30 Ekim 2012 Salı

HINKIRMA


Kamera; Güven    İSTANBUL

Mimari ruhun temizlenmesine katkı sağlarken,
hınkırma bedenin temizliğine katkı sağlar.

Kamera; Güven  Yeniköy
Panayia Kilisesi-Rum Vakfı 1837

Dini mekanlar da ruhun ve aynı zamanda
bedenlerin temizlenmesine katkı yapıldığı
yerler olarak amaçlanmıştır. Ama insanın
insanlık yolundaki büyük çekişmeleri ve
büyük kurnazlıkları bu temizliği kuşkuya
düşürmüştür.
Bendeniz nazikçe bütün dini mekanlara el
sallıyorum. Ama en büyük dini mekan; evrene
onun önünde eğildiğimi söylemeyi büyük
insanlık vazifem olarak görüyorum.

                             HINKIRMA

  Şimdi bu hınkırma da nereden çıktı, nedir bu diyenlerin merakını fazla bekletmeden böyle bir sözcüğün Türkçede olmadığını söyleyerek söze giriyorum. Hınkırma hani bildiğimiz hınkırma işte! Burnumuzu temizlerken hınk diye bir sez çıkarırız ya işte odur bu hınkırmanın anlatmak istediği; yani burun temizliği…

  Burun ve ağız temizliği üzerine ne kadar yazsak, konuşsak ve “ah” çeksek azdır. Çünkü sokak ve caddelerdeki ağız ve burun temizliğinin gösterilerini kısacası soylu pisliklerini görmemiz kaçınılmaz bir gerçektir.

  Her kez söyler; “eğitim ilk kez ailede başlar” diye. Ama her ne sebepten dolayı bu başlaması gereken eğitimin büyük temizliği bir türlü başlamaz. Laf açılınca dünyanın en temiz milleti olma yolunda büyük kahramanlık destanları yazsak da lafın gerçeğini sokaklarımıza, kaldırımlarımıza ve bahçelerimize bakarak görebiliriz. İçler açısı pisliğin büyük ormanları çoğalmaya devam ediyor. Toz-toprak bir yana, kendi tepişmemizin, kendi temizliğimizi yapıyoruz derken çevremize verdiğimiz kötülüğün farkına varmamışlığının büyük cehaletini anlamadım; anlayamayacağım da.

  Söz temizlikten-temizlenmeden açılmışken bu hınkırma; yani büyük burun temizliği, aynı zamanda iç temizliği, iç huzurdan söz etmenin huzuru içindeyim. Burun akmasına, temizliğine gösterdiğim titizliği küçük beyaz mendillerle destekliyorum. Hangi cebime el atsanız muhakkak bir mendil bulabilirsiniz. Artık ceplerden öteye, dolaplarda, çekmecelerde mendiller gizliyorum. Çünkü yaşayan, soluk alıp veren insanın burnu da yaşama büyük katkı sağlıyor. Koku olmadan öte solunumumuzu destekliyor. Burun kılları sayesinde zararlı maddeler de burnumuzun içinde hapsediliyor.

  İnsan denen canlı, kalbiyle de, beyniyle de, burnuyla da bir mucizedir. Beyni ile icatlar, çözümler, faydalar yaratıp insanlığa armağan ederken aynı beynin büyük felaketlere büyük planlar hazırladığı, büyük bombalar da yaptığı ortadadır.

  Köpeğini incitmekten korkan, köpeği için kılı kırk yaran avcının öldürdüğü fil ve gergedanın veya geyiğin yanı başına geçip fotoğraf çektirip gülümsemesi de insan denen canlının bir başka mucizesidir.

  Bu yaşa geldim hınkırma işini; yani burun temizliğini sadece mendil ile yapılır zannederdim. Üstelik mendil ile silinmeyi bir marifet, bir meziyet görür, diğer insanlardan mümkün mertebe öteye gider, güya insanlık vazifesi yapıyor sanırdım. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş… Lakin zararın neresinden dönersen kardır felsefesi ile yeni öğrendiğim hınkırma-burun temizleme işine şaştım kaldım.

  Plajda karşılaştığım ve faydalı sohbetini imrenerek dinlediğim hınkırma ustası arkadaşa minnet duygularımı büyük bir şükranla sunuyorum. Ne kadar mendil kullanırsam kullanayım burun akıntım, yani temizliğim tam anlamıyla bir türlü gerçekleşmezdi. Hınkırma ustası arkadaşım; “bu ne iştir?” deyince şaştım. Hangi iş? Diye sorduğumda, niye sürekli burnunu mendil ile siliyorsun? Bak, sile sile burnunun derileri soyulmuş, uyarısı ile karşılaştım. Gerçekten de öyle. Peki, ne yapayım, deyince; HINKIRACAKSIN! Demez mi?

  Nasıl, deyince; önceden hazırladığı tuzlu suyu avucuna döküp burnuna çekti. İnanılmaz bir hınkırma ile burnunu bir güzel temizledi. Bu işlemi üç kez yaptı. Arkasından bana da tekrarlattı.

  Görünen köy kılavuz istemiyor. Burun günlük hınkırmasını; yani temizliğini esaslı bir şekilde yaptığı zaman tüm gün yardım istemiyor. Bir hınkırmayı, burun temizliğini bile korkarak, titizlenerek tabulaştırmanın içinde yaşadığımızı anlatmama gerek bile yok. Ya, temizlik adı altında yolları, kaldırımları kirletiyor, büyük pişkinliğin kör gözlü misafirlerini oynuyoruz; ya da ayıp olur mantığı ile beyaz mendile sarılıp burnumuzu kızartana kadar siliyoruz.

  Gördüm, izledim ve denedim ki burun temizliği lavaboda hınkırarak yapılır. Ayıracağımız on saniye neredeyse tüm günümüzü, soluk alış verişimizi, diğer insanlarla sohbetlerimizi etkileyecek derece fayda sağlayıcı. Üç avuç tuzlu suyun hınkırması belki de yepyeni temizlik anlayışımızın başlangıcı olacaktır; denemeye değer…


 Güven Serin 





22 Ekim 2012 Pazartesi

GANOS DAĞLARINDA RÜZGARIN TÜRKÜSÜ


Kamera; Güven  Ganos (Işıklar) Dağları

Gün, ağır ağır soluyor; şairin dediği gibi.


Kamera; Güven   Ganoslar

Yunus ustanın el yapımı şarabı. Gecenin ve 
geceyi var eden yaşamın, yaşamın içinde var olan
insanlık sevgisinin şerefine kalkan bir kadeh...


Kamera; Güven  Ganos Dağlarında Kamp Zamanı

Aziz Bey mandolini çalarken, Yunus da şarabını
yudumluyordu. 


Kamera; Yunus  Ganos Dağları

Marmara Denizini ve üzerinden kayıp giden
gemilere baktım. Hayırsız Ada tüm çıplaklığı
ile oradaydı. Marmara, Ekinlik, Avşa ve Erdek...


Kamera; Güven  Uçmakdere Köyü-Tekirdağ

Kamp gecesinden sonra gelenekselleşen köy kahvaltı
zamanı ve çay ile gelen sohbet anları.

Kamera; Yunus  Uçmakdere Köyü

Kahve zamanı; kahvenin telvesine bakıp günü
yorumlamak istedim; ama sonradan anladım ki
gün kendi yorumunu yapar...


Kamera; Yunus  Uçmakdere Köyü

Adalar yönünden gelen dalgalar milyon
yıllık türküsünü söyleyerek yalıyorlar kıyıyı ve
kıyının milyon yaşındaki taşlarını. Tuzlu ve
yosunlu su kütlesi geri çekilirken, kayganlaşmış
küçük kayalar başka bir sesi, sesleri 
duyuruyor oradaki duymak isteyen canlılara.



Kamera; Güven  Uçmakdere Köyü Sahili

Bülbüller orada değildi ama güller oradaydı. 

GANOS DAĞLARINDA RÜZGÂRIN TÜRKÜSÜ

  Dağlara düşkün olmayan, gizliden gizliye dağların sevdasına tutulmayan çok az insan ve canlı vardır. Dağlar gizemli ve tutku doludur. Yerin yedi kat altından yükselmiş, dünyanın muhteşem sarsıntılarıyla büyümüş neredeyse tüm canlılara kucak açmış muhteşem diyarlardır dağlar.

  Yapılan işlerin akademik değerine, insandan insanlığa aktarılmasına sonsuz saygı duyarken, kişiliğimin haylazlığın da amatörlüğün sevgisine sığınırım. Gönül esasına göre başlar amatör saygının sevgiye dönüşecek arayışları. Dağlara olan merakım da böyle başladı. Usta Yunus dağ köyü Yeniköy’de dünyaya gelip o yöreyi tanıdığından ve bu tanışıklığı dağlara çıkmaya başladığımızdan bu yana yıllar geçti. Hâla ilk zamanın heyecanı ve keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce tepe, dere, vadi, yayla; Ganos ve Istranca Dağlarının bağrında saklı.

  Güz ayını kışa uğurlayacağımız bu zamanda, aylar sonra dağlar ile gece buluşmasına karar verdik. İlk güzergâh Istranca Dağları olduğu halde, yağışın fazla olma olasılığına karşı, yağmurun daha az yağama ihtimali olan Ganos (Işıklar) Dağlarına gittik.

  Her yolculuk, dağlara her yaklaşımımız çocukça heyecanları da tetikliyor. Hür olduğumuzu hissettiğimiz, düşmekten, koşmaktan korkmadığımız ve büyük bedenlerin büyük hesaplarını yapmadığımız yılların heyecanları…

 Ganoslar (Işıklar) Dağları gün içinde ayrı güzel, gün sonu ayrı güzel ve gece ise apayrı güzeldir. Mutluluğun, ümitlerin türküsü vardır bu görkemli yerlerde. Sıradan bir yükselti, tepe sandığınız yere gelince, ne büyük değişikliği, ne kadar farklı yeryüzü şekillerini de kendinde barındırdığını görüp şaşkına dönüyoruz.

 Yıl içinde yürüyüşlerimiz olsa da bu yılın ilk geceli kampını yapacak oluşumuzun çocuk heyecanı hepimizde  fazlasıyla vardı. Bir de Aziz Bey’in yıllar sonra tekrar aramıza gelmesi, hastalığını yenip şifa ile tanışması ayrı bir mutluluk duymamıza sebep oldu. İnsan denen canlıyı mutlu edecek sebepler oldukça fazla olmasına rağmen, bugünün şehirleri adeta mutsuzluk üretiyor. Hele hele Tekirdağ şehri, kazmaktan, araç yığınlarından, kapalı olan yollarından dolayı insanları çıldırtma zirvesine getirmek üzere.

  Bizim ilgililerimiz bu kadar ilgisizlik ve yapaylık taşıma saydılar  dağlarımız; Ganos (Işıklar) Dağları doğallığında, üretkenliğinde olsaydılar Tekirdağ şehri kötülüklere savaş açan bir dünya şehri olması işten bile değildi.

  Yunus şehrin içine beni almak için aracınla geldiğinde, tekrar şehrin diğer mahallelerine ilerlemek adına, Aziz Bey ile Tamer Kaptanı almak için inanılmaz bir ter döktü. Girdiğimiz bütün sokaklar ya kazı nedeniyle, ya trafik nedeniyle kapalı, kilitlenmiş hale gelmişti. Yunus, o sakin, o çözümün insanı neredeyse çılgınca el-kol ve ses hareketleri yapmaya başladı.

  Yarım saat sonra günün ışıkları daha geceye kavuşmamışken yola çıktık. Her şey dağların siluetlerini görmeye başladıktan sonra geride kalıyor. Bütün ihmalkarlıklar, hilebazlık-lar, miskinlik-ler ve pişkinlikler…

  Dağların kokusu görüntüsüyle birleşince insanın yaşadığı aşklara bir yenisi daha ekleniyor. Velhasıl dostlarım; dağların aşkı çok başkadır… Kokusu… Rüzgâr ile birlikte söylediği türküleri, dokunuşları ve içinde barındırdığı diğer bitki, canlı çeşitleriyle yaşamın bitmez, tükenmez sürprizlerini takdim ederler.

  Ganoslara yaptığımız onlarca geziyi mümkün mertebe farklı yönlere taşımayı seviyoruz. Bu seferki yer seçimini de o yerleri iyi bilen Yunus ustaya bıraktık. Gece sağanak yağmurun yağmasını düşündüğümüz için daha sağlam zeminli ve ana yola yakın bir yer seçtik.

  Kamp yerimiz Yeniköy ile Kumbağ arasında bir yer. Ganos Dağlarının başladığı, belki de Marmara Denizinin ilk çığlıklarının duyulduğu yerde yaklaşık 300 metre yükseklikte çadırlarımız kuruldu. Kamp ateşi yine büyük bir iş birliğiyle on dakikada hazır hale geldi. Günün ışıkları davam ederken, çadırlar kurulmuş, kamp ateşi yanmıştı.

  Kampın iç huzuru katılan dört insana; Tamer kaptan, Aziz bey, Yunus usta ve bana bir geçiş töreni azizliğinde sunulmuş gibi hepimize gülücükler saçıyordu. Aziz Bey mandolini ile kamp ateşinin gece ile buluştuğu saatlerde çaldı ve söyledi. Ben Nazım Hikmet’in dizelerinden söyledim. Yunus usta yine her zamanki marifetiyle ateşin hakkını verdi. Balıkları tam kıvamında pişirdi. Patlıcanlar, biberler, soğanlar közlendi. Tamer kaptan Yunus’un el yapımı şarabın hakkını fazlasıyla verdi.

  Gece Ganos dağlarının üzerine çökerken aynı zamanda günden kalan rüzgârın gece ve dağlar ile türküsünün de başladığı vakitlerdi. Rüzgâr kurumuş otlara, sararmış, kızıla dönmüş ve hâla yeşil kalmakta direnen yapraklara hafifçe dokunup büyük hazırlığını yapan orkestra şefi gibi sanatını icra edecek sanatçılarını hazırlıyordu. Aşağılardaki deniz ve denizden bize gelen kokular, yine rüzgârın türküsü ile ayrı bir sihirbazlık gösterisine dönüşüyor; bazen kararan gök, bazen ortaya çıkan yarım ay; evrenin, büyük döngünün insanlığa el uzatmasına, gönül verip cesaretlendirmesi ne  sebep oldu.

  Ganos Dağlarında rüzgâr ve türküleri vardı. Mavi göğün şafak vaktine armağanı olan billur kıvamında su damlacıkları da vardı. Mavilik, büyük ışık gösterisi ile kimi beyaza, kimi laciverde dönüştü.

  Bu dağlar ne kadar Ganos, gizemin, güzelliğin dağlarıysa o kadar da ışıkların, insan ruhuna gizemli bir dolambaç gibi yansıyan güzelliklerin dağıdır; medeniyete çok yakın ve insanlığa çok şey vermek istiyor; eğer biz dağları daha iyi anlar, daha temiz tutar ve korursak…

Güven Serin


  

 

 

  










20 Ekim 2012 Cumartesi

CURCUNA

Kamera;Güven -İstanbul
Yaşam Sergisi

Durduramadığımız zamanı ne kadar çok
şeylerle ağırlaştırıp curcunaya çeviriyoruz.
İnsana o kadar az şey yeterken ve o
az şeyle insan denen canlı, evreni bile
kucaklayacak coşkuyu, sonsuzluğu
hissederken; biz hislerden yoksunlaşan
nesnelerin, sözlerin, yaşam biçimlerin
kölesiyiz adeta... 


Kamera; ;Güven-İstanbul
Yaşam Sergisi

Yapraklardır ormanı var eden. Çeşitten
çeşide renkten renge dönüşen;
şiiri, resmi, felsefesidir ormanın
yapraklar.

CURCUNA

  Muhteşem bir curcuna yaşanıyor güzel ülkemde. Güzel olduğu kadar alımlı ve çekici… Ama zarafetinin kurbanı ülkemin ağıt yakanları bitmeyecek.

  Kadın güvene bileceği en son limana, yani devlete sığınıyor;

“Beni kurtarın, ayrıldığım eski eşim öldürecek” diyor… Adalete, emniyete yalvarıyor. Kendini koruma durumuna düşmüş adalet, devlet; bir, beş, on, yüz, bin kadının; “kurtarın” çığlıklarına seyirci kalıyor.

  Bu ülkede adeta taparcasına sevdiğim ülkemde ölen, öldürülen her kadın, çocuk, emniyetin de, adaletin de ölmeye başladığının habercisidir.

  84 yaşındaki Ahmet Bey dostça sesleniyor bana;

“Bak etrafına cami sayısı hastane sayısını çoktan geçmiş. İmam Hatip Liselerinin bolluğuna bak! Et tüketimimiz, süt tüketimimiz gelişmiş ülkelerin en gerisinde. Kitap okumamız, tiyatroya gitmemiz de öyle. İş kazaları, trafik kazları şampiyonuyuz. Taciz olaylarında, genç yaşta zorla evlendirmelerde korkunçluk derecesinde. Hangi kurumu düşünseniz inçiniz yanıyor. Göstermelik, görüntülük muhteşem bir gösteri içinde! Sen bu halka bir şey anlatacağım diye hiç boşuna didinme evlat!”

  Gerçek bir Cumhuriyet aşığı Ahmet Bey’in zihni pırıl pırıl! Zekâsının yanında olayları izleyip uzağa bakışı da öyle! Matematiği, edebiyatı, tarihi, sanatı, felsefeyi anlayanlar her şeyi çoktan görmüş. Ama bir tek şey anlaşılamamış; insanın yapacağı büyük şaşırtmacalar hep vardır. Zaten bizlerden istene de bu ülke sevdalılarının, akıl ve bilim yolunu seçmişlerin pes etmesi değil midir?

  Bir şeyi fark ediyorum; artık televizyon, gazete haberlerini izleme cesareti gösteremiyorum. Çünkü ölüm-vahşet kokuyor.

  Sesler, her taraftan sesler curcunaya destek veriyor. Kim daha kurnaz, kim daha hilebaz yarışı kazanıyor gibi görünüyor. Adalet, zarafet, ar-namus, saygınlık, erdem çoktan nefessiz kalmış. Sesleri bile çıkmıyor.

  Yakınımdaki gazetede gördüğüm karikatüre sığınıyorum. Mustafa Bilgin usta işi bir gösteri yapmış. Piyanonun başında bir dahi müzik yapmaya çalışıyor. Fakat bir ses olağan üstü bir davul sesi; başbakanın karikatürü olanca kuvvetiyle davulu; güm, güm, güm diye çalıyor. Piyano başındaki genç dahi Fazıl Say, dikkati dağıldığı için piyanonun tuşlarına dokunamıyor bile. Ter içinde kalmış. Curcunaya karşı yenilmişliği yetmezmiş gibi, davul çalan başbakanımızın yanındaki yaveri “SUS” işareti yapıyor. Kime mi? Elbette zaten susmuş olan müzik adamına. Ne muhteşem sanat, ne muhteşem yaşam biçimi değil mi dostlar…

  Bu düşüncelerin içinde curcuna-lar karşısında yorgun düşen bedenimin beklediği esintiyi, bir başka tanıklık ettiğim olayla birleştiriyorum;

 İstiklal Caddesi içinde yürürken o büyük, o muhteşem sahne geliyor gözlerimin önüne. İki genç turist, bir sel gibi akan İstiklal Caddesi kenarında harçlıklarını çıkartmak için müzik yapmak istiyorlar. Genç kızın elinde bir keman, erkeğin elinde ise bir gitar. Müziğin dinginliği, becerikliliği ikisinin de yüzünden okunuyor. Ama yüzlerinden bir başka şey daha okunuyor; büyük curcuna yüzünden müzik yapamıyorlar. Hangi curcuna mı? Beş metre ötelerine kurulan çingene kızların vur patlasın, çal oynasın eğlencesi yaşanıyor. Bir darbuka, bir klarnet ve üç çingene kızı insanların dikkatini o yöne çekiyor.

  Keman çalan genç kız da, gitarı elinde tutan erkek de oldukça üzgün. Büyük curcuna onların büyük sanatlarını gölgede bırakıyor. Ama biraz şanslılar da, şimdilik onlara birisi : “sus” işareti yapmıyor.

  Sesler, ölümler, yıkımlar ve büyük ağıtlar; akıyor millet bir sel gibi; hiçbir şey olmamış gibi, darbukanın sesini duyan eğlencenin, şirretliğin, miskinliğin ve suskunluğunun içinde kayboluyor…

  Ne garip, ne büyük gafletin hikayesi yazılıyor…

Güven Serin



 

 

 

 

  



17 Ekim 2012 Çarşamba

PERA


Kamera; Güven   Pera Müzesi


Kamera; Güven Pera-
Güllü bir kızın portresi


Kamera; Güven Pera Müzesi
Kırmızı etekli bir kız


Kamera; Güven  Pera Müzesi

İki oğlu, bir kızı ile bir kadın portresi

PERA

  Pera deyince akla Beyoğlu, İstiklal Caddesi gelir. Yemek mekanları  müzikli eğlence yerleri, oteller, müzeler, camiler, kiliseler gelir. Pera deyince akla bir başka şey daha gelir; Suna İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi gelir.

  Pera Müzesi özel müzeciliğin öncülerindendir. İstanbul müzeciliğinin öncüleri oldukları gibi Türkiye müzeciliğin lokomotifi konumundadırlar. Pera Müzesi işlev yönünden klasik müze ile modern müze anlayışı içindedir. Burada aradığınız tarihi, sanatı, sinemayı, müziği, dinlenceyi bulacağınız gibi içinizdeki güzelliği, iyiliği de büyütme ve ortaya çıkarma şansına erişe bilirsiniz.

  İstanbul Tekirdağ’a iki saat uzakta olduğu halde Tekirdağ halkımın büyük çoğunluğu için İstanbul; hastaneler, hastalık demektir. Bir kısmı için alış-veriş etme yeri, bir kısmı içinde “yaşamak” anlamına gelen kendi özgürlüklerinin başladığı yerdir de aynı zamanda. Aslında İstanbul her şeydir; bu şehirde şifada bulabilir, aradığınız kendinizi de yakalaya bilirsiniz. Suların kıtalar arası akışını, kuşların muhteşem göçlerini de bu şehrin Karadeniz yakın kesimlerinde izleye bilirsiniz.

  Bu şehri kadına benzetip muhteşem bir sevdayı da büyütüp kocaman bir aşk hikâyesinin yazarı da olabilme ihtimali vardır. Siz, hayallerinize güvenin yeter ki. Hayallerinizi, düşlerinizi gerçeğe dönüştürecek şehir İstanbul şehridir. Sarayburnu’ndan farklı bir düşü gerçeğe davet edersiniz. Kızkulesi’nden Leonardo’ya bir kurtuluş ümidi de olmanız mümkündür. Adalar çam kokularından çok öte yalıların, köşklerin gösteri yaptığı, hiç bitmeyecek fayton seslerinin bilge kılıklı karga sesleriyle buluştuğu yerlerdir.

  İstanbul tercihinizi sağ-salimken yapmanız en iyisi olacaktır. Ne hastalığın şifasını, ne de alış verişin bitmez tutkusunu gerçekleştirmek için; bu şehre kendi hiç huzurunuzu, belki de hiç doymayacak ruhumuzun açlığını bir parça gidermek için gelin. Eminönü balıkçılarının ekmek arası balığını yerken boğaza açılan vapurların seyir seferlerini izleyin. Bir abide olan Galata Kulesi ve taş sokaklarına tanıklık yapan taş binaları seyrederek yokuş yukarı tırmanmanın zevkini yaşayın.

  Cihangir’e uğrayıp büyük usta Orhan Kemal Müzesine soluklanma, bilgilenme ve anma içtenliğinin büyük hatırı adına yapın. Hemen yakınındaki Özkonak Lokantasının altmış yıllık serüvenine, insanları besleyen damak tadı içtenliğine dilinizi değdirin. Yetmişlik delikanlı ile tanışın. Manda yoğurdundan, kazandibi tatlısından yiyerek üzerinize vazifeymiş gibi yemek ve tatlı konularında bilgi sahibi olun.

  İtalyan Hastanesi, Alman Hastanesi ve keskiler,  çekiçlerin usta elleriyle yapılmış taş binaları gölgesinden ilerleyerek İstiklal Caddesine gelin. Her metrede değişen dünyalara bir kez ve ağır ağır tanıklık etmeye çalışın. Akan sele karşı durmanız zor olsa da direnin. Her metreye sıkışmış dünyaları, renkleri, modelleri ve sesleri zamanın ötesinden seyredin.

  Artık başka bir mekan ve biraz dinlenmek derseniz Suna İnan Kıraç Vakfı Müzesine Pera’ya doğru ilerleyin. Galatasaray Lisesini geçip Odakule yanından Pera’ya, taş ile mimarinin sanata dönüşmüş binasına girecek bedeninizi damlayarak, süzülerek sokun içeriye.

 Baştan da söylediğim gibi Pera Müzesi hem klasik anlamda hem de modern müzecilik anlamında kucaklayacaktır sizi. Birkaç ayda bir yenilenen sergilerinin yanında kendi eserlerini sürekli görmeniz mümkündür.

  Sinema salonu, sohbet olanakları, panel günlerinin yanında dünya çapında eserleri de burada bulabilirsiniz. Tam da bu zamanda 13 Ekim tarihi itibariyle yenilenen eserleri resmin, sanatın, düş gücünün, emeğin anlatımını yapıyor.

  Altın Çocuklar Sergisi 16 ve 19. yüzyıldan portrelerle o dönemleri anlatıyor bize. O dönemler hakkındaki inancı, renk anlayışını, giyimi, gelenekleri aktarıyor. Dönemin altın çocuklarını, ileride tarihin önemli birer parçası olacak çocukların en masum halini gördüm. Resimlerin büyük çoğunluğunda ise şaşkınlığımı gizleyemedim.

  Şaşkınlığımın nedeni erkek çocuk portrelerinde erkek çocukların birer kız gibi giyinmiş olmasıydı. Sonradan öğrendim ki bu iş ayrı bir geleneğin parçasıymış. O zaman çocuklar yedi yaşına kadar giyim yönünden kızlardan pek ayrılmazmış. Bu da ayrı bir yaşam anlatımı…

  İkinci sergi ise Yannick Vu ile Ben Jakober’in çalışmalarını yani Flash Back (Geri Dön) isimli sergilerini gezdim. Klasik müziğin yankılandığı temizliğin, dinginliğin ve öğrenimin mutluluk şarkıları çağırdığı Pera Müzesi insan içinin yeşil kalması, pembeyi öldürmemesi için, karaya, sarıya, maviye de evrensel anlamlar yüklemek adına gezilmeli.

  Pera Müzesi eserleriyle, sohbetleriyle, sineması, müziği ile insanın yanında olduğu kadar çay salonuyla da yanınızda. Çayın, kahvenin, pastanın lezzetini denemeyi düşünüyorsanız iki saatlik mesafede olan Pera’ya; klasik ve modern anlayışın doğduğu ve yeşerdiği yere; düşlerin gerçeğe, gerçeğin düşlere aktığı yerlere doğru ilerleyin…

Güven Serin
 

  





15 Ekim 2012 Pazartesi

DOĞANIN YARATTIĞI GİBİ


Kamera; Güven    Kaş

Doğal bir liman. Doğanın bıraktığı gibi, insan eliyle yapılan
yapaylıklar bile yakışıyor; doğanın doğal haline
zarar vermediğin sürece.

DOĞANIN YARATTIĞI GİBİ

  Dünyadaki canlı hayatını ilimin desteğiyle tanıdıkça ne kadar kusursuz olduğuna tanıklık ediyorum. Daha beş-on yıl önceye kadar baykuşu, uğursuz sayardık. Yılanı, lanetli bir hayvan korkunç bir yaratık olarak bilirdik. Bilim insanları sayesinde her hayvanın, kısacası her canlının muhteşem bir denge adına var olduğunu öğrendik.

  On yıl önce tarım ilaçları sayesinde ölün yılanların yerine çoğalan farelere tanıklık etmiştik. Kartalları yok edince yılanların çoğalmasına da tanıklık ettik. Kurtların ve çakalların azalmasından sonra domuzların da inanılmaz bir çoğalma yaşadığını görüyoruz. Kısacası, doğanın seyri muhteşem bir denge içinde yol alıyor. Dengesizlikler kendi hastalığını var edip, yine denge adına ölümler meydana getiriyor.

  Burada söz etmek istediğim büyük yaratıcının dünyaya en son olarak gönderdiği en muhteşem canlı olan insandır. İnsanın muhteşemliği kendi içinde yetmeyen kusursuzluklarıyla sonlansa da tartışılmaz bir gerçek; insan canlıların en tepe noktasına oturmuş gerçeğin ta kendisidir. Bu muhteşem canlıyı diğer hayvanlardan kıskandıracak kadar ileri çıkaran en büyük güç, aklımızdır. Akıl sayesinde uçakları icat ettik. Aşıları bulduk. Araçları ürettik. Akıl sayesinde otuz-kırk yıl olan insan ömrünü seksen yıla ve daha öteye çıkarmaya çalışıyoruz.

  Aklımız sayesinde uzayın derinliklerini bile gözlüyoruz ama yine aynı aklın sahibi insan büyük bir kusura da imza atıyor. Nedir bu kusur? Aslında bir kusurdan öte bir sakatlıktır bunun adı. Sünnet gerçeğidir diğer bilinen adıyla. Erkek ve kadınlara uygulanan inanılmaz bir korkunçluğun büyük geleneği, büyük baskısı ve büyük hatasıdır.

  Sünnetin tarihi iki bin yıl öteye dayanıyor. Görünen o ki bir Yahudi geleneği sıçrayarak Müslümanların da baş geleneği haline gelmiş. Bugün öyle bir yerleşti ki sünnetin büyük zararını, yani erkeğin penisinin sakatlanmasını kimselere açıklamamız mümkün görünmüyor. Şu kadarını yazmadan geçemeyeceğim; sünnet edilen, çok küçük saydığımız, gereksiz gördüğümüz o deri parçası sayesinde erkeğin cinsel hissedişi, % 50 ile % 80 arasında bir azalma ile sonlanıyor. Sünnet olmadan önce iç deri olan penis başı, sünnetten sonra dış deri olarak zamanla sertleşip duyarsız hale geliyor.

  Bu konuda insanlığın gerçekleri ve bilimin verileriyle meşgul olanlar sünnet esnasında meydana gelen ölümleri, sakat kalmaları, bir daha cinsel hayatı hiç olmayan insanları ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Ama görünen o ki öyle bir tabusal gelenek haline gelmiş ki, sünneti hatalı olanlar bile, korkudan, utanmadan dolayı ortaya çıkıp, benim sünnet sayesinde hayatım karardı diyemiyorlar.

  Bugün özellikle hiç evlenemeyen erkeklerin tıbbı yardım almasını isterdim. Nedenleri, muhteşem canlılar olan kadınlardan uzak kalışlarının gerçek sebepleri nedir diye tıbbın öncülüğünde, istatistiğin yardımıyla ilerideki genç erkeklere büyük bir rehber olacak çok değerli bilgilere ulaşırdık.

  Ülke gerçeğimiz savaşlarla, savaş yoksa iç kavgalarla karıştığı için böyle önemli bir konuyu görmeyerek büyük meziyetler gösteriyoruz. Sonra, sünnet denen derin kuyuya bir taş atmayı kim ister? Bu kadar büyük rantların oluştuğu, kıyafetiyle, sünnetçisinin  davulu, zurnasıyla, düğün-derneğiyle büyük paraların, kazançların döndüğü bu büyük dünyanın erkekler üzerinde oluşturduğu büyük sakatlıklar gerçekten örtünün altında kalmaya devam edecek.

   Mısırlı düşünür İslam-al Dine Hafni Nassif şöyle diyor;

“İnsanlık adına sünnet büyük bir Yahudi hatasıdır.” Büyük bir Yahudi hatası ülkemizde erkeklerin hayatını karartırken, bazı ülkelerde kadınlarında hayatını yok etmeye devam ediyor.

  Bir küçük deri parçası olarak görünen ve hiç acımadan, kendi kararını veremeyecek yaştaki küçük bir çocuğa uygulanan büyük korku, büyük sakatlığa da dönüşüyor. Bir daha geri dönülmeyecek bir hata ile insan hayatında çok önemli olan cinsel hayat yarı yarıya işlevsizleşiyor.

  Sünnet neresinden bakılırsa bakılsın erkeği ve kadını sakatlayan bir vahşettir. Bu ülkeyi gerçekten seven yöneticiler varsa, bu ülke insanı ve büyük yaratıcı adına bir araştırma yapmalı. Yapmalı ki yüce yaratıcının kusursuz olarak yarattığı insanı, yine insanların korkunç ve yersiz inançları sayesinde sakatlıyoruz.

  Eğer erkeğin penisinin ucundaki o deri yersiz ve faydasız olsaydı insanı yaratan büyük Allah bunu orada bırakır mıydı? Hangi doktor bunun gerekli olduğunu gerçek bir vicdan ve tıp bilgisi ile savunur? Savundukları tek şey, bu işi en kansız ve en acısız nasıl yaparız. Ya sonra? Sonraki yıllardaki cinsel hayatın yok oluşu… % 50 ile 80 arasında azalan hisler sayesinde birçok erkek kadınlarla sevişmeyi büyük zevk değil de bir hayvan kösnüllüğün-de boşalmaya dönüştürüyor.

  MÖ 20- MS 54 yılları arasında yaşamış Yahudi ilahiyatçı Philo, sünnetin ilk hedefini şöyle açıklıyor;

“Zevkin kesilmesi zihni hayallere götürür. Bütün zevklerin içinde başta geleni cinsellik olduğundan diğer bütün zevkleri engeller.”

  İşin gerçeği budur işte dostlarım. Sünnet erkeğin cinselliğini azaltan bir sakatlama yöntemidir.

  Walt Whitman şöyle seslenir bu sakatlanmalar üstüne;

“Eğer kutsal olan herhangi bir şey varsa, o da insanın vücududur.”

  Efendiler bu gencecik erkeklere gelin kıymayın! Bırakın olgun yaşa gelince kendileri istiyorsa derilerini istedikleri kadar kestire bilirler. Bu büyük sakatlama sayesinde büyük mutsuzluklar çığ gibi büyüyor, ama adı konmuyor, çünkü büyük korku, büyük ayıplar ve büyük kazançlar SUS işareti yapıyor.

Güven Serin
  


11 Ekim 2012 Perşembe

KORKU


Marifetlidir eller. Yakalamak isterler
evrenin en uzak köşesini. Dokunmak iç
titreyerek, baş dönerek, sımsıkı sarılarak;
dokunmak ister ellerin büyük kolları.
Büyük ve sonsuz evren anlaşılsaydı,
dokunuşların da sonsuzluğu bilinir, kısır
kavgaların tutsağı olunmazdı.

KORKU

  Hasan Efendi Caddesinden sola döndüm. Hasan Bey Sokak yokuş olmasına rağmen yılların alışkanlığı ve yürüme kültürüne duyduğum saygı nedeniyle zorlanmadan bir solukta çıktığım yerlerden birisidir. Bazen kendi kendime bende bir keçi ruhu var mı diye düşünmeden edemiyorum. Yüksekliklere, vadilere, yokuşlara olan düşkünlüğüm tartışılmaz. Hasan Bey Sokağında ilerleyen bir başka insan daha vardı. Bir kadın, benim gibi yükünü almış ama benim gibi hızlı değil neredeyse yere çökecek vaziyetteydi.

  Hızlı yürümenin telaşı yüzünden birçok arkadaşıma selam vermeden geçtiğim doğru da olsa bu alışkanlıktan vazgeçemediğim de bilinir. Aynı telaş içinde Hasan Bey Sokağında yükünü almış kadına yaklaşan ayak seslerimi duyan kadın, irkilme ile duraksayıp yana çekildi. Halbuki onla aramda ki mesafe en az iki metre ve onun epey açığından geçsem bile ayak sesleri aydınlık bir günde bile kadını korkutmuştu.

  Korkudan irkilen kadının duymayacağı fısıltıyla seslendim ona;

“Korkma, bende senin gibi evine giden bir insanım. Bak benim de poşetler-im senin gibi evine götürdüğün yiyeceklerle dolu. Onda da ekmek vardı, bende de. Benim diğer poşetim de kış hazırlığı yüzünden ağzına kadar dolu yeşil fasulye vardı. Kadının diğer poşetinde ise ağzına kadar dolu kırmızıbiber vardı. Belli ki o da kış hazırlığına başlamıştı. Turşular, pekmezler, konserveler, salçalar bu milleti açlıktan koruyan, muhtaçlığını azaltan önemli besinlerdir. Bu milletin yarısı açlıktan ölmüyorsa, açlık sınırında bir kazançla yaşıyorsa işte bu kadın gibi kışlığını önceden hazırlayanlar sayesindedir.

  Kadın benim güvenilir olduğumu anlayınca rahatladı. Sanırım derin bir nefes aldı. Onu üzen ayak seslerini  onu bu korku paranoyasına kaptıran nedenlerin fazlalığını düşününce bende korktum. Korkular bizi tedbir almaya iter. İter ama çoğaldıkça, sağlı sollu geldikçe bizi koruyan kalkanlarımızı  “eğitim, sanat, felsefe, adalet, şefkat, spor” azaldıkça, korkuların pençesine; kanlı pençesine düşeriz. Bize bakanlar bizim çığlıklarımızı duyup kurtarmak yerine kendi korkusu yüzünden donuk yüzlerle seyirci kalır; sıra ona gelene dek…

  Bir ayak sesinden bile güpegündüz korkan kadının korkusu düşünce ırmağının içene dalmama neden oldu. Su soğuktu ama acımasız değildi. Beni kendime getirip korkularla yüzleşmeye, korkular adına yazmaya ve onları anlamaya davet etti.

  Düşünce ırmağının soğuk suyunda yüzerken bir başka kadının korku yüzünden nasıl bir hayat içinde cebelleştiğini hatırladım. Yıllar önce çantasını almak isteyen insan kılığında bir canavar yüzünden önce titremeye sonra da kendini kaybetmeye başladı. Çalışan esnaflık yapan kadın, ailesinin başına büyük bir dert haline geldi. Bu ülke cennetinde cehennem kuyusuna düşen şanssızlardan, belli ki de korkusunu besledi. Onu yok etmek için koruyucu kalkanları yetmedi. Kadın eş yönünden şanslıydı. Eşi Ahmet Bey, ibretlik bir vefa örneği gösterdi. Dünya ülkeleri içinde vefa üzerine yarışma düzenlense Ahmet Bey derece alır. Kendini beğenmiş, estetik hastası nice soylu güzelin yanında onur abidesi gibi duruyor. Eşi kötürüm olduğu halde şimdi onu tekerlekli sandalyede gezdiriyor, bir çocuk gibi bakıyor.

  Korkular böyledir; insan ruhunu, insan üretkenliğini değişikliğe iter. Sanat yönü, akademik yönü derin olan insanlar her türlü korku ile baş ötmenin formülünü bir ömür ararlar. Ama sıradan insanlar kapılarını sağlamlaştırmaktan, korkularını beslemek ve efsaneleştirmekten başka hiçbir şey yapmazlar. Çünkü bu onların vazifesi değildir.

  Şehirleri şehir yapan; korkuları temizleyen, korkuları azaltan yöneticilerin çok yönlülüğüdür. Bir şehrin gece hayatı yoksa bir şehrin bazı sokaklarına gündüz bile girilmesi insanı korkutuyorsa o şehrin büyük yöneticileri çok iyi anlaşılmalı.

  Korku dedim da bir başka korku önleminin neredeyse büyük gösteriye dönüşen görüntüsü geldi aklıma. Başbakanımız neredeyse bir koruma ordusu ile geziyor. Neden? Sanırım öldürülmekten korkuyor. Peki, biz bu yola beyaz gömleğimizi giyip de çıktık diyen, bu nurlu insan neden korkuyor? Halkından; halkının yarısının aç, sefil ve üzüntü içinde olduğundan korkuyor.

  Korkularınızı beslemek yerine onlarla yüzleşin. Yüzleşmeye gitmeden önce alabileceğiniz her türlü desteği alın. Ama ilk önce kendi vicdanınızın masumiyetini sorgulayın! Siz korkunuzu yok etmek için korkuttuğunuz insanları korkularından arındırmayı biliyor musunuz, diye düşünün.

Güven Serin
 

  


9 Ekim 2012 Salı

FETHİYE AKŞAMI


Kamera; Güven  Akdeniz Akşamı

Gün mü geceye, gece mi güne ilerliyor; hiçbir
önemi yok, eğer yaşama saygı duyan
ve yaşamaktan huzur bulan bir kalbiniz varsa.
İğne yapraklı çam ile geniş yapraklı palmiye
dostluğun hatırına değil, yaşamın hatırına
yan yana ve görkemli bir saygınlık içinde
yaşıyorlar.


Kamera; Güven  Akdeniz Akşamı
Evren içinde muhteşem bir zerre olan dünyamız
zerreyi keşfetmemiş canlılar için iyi bir keşif
yeridir.


Kamera; Güven  Myra-Demre Kaya Mezarları

Likya uygarlığı kayalara, toprağa öyle bir imza atmış ki
usta işi...


Kamera; Güven    Myra-Demre



Kamera; Güven  Anıt Mezar-Fethiye

199 basamakla çıkılıyor. Büyüleyici,
korkunç bir güzellik içinde, büyük 
ihmalkarlığa rağmen, büyük bir gösteri
yapıyor.


Fethiye

Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi-Fethiye



            FETHİYE AKŞAMI

  Hayat ve onun içindeki insan kendi laboratuvarında hiç durmadan çalışır. Kimi fark eder yapacağı yeni buluşları, kimi buluşların farkına varmadan, bilinen icatların gölgesinde keyif çatar.

  Dinledim ki çok okuyandan ötedir çok gezenin gördükleri ve dinledikleri. Okumanın önünde eğilmemek en büyük safdilliktir ama gezmenin, görmenin ve icatlar için dokunmanın da önemine el vermeyenin can sıkıcılığı, insanlık kokuları zamanla eskir ve kötü kokmaya başlar.

  O yüzdendir ki sadece zekaya  nasihate adanmışlığın önemi zevkli değil, el üstünde de tutulmaz. Öğütler, yaşanmışlık sunmazsa, hikayelerin kokularını getirmemişse, mizahtan haberdar değilse, mitolojiye kulak kabartmıyor-sa  bütün faydasını can sıkıcılığa ve kabul görmemeye bırakır.

  Yazı yazmaya başlamadan önceleri de gezgin olma yolunda dolanıyordum Gesi bağlarını. Yazı sanatına, gazete ile okuyucu arasındaki evrensel inanca tabi olduktan sonra daha da gezmenin, görmenin ve dokunmanın sevdalısı oldum.

  Anadolu, Akdeniz, uygarlıkların cirit attığı yerlerin en önemlilerindendir. Kendi ülkesini, bu büyük uygarlık beşiğini gezmeden başka memleketlere hayranlık duymak, sadece ünlü diye Eyfel Kulesi, Pizza Kulesi demirleriyle taşları önünde poz vermenin içsel inandırıcılığı yok gibidir.

  Fethiye Likya Uygarlığının başladığı yerdir aynı zamanda. Kaya mezarlarının dağlara kazıldığı, yüzyıllar ötesinden bugüne bir şeyler anlattığı keski seslerinin, yontucuların  zanaatkarlarının sesleri hâla yankılanıyor dağların çam ve baharat kokulu yeşilliklerinde.

  Tüm geziyi Kaş ve civarına adamışken gezi doğallığı içinde bir aksama oldu. Dönüş için aldığım biletin saati 10,55’i gösteriyor. Ve bu saatte Dalaman hava alanında olmam mümkün olmayacağı anlaşıldı. Bu yüzden aksaklığı hüzne değil faydaya çevirmek için aklın hoşgörülü çözüm arayışına bıraktım. Ortaya çıkan sonuç Fethiye’ye yol göründüğü üzerine oldu. Kaş’ın ılık akşamlarına, palmiye ağaçları altındaki çay bahçelerine, her gün Akdeniz’i dolaşan yelkenlilerine ve el ele tutuşmuş sevdalılarına nazikçe hoşça kal, dedim.

  Kaş Fethiye arası iki saat minibüs yolculuğu yaptım. Dalaman hava imanına en yakın yerleşim yeri Fethiye. Yarım gün ve bir gece konaklayacağım yere geldim. Yabancıların büyük keyifle gezdiği, neredeyse sokak sokak bildiği ülkemin Fethiye’sine ilk kez geldim. Gelmiş olmanın sevdalı bedeniyle çok acele kalacak yer bulduktan sonra, gün ile günün devam eden ışıklarıyla birlikte Fethiye'nin içine süzüldüm.

  Gün Fethiye akşamına ilerlerken kasabanın arkeoloji müzesini ziyaret ettim. Arkeoloji için çok bereketli olan bölgenin müzesi beni şaşırtsa da müzeyi ağır adımlarla gezdim. Müze umduğum kadar zengin değildi. Yakında bulunan doğu yönüne, Likya Kralı Amintas olarak bilinen Anıt mezarın olduğu yere geldim. 199 basamaklı merdivenle çıkılan yere vuran gün batıdan aydınlanıyordu. Ben yeniyi, kralın anıt mezarı eskiyi anlatıyordu. Yeni ile eskinin buluşması büyük bir sarhoşluk, şaşkınlık ve imrenme içinde gerçekleşti. Bu kadar hor görülen tarih, her türlü işkencelere ve doğal zulümlere rağmen 2500 yıl öteden bir ses; büyük bir esere davet etti beni.

  İki sütundan ve dağın içine kazılmış kralın anıt mezarı yakında dinlenme molası aynı zamanda kendimi dinleme anına dönüştü. Neredeyse bütün tarihi eserler yağmalanmış, kırılmış, dökülmüş durumda. Bu ülkenin; benim ülkemin kaderini değiştirecek oluşumlardan birisi de turizm hareketidir. Bizim taş dediğimiz yerlerin büyük hikâyeleri büyük insanlık uygarlıklarını oluk oluk çekiyor.

  Elimizdeki eserlerin bugünkü viran halleriyle bile muhteşem bir atılım yapsak, gelecek turistleri koyacak yer bulamayız. Bütün bu düşüncelerin idealizm ile romantizmin el ele verdiği yerde kordon boyunda gezindim. Buzlu şerbetinden içtim.

  Fethiye limanı onlarca yat, yelkenli ve tekneye ev sahipliği yapıyordu. Gün ile akşamın ışık huzmeleri suya dalgalar ile bir şeyler çizerken, Karetta Karetta kaplumbağa da akşam yemeği peşindeydi.

  Fethiye akşamında kordon boyunda adına zaman dediğimiz günün akşam vaktinde teknelere bakarken birinin yeni yanaştığını gördüm. Seferden yeni dönüyordu. Bir haftalık Rodos adası seferi konuklarıyla, kaptanı, miçosu ile birlikte sonlanmış ve bu sonun zaferi kutlanıyordu. Teknede bulunanların tamamının gözlerinin içi gülüyordu. Konuklar Alman, tekne sahibi ve çalışanları Türk'tü.

  Teknenin kaptanı ile Fethiye akşamında tanıştık. İsmi Erhan. Ona Erhan kaptan diyorlar. Hayatının en önemli yıllarını Fethiye limanına demir atarak geçirmiş. Çalışmış, çabalamış ve sonunda bir teknesi olmuş. 17 yıldır aynı işi yapıyor. Bir gün dinlenmeden sonra neredeyse sekiz ay yedi günlük yolculuğa çıkıyor. Ege, Akdeniz adaları hikayeler içinde hikayelere tanıklık ediyor.

  Erhan kaptanın alçak gönüllü, insan sevgisi taşan yüreği ev sahipliği cömertliğine dönüştü. Teknesinin hemen yanındaki lokantanın masasına davet edildim. Kaptanın birçok akrabası ve tanıdığı oradaydı. Oraya neşe veren Ünal kaptan 75. yılını geçiriyordu. Kaptanın kız kardeşi, ağabeyi, yeğeni, yengesi de oradaydı. Evlatlığım dediği ilginç adam da gecenin ayrı bir rengi, sesiydi. Kaptanın okul arkadaşı da siyah gözlerinde, kumral saçlarında felsefeyi, sanatı ve eski hatıraları yeniye taşıyordu.

  Fethiye akşamında Erhan kaptanın ve dostlarının sohbet sesleri dünya zamanıyla iki saatlik bir dilime yayıldı. Doyum olmayan yeni tanışmış lığın öğrenime aç bedenine anlatılan hikayeleri bedenimin beyaz sayfalarına itina ile yazıldı. Kaptanın cömert ikramı biraları içtikten sonra yine kaptanın tavsiyesi ile hal içinde bulunan Kum kapıyı andıran yere gittim. Kaptanın selamı vardı burada bulunan Erhan ustaya.

 Lokantanın sahibi Erhan usta kaptanın selamını alır almaz baş konuk ağırlaması ile ağırladı beni. Taze kalamarı ve karidesi tere-yağında hazırladı. Görkemli bir salata buz gibi bira ile Fethiye akşamında çok gezen mi, çok okuyan mı, çok çalan mı, çok yaşayan mı daha çok görür ve iç defterine huzurun kalemiyle yazı yazar bunları düşündüm; insanın insana hediye ettiği kötülüklerinden arınmış, iyinin tatlarını yudumlarken…

Güven Serin 
 

  









5 Ekim 2012 Cuma

GÜNEŞ ÜLKESİ


Kamera; Güven   Kaş

Temiz,dingin bir ruha benziyordu su. İnsanla sarmaş dolaş
oluyor ve her oluşunda insana dinginliğin huzurunu
sunuyordu.


Kamera; Güven- Kaş-Anıt Mezar

Çağlar öncesinden kalma Kral Mezarı.
Likya uygarlığının el işçiliği. İki ahbap
yan yana; çınar ağacı ve anıt mezar. 
Bakmak yalnız bakmak lazım onlara...


Kamera; Güven - Kaş

Taş sokakta, mermer çeşmede ve insan eliyle
dokunmuş ipek bezlerde, insanı çeken bir şey
var; evrenin çok uzak serüvenindeki yakın
heyecanı gibi.


Likya Yolu; Kaş ile Liman Ağzı

Medeniyetler yürüyerek aktılar  diğer
medeniyetlere doğru.  


Likya yolu-Likya Taş Mezarları

Dokunduğum taşlarda eski ile yeni arasında bir şey var;
insani bir şey; bir taşın bir insan kalbi gibi kalp atışları
var.


Kamera; Güven  Likya Yolculuğu 
Akdeniz ve koylar; renklerin, duruluğun güzel
görüntüleri. 


Akdeniz ve Kaş

Milyar yaşındaki gezegenimizin bir günü daha geceye
geçiyor. 
Antik tiyatro şehre tepeden bakıyor.


Kamera; Güven Kaş Antik Tiyatrosu


Kamera; Güven   Simena-Kaleköy

Bir rüyanın içinde gibi, zamanın akışı durmuş,
zamansızlık başlamış burada.


Kamera; Güven  Semena- Kaleköy

Burada düş kurma ve düşlere elle dokunma serbest:))





GÜNEŞ ÜLKESİ

  Hiçbir güzellik gidip görmeden tam anlamıyla anlatılamaz. Beynimiz üretim yapacaksa, görünenleri izlemek, çok boyutlu kayıt etme ihtiyacını duyuyor. Sesleri, kokuları, mimariyi, tarihi, rüzgârı, denizi; kısacası renkleri, tonları ve diğer ayrıntıları gördükçe derinliğin keyfine varıyor insan.

  Batı Akdeniz Likya diyarı olarak bilinir. Yani güneşin ülkesi… Likyalılar güneşi sevdikleri gibi özgürlüklerini de sevmişler. Onun için dağların en güzel tepelerini, en güzel vadilerini seçmişler. Denizlerin de en masalımsı ve güvenli koylarını yurt edinmişler. Bu ülke böyle bir ülke işte; gidip görünce gerçek içindeki masalı, masalın içindeki gerçeği gözlüyor, ona dokunma fırsatı yakalıyorsunuz.

  Bu ülkeden hâla yerüstünden çok yeraltı zenginliği var. Kazılmayı, ilgilenilmeyi bekliyor. İyi ki de yerin altında saklanıyorlar diye teselli de buluyorum. Çünkü yerin üstünde kalan hazinelerin, tarihi eserlerin canını okumuşuz. Likya diyarı insan icadı uçak ile birkaç saat mesafede. İstanbul’dan Dalamana bir saatte uçtum. Oradan da Kaş’a iki saat minibüs yolculuğu yaptım.

  Bizi bizden daha iyi bilen ve o bilgiler ile bildiklerine yenilerini koyan turistler güney illerimizi, kasabalarımızı mesken edinmişler. Hepsinin elinde bir kitap, bir harita ve sırlarında hiçbir zaman yük saymadıkları eşyalarıyla, gülüşleriyle, öğrenimleriyle dopdolu hayatın yolcularıyla yan yana yürüdük.

  Tarihi Likya yolu Fethiye’den Antalya’ya kadar uzanıyor. Toplam uzunluğu 507 km. Tam anlamıyla yürüyerek yolculuk yapmak isteyen yaklaşık 27 günlük yolculuğu göze almalı. Güneşin ülkesindeki ilk günümü Küçük Çakıl plajında serinleyerek geçirdim. Buz gibi kaynak suyu ve kaynak suya katkı yapan Akdeniz’in sıcak sularında yüzüp serinledim. Küçük Çakıl plajı dağ eteğinde olduğu için daha suya girer girmez serinliğin ve derinliğin ürpertici güzelliği ile karşılaştım.

  Güneş ülkesine, özgürlükler diyarına gidip de Likya Yoluna girmemek olmaz. Bende ikinci günü Likya yolculuğuna; antik Likya yolunda yürümeye ayırdım. Makilerin büyük orman olma sevdası ile ağaca dönüştüğü taşlık tepelerden, vadilerden ilerledim. Zorlu bir yolculuktan sonra Liman ağzına geldim. 5-6 km’lik Likya yolunda önceden bırakılan işaretler sayesinde yolumdan çıkmadım. Kırmızı, beyaz boya ile işaretlenen Likya yolunda yürümek, yeşilin, manzaranın, yüksekliğin ve tarihin sesini, nefesini hissetmek, sağırlaşmış kulaklarımızı açmak insan denen canlıya iyi geliyor.

  Güneşin diyarında büyük bir uygarlık kurmuş ve sonra her büyük uygarlık gibi diğer uygarlıkların içine karışıp erimiş başka uygarlıkları beslemiş Likyalıların en belirgin diğer özelliği de mezarlarına gösterdikleri itina! Dağlara, tepelere oydukları taş mezarlar tam bir mühendislik gösterisi yapıyor.

 Kaş’ı merkez yapıp kendi imkânlarınızla çevrede ki tarihi, kültürel yerleri görebilir, aynı zamanda temiz plajlara yürüyerek gidip, güneşin, denizin doyumsuz tadından bir tat alıp insan olmanın erdemi ile bir “oh be!” çekebiliriz…

  Likya diyarında önemli bir merkez olan Kaş, plajları, koyları ve limanları takdir edilecek seviyede korunmuş. Yüzeceğiniz yerlerin seçenekleri sizi şaşırtacak kadar çok. Yat limanı muhteşem genişlikte bir doğallık gösterisi yapıyor.

  Tekne turlarıyla Likya diyarının en güzel ve en yaşayan kalıntılarının olduğu yere; Kekova’ya gitmeniz Likya yolunda yürümeniz kadar birinci vazifeniz olmalı. Kekova’yı görmemiş olmak, birçok şeyi de bilmemiş ve anlamamış olmak demektir. Sadece Likya kalıntılarını, eserlerini değil, muhteşem doğa güzelliklerini de gören gözler ile görme fırsatını muhakkak yakalamalı… Bu düşüncenin pratiğe geçmesini sağladım. Akdeniz’in ışık ile dansını, mavi ile yeşil, yeşil ile lacivert arasındaki geçiş törenlerini izledim. Terkedilmiş şehirlere, yaşamın olmadığı yerdeki yaşamlara el salladım.

  Kekova’ya deniz yoluyla, güzel bir tatil günü rüyasını; tekneler ile gerçeğe çevirebilir veya kara yoluyla gitme tercihine sarıla bilirsiniz. Mümkünse orada bir gün ve bir gece geçirip, güneşin diyarında, suyun o renkten renge geçişinde değişen hislerimizle atacağımız çentiklere şans vermek büyük bir kazanç olacaktır.

  Macera severler için Jeep ile yapılan yolculuklar, kültür, bisiklet turları da ayrı bir seçenek… Saklı Kente, Patara’ya, Demre’ye turlar ile veya minibüsler ile de gidebilirsiniz. Demre, Noel Baba’nın kutsal diyarı turizme büyük katkı veren yerlerden birisi! Ortodoksların haç yeri olarak kabul ettikleri Noel Baba olarak bilinen yer ile Myra antik kendi Demre kasabasının ekonomik, sosyal ve kültürel kaderini etkilenmiş durumda.

  Tarihe, turizme önem vermenin önemini Demre’de görmeniz mümkündür. Taş işçiliğinin, taşa insan aklı ile bırakılan izlerin ve insanlaşma yolunda her zaman iyiyi, güzeli, merhameti kovalayan Noel Baba’nın nasıl bir inanca, sevgiye dönüştüğünün de muhteşem gösterisini izleye bilirsiniz.

 Bu ülke, güneşiyle, rüzgârıyla, yağmuru ve karıyla da güzel… Sırasıyla yaşadığımız ülkemizin yörelerini bilmek, anlamak ve bu anlamlı ülkede bizim de yapacağımız katkıları kültürleştirmek oldukça insanca bir şey… İnsanlık ülküsü ile yola çıkan canlı, zengin bir insan huzuruyla davam eder. Sanatların en büyüğüne yaşam sanatına katkı yapan her canlı aynı zamanda kendisine vereceği en büyük ödülü de vermiş olur.

Güven Serin