötü tanrıça gibi yabancı medyaya da sesleniyor;

 Ey, BBS, CNN, RUTHER bunu da gizleyin! Bunu da göstermeyin! Çatallı sesiyle, sevgiden ve insandan yoksun donuk bakışlarıyla bir insan; tüm dünyaya büyük gösteri, büyük ders verdiğini sanıyor…

  BE EY GAFİL, EY CAHİL; Türk Baharı Kasım 2002’de oldu zaten, diyor çatallaşmış sesin yorgun yüzün bedeni…

  Sorulacak hesap; bir başbakan hesap ile yatıyor ve hesap ile kalkıyor… Yargı, Yasama ve Yürütme; kim bilir ne rüyalar görüyordur büyük kral olup bütün hepsini tamamıyla eline geçirip, gafil dediği, cibilliyetsiz dediği insanları yokluğun içinde yok etmek adına…

   Güven Serin


  

18 Haziran 2013 Salı

DİRENİŞ ve HASRET


KUŞLAR-İSTANBUL...


DİRENİŞ ve HASRET

  Vatanı için, hürriyeti için, parasız eğitim, temiz hava, doğa, hayvanlar için direneni anlarım ve alkışlarım, içlerine katılırım… Halkını galeyana getiren, yaralayan, küstüren, suçlayan, ayrıştıran bir insanı; felsefeyi, siyaseti anlayamam…

 Bu diyarlar, tarihin, arkeolojinin, insan biliminin süzgecinden geçebilseydi; bütün direnişleri, hasretleri ve göçleri, katliamları iyi anlardık… Yine yok; halkı anlamak, geçmişe göz atmak, söyleneni dinlemek… Yine yok işte; otelin hastane gibi kullanılan salonuna bile girip darp etmeyi, gaz atmayı marifet sayan ve aldıkları büyük emri uygulayan, adına güvenlik güçleri denilen topluluğun ne yaptığını bilen varsa beri gelsin…

  Türk insanı; Türk gençliği ve İstanbul Taksim, direniyor… Direnmenin kıvılcımının çakıldığı, tohumunun tüm ülkeye ve oradan dünyaya polen dağıttığı yer; Taksim… Aynı yere yakın bir başka direnişin, hasretin sanatsal gösterimleri yapılıyor. Bunlardan birisi de, ülkemizde doğan Jak İhmalyan; sürgündeki ressam, kitabı sergisi yapıldı. Hasretin hikâyesi; Nazım'ın, Sabahattin’in, Uğur’un, Aziz’in, Benjamin’in, Adorno’nın direnişe ve özleme olan öyküleri gibi…

  Halkını susturmak, susanı ve uyuyanı uyandıracak olan filozoflar, şairler, yazarlar, ressamlar ve aydınlığa inanmış, onun hamuruyla yoğrulmuş olanlar; her zaman sürgüne yollandılar. Her zaman korkuldu onlardan; zamanımızdan iki bin yıl önce bile baldıran zehirleri sunuldu bakır taslar içinde…

   İstiklal caddesi, Jak İhmalyan’ın sergisi; hasreti, sanatı ve büyük direnişi ağırlıyor. İstiklalin, insanın içindeki en yüce direnişi ve hasreti…

  Aziz Nesin Jak İhmalyan için; “ Sevgili Jak İhmalyan ve ağabeyi Vartan İhmalyan, birlikte öldüklerimdendir. Bu kitapta, kendileriyle birlikte öldüğüm insanları anlatacağım. Has Türkiyeli yurttaşım iki Ermeni…

  Abidin Dino Jak İhmalyan için ; “ Hoş Geldin Memleketine Jak ve Anadan Doğma İstanbullu.” Diye anlatır, hasretin, insan kalmanın direniş hikâyesini… Hasretin, insan kalmanın düşüncelerini şöyle anlatıyor Jak İhmalyan;

 “ Kendimi bildim bileli, değil bir toplumda, bir ailede bile haksızlığa, güçlünün güçsüzü, kurnazın temizi ezmesine dayanamamıştım. Bundan ötürü, sevdiğim ve savunmak istediğim kişileri, canlıları çizer dururum. Natürmort bile yapacak olsam, kristal vazolarda soylu yemişlere pek elim varmaz da, mutsuz ya da yarı mutlu çoğunluğun alçak gönüllü sofrasına gidi-gidiverir fırçam…”

  Burada doğmuş, burada büyümüş ve yaşam sanatına sarılmış insanların zorla göçlerini, korkutulmalarını hiçbir zaman, aklın, sevginin işi değildir… Her zorunlu göç, oraya renksizliği, korkuyu, cehaleti de bırakır. Kötülüğün ayıklanması, güvenliğin gereği, bütün insanlığı suçlamak değil, zararlı olanı bulup, en insani yoldan zararsız hale getirmektir… Bölümlere ayrılmış, sürekli değişen sınırlarla çizilip ortaya çıkarılmış ülkelerin milletleri; insanlığın kadım zamanlarından bu yana direnişi, özlemi, göçü ve savaşları yaşadı durdu.

  Batı ile doğunun çok renkliliği ile tanışlı bin yıl oldu. Türküler, yemekler, ağıtlar bile iç içe geçti. Beraber ağlandı ve gülündü. Aynı toprağın aynı kaderini paylaşan insanları yere “vatan” olarak sarıldılar. Vatanı kuşatan cehaleti temizledikçe, bilginin, sanatın, felsefenin besinleriyle beslendikçe, direnişi, özlemi vatandan da öte algılamanın bilge kişiliğidir insanın insana olan yürüyüşü…

 Nazım, hasret için, şiir için, insan için, ülkesi için direndi… Sabahattin Ali de, Uğur Mumcu da, Deniz Gezmiş de, Hasan Ali Yücel’de, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin de öyle…

  Pir Sultan da, Yunus da, Sivas’ta yananlar da, derisi yüzülen Nesimi’de, Fikret'te, Namık Kemal’de öyle…

 Taksim Gençliği, ülkemin; insana, sevgiye, hakka ve canlı yaşamının kutsallığa inanmış güzel insanlar; barbarlığın yok olmasına, güzel inançların kurnazca kullanılmasına, yeşilin, parklarımızın, bahçelerimizin, ormanlarımızın, çocuklarımızın katlediş-ine direniyorlar; hasretle, inançla…

Dedim vatanım mı dedi ilimdir
Dedim bülbül müdür dedi gülümdür
Dedim Nesimî Şah dedi kulumdur
Dedim satar mısın söyledi yok yok 



Nesimî döğünsün taşlar
Akıtalım gözden yaşlar
Hak tariktir hey kardaşlar
Gelsin bir hoşça yanalım…

 Güven Serin