28 Ağustos 2012 Salı

KUANTUM FİZİĞİ ve DANS


Kamera; Güven  Assos

Bir kadın, hafif çakırkeyif kendi dansını yapıyor;
varlığını, varoluşunu hissettiği coşkunun
tarih, mitoloji ile buluşmanın dansı...


KUANTUM FİZİĞİ ve DANS

  Kuantum Fiziği bir dalganın olası değerleri üzerine; yani evrende büyük patlamadan sonraki titreşimler üzerine ve o titreşimlerin varsayıldığı bir teorinin adıdır. Dans da insanın büyük evrenin sonsuzluğu içinde yaşam dolu dünyanın insan eliyle ve yine insanın içindeki titreşimler sonucu yapılan bir sanattır.

  11 Ağustos tarihli Mimesis Dergisinin internet sayfasında “Büyük Patlama, Kuantum Fiziği ve Dansı” başlığı altında bir çalışma dikkatimi çekti. Evren ve insan fiziğin yasalarıyla çok daha iyi anlaşılır hale gelir. Fizik ve matematik bilimini yok sayan memleketlerin toplum yaşamları ve gelişmeleri de ortadadır. Daha iyi memleketlere göç etme yarışında büyük rüyalar görmektedirler.

  Aslında etkilendiğim konu bize oldukça yabancı olan danstır. Kargaşa ve savaş kültürünü bu kadar yüceltip, insan denen canlının ruhsal zenginliğini ve zarafetini ortaya çıkaran danstan da bu kadar uzak kalışımız çok acı bir gerçektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu büyük boşluk görülmüş ve bozkırın ortasında küllerinden doğan halka sevdirilmeye çalışılmıştır. Daha sonraları Küçük Amerika Düşleri, bedava yaşam ve muhteşem köşeyi dönme törenleri arttıkça dans, sıradan ve önemsiz bir şey gibi görülmüştür. Çöl yasalarında dansın önemi yoktur. Dansözlük geçerlidir, köçeklik geçerlidir; seyir etmeye susamış kara yağız delikanlılara.

  Mimesis Dergisinin konusu 22 Mayıs tarihinde koreograf Lar Labovitch Moskova’da koreografi dalında Benois De La Danse ödüllünü aldı. Törendeki konuşması derginin ana konusu olmuş.

  Lar Labovitch evrenden ona geldiğini söylediği titreşimleri hissederek şu seslenişi yapıyor;

Çılgın bir sebepten dolayı dans yapıyorum. Daha da çılgın olan dünya bunu benim yapmama izin veriyor. Albert Einstein – büyük patlama ile başlayan- evrene çok geniş bir bakış açısı geliştirdi. Ve şimdi, kuantum fiziği, tam karşı taraftan, bildiğimiz evrendeki her şeyin küçük titreşim enerji şeritlerinden oluştuğunu ortaya çıkardı. Bu teori Sicim Teorisi olarak adlandırılır. Bu podyum, yer, oda, bizler ve içimize çektiğimiz hava, bu trilyonlarca mini minnacık titreşen enerji şeritlerinin eşi olmayan uyumlarından ibarettir. Sicim teorisinin bu mucize güzelliğine, her bir titreşen şeridin bir tür ses çıkardığı ve sürekli olarak diğer şeritlerler ile uyum içinde etkileştiğini de eklemek gerekir. Bu bir viyolonsel yayının birkaç tel üzerinden çekilmesiyle birden fazla telin beraberce titreşmesi ile çıkan sesin, tek bir telden çıkan sese göre daha güzel ve karmaşık olması gibidir.”

  Dansı etmeyi bir iş ve yaşam biçimi haline getirmiş Lar Labovitch içindeki coşkuyu, dans etme duygusunu bu şekilde açıklıyor. Yani büyük patlamadan sonra evrende var olan titreşimleri algılayarak…

  Evren bu kadar güzelken ve sonsuzken, bizim ülkemizde bize-bizlere bu kadar uzak kalması, evrene açılan, evreni anlamaya çalışan ulusların bu kadar az oluşu da düşündürücüdür. Neredeyse sekiz aylık bir yolculuktan sonra Marsa insansız hava taşıtı yollamayı başaran ABD, diğer ülkelere ülke içişlerine baktığı gibi bilime, fizik ve matematik yasalarına baksaydı bu başarılara ulaşması mümkün olmazdı.

  Dans, müziğin nağmelerini duyan kulakların iç coşkusuyla ve evrenden gelen titreşimlerin insan algısıyla buluşmasının büyük gösterisidir. Dans aynı zamanda insanın özgüveni, ritim ve zekânın güzel görüntüsüdür. Erkeğe de, kadına da oldukça yakışır. İyi bir dans ruhuna sahip olan insan, silahtan, barbarlıktan, hilebazlıkta da o kadar uzak iyi bir vatandaş-yurttaştır. 

  Konumuz dans ve kuantum fiziğiyse ve bu işi en iyi anlayıp yapanlardan birisi Lar Labovitch ise, ona kulak vermeye devam ediyorum;

“Geçenlerde verdiğim bir derste öğrencilerimden bana dansı tanımlamalarını istedim. Birçok güzel fikir ortaya atıldı. Fakat bir tanesi öne çıktı, özellikle de bu konu ile ilgiliydi: Dans ruhun titreşimidir ve müzik çaldığında bedeni dans için harekete geçirir. Bu tanım ile beraber eğer kuantum evreni müzikten ibaret ise o zaman hepimizin dans ettiği sonucuna varmak mantıksız değil.

 Bana ne iş yaptığımı soracak olursanız, dans yaptığımı söylerim. Nedenini bilmiyorum. Nedeni çok da önemli değil.

  Ben dans yapmayı seviyorum. Yaptığım bütün danslar dans etmek ile ilgili seviyorum ve bu benim için önemsiz, küçük bir konu değil. Einstein’in patlaması kadar büyük ve kuantum şeritleri kadar büyülü. Yapıyorum çünkü yapmak zorundayım. Neden diye sormayın. Açıklayabilecek durumda olsaydım bile açıklamazdım.”

  Hayatı zorlaştıran, geleceğimizi karartan adaletsiz uygulamalar ile bu güzel ülkenin bereketli topraklarında danstan, müzikten; kısacası sanatlardan uzak olmak ne acı…

Güven Serin




23 Ağustos 2012 Perşembe

NE DÜŞÜNÜYORSUN


İlla toplum... Evde eşyalar değişecek,toplum için.
Üst baş yenilenecek toplum için. Namus ve ar
kontrol edilecek toplum için. Maneviyat
sağlamlaştırılıp sırat köprüsünden
geçilecek, toplum için...


NE DÜŞÜNÜYORSUN?

  İki adam yan yana yürüyorlar. Birinin elleri ceplerinde, diğerinin elinde bir dosya var. Ellerin ceplerinde olan düşünceler içindeki arkadaşına soruyor;

Ne düşünüyorsun?

  Arkadaşı düşüncesini bir düşünür felsefesiyle açıklıyor;

Toplum fikrinin olmadığı bir toplumda TOPLUM için ölmek acı olmalı!

Birden beyin nöronlarım sallanıverdi. Sanki bu sorunun cevabı içinde dondum kaldım. Toplum diye diye yaşanan ölümler, öldürmeler ve acizlik içindeki güzel insanlarımızı, insancıkları ve bir de ruhumla baktığım kendimi düşündüm. Düşünce böyledir işte, akıl, mizah ve iradeyle buluşmaya görsün; bütün beyin hücrelerinizi sıraya dizer, büyük temizliğin çan sesini duyarsınız.

  Bir cümleyle bir, hatta bin yıllık toplumu özetlemek, anlatmak kimin elindedir acaba? Olsa olsa böyle derin ve böyle açık gerçeği bir sanatçı dile getirir. Acaba hangi sanat dalına inanmış bir sanat insanı bunu yapar? Bir arabesk sanatçısı mı? Her gün reklâm peşinde koşan muhteşem pop sanatçıları mı? Reklâmın iyisi kötüsü olmaz diyen zavallı sanatçılar mı? Birkaç şarkı seslendirip gündemde kalmak için yapmadığını bırakmayan garip sanatçılar mı? Biraz ünlendi diye televizyon reklâmlarından trilyonları alıp da fukara kılıklı sanatçılarımız mı? 

 Değil dostlarım hiçbirisi değil. Evrenin değişim rüzgârları her şeyi değiştirir ama milyarlarca insanın içinde insan kalabilme becerilerine doğuştan sahip olanlar vardır. Erdemli yaşamı, tüm canlı hayatına saygılı olmayı yaşam biçimi kabul etmiş insanlar hep vardır ve var olacaktır. Sanırım bu insanların var olması da insanlık yarışında yorulanları, pes etmek isteyenleri coşkuya, huzura insan olmaya davet edecektir.

  Ne düşünüyorsun sorusuna verilen cevap da böyle insanlar, böyle sanatçılar tarafından insanlık mirası gibi ortaya bırakılır. Bu cevap üniversitelerde ders niteliği taşıyacak kadar önemli;

TOPLUM FİKRİNİN OLMADIĞI BİR TOPLUMDA “TOPLUM” İÇİN ÖLMEK NA ACI!

  Zavallı nöronlarımızı biraz hırpaladığımızda azcık harekete davet ettiğimizde toplum için ne büyük acılar çektiğimizi ve çekeceğimizi anlarız. Ya toplum! Bu durumda “toplum” fikri yoksa! Toplum senin çektiğin acıların, senin ölürken gözlerinin kapanmadığının, senin öldürürken gözünü bile kırpmadığın olayları anlayabilme becerisini sahiplendi mi? Böyle bir derdi var mı benim soylu ve miskin toplumumun?

  Toplumun tek derdi var gibi görünüyor; kendi poposunu; yani kıçını kurtarmak! Pek kurtaracağı da yok sayılır. Çünkü için için devam eden yangın, bazı yerlerde rüzgârın etkisiyle büyük alevlere dönüşmüş durumda. Ne silahlar, ne kinler-nefretler ne de gösterişler, talanlar bitecek gibi görünmüyor. Bir de Ak düşünce, ak adalet, ak apak yönetim dediler adına; ne acı…

  Bu sorgulamayı yapan bir sanatçı; bir karikatür sanatçısı! Zaten bu kadar kısa ve öz bir anlatımı ya bir şair, ya bir filozof, ya da bir karikatür sanatçısı yapabilirdi. Bu beceriyi, bu duyarlılığı gösteren sanatçı da Behiç Ak’dır.

  Sahi sevgili toplumum sizler ne düşünüyorsunuz? Toplum için değiştirdiğiniz arabalar, aldığınız krediler, yaptığınız evler, hanlar-hamamlar; toplum için giriştiğiniz kavgalar, toplum için yapılan o muhteşem düğünler; toplumun umurunda değilse ne olacak?

  Ya idealizmin soylu hastalığına tutulmuş güzel beyinli dostlarım; sizlerin okuduğu bunca kitap, yaptığı bunca hoş tartışma, ülke elden gidiyor, ne olacak bu milletin hali diye ettiğiniz feryatlar için harcadığınız büyük enerjiler; toplumun bütün bu olanlardan haberi olmayacak kadar toplum dışı yaşam tarzı oluşturması sizlere bir şey ifade ediyor mu?

  Dünya ormanlarını düşünelim; evet! Dünya derelerini düşünelim; evet! Dünya çocuklarını düşünelim; evet! Dünya yaşlılarını düşünelim; evet! Dünya toplumlarını düşünelim; evet! İyi güzel ve faydalı her şeye evet!

 Bir tek ağaç ekmeye de evet. Yakınımızdaki derenin birkaç metresini temiz tutmaya da evet. Sokağımızdaki bir çocuğun elinden tutmaya da evet. Bir yaşlının gönlünü almaya da evet. Kendi iç güzelliğimizi hiçbir yere adamadan yol almaya, coşku, ışık, huzur yaymaya da KARŞILIKSIZ evet!

Güven Serin



22 Ağustos 2012 Çarşamba

BAYRAM DEDİKLERİ


Kamera; Güven  Kıyı Köy-Kırklareli

İnsanın nazik eli doğanın doğallığına
dokunmadığı zaman tabiat da kendi
bayramını yaşıyor; coşuyor,çocukça
heyecanlanıp hayaller kuruyor.

BAYRAM DEDİKLERİ

  Adına ister Şeker, Ramazan, Kurban Bayramı, ister başka bir isim verin; eğer ki bayramı bayram yapan coşkuyu, neşeyi, sevgiyi, özlemi yitirmişse adı bayram olsa da kendi bayram değildir artık.

  Bayramlar da toplumlar gibi değişime mecburdur. Belli kalıbı sıkıştırılmış bayramlar, belediyeler, özel kuruluşlar, dernekler, vakıflar ve devlet tarafından faydaya, huzura, eğlenceye dönük destek görmediği sürece halkın kıyımına uğrarlar. İşte bir bayram daha geride kaldı. Anılarla, hatıralarla, yolda yaşanan trafik çileleriyle geride kaldı. Bir sürü fotoğraflar çekildi, insanlar ziyaret edildi. Hatırlanacak anlar, neşeden çok hüzün, coşkudan çok burukluk.

  Neden acaba? Toplumların değişen iç coşkuları yarım yamalak uygulanan hükümet programları, kırılan, dökülenleri tamir edecek terzilerin; psikologların yeterli sayıda olmayışı, teknolojik değişimin muhteşem kapital hareketleriyle birlikte bireysel yaşam ve o bireysellikten tat almak, topluluğun güzel birleşimlerini, kucaklaşmalarını, sunulan bayram tatlılarını, hoş sohbetlerini şimdilik bir kenara itti.

  Benim bildiğim insan, insanlığı neşelendirmek için en hakiki hüzünlerden bile güzel şeyler çıkarır ortaya. Ama ne hazindir ki savaş ve göç sanatlarını, halı ve çömlek sanatlarını yücelten atalarımız yerleşik düzenlerin şehircilik sanatını çıkaramamış ortaya. Güzel bayramlar çıkarmış ama bayramları güncelleyen, koruyan yeterli sayıda kurum-kuruluş çıkmamış… Hâlbuki gelişen teknoloji insanın emrinde olduğu kadar, bayramların da emrindedir. Bayramlara katılacak çeşitli katkılar, eğlenceler sayesinde en hakiki hüzünler bile geçici olarak saf dışı kalır.

  Şimdi sormak lazım; gittiğiniz gördüğünüzü, uğradığınız yerde kaç insanın yüzü gülüyor, gönlü bayram telaşı içindeydi. Hoş geldin karşılamalarının kaçı gerçekten de doğal gülümsemeler içindeydi? Sorarım?  

  Şeker ve Ramazan Bayramlarını, Kurtuluş Savaşımızı, Cumhuriyet Bayramını sadece tatil olarak tatil düşüncesine indiren ve uzaklara seyahat ile bütünleştiren felsefelerin, uygulayıcıların artması yine soylu sermayenin güzel yüzü adınadır.

  Bayram deyince sevgiyi, eğlenceyi, coşkuyu ve barışı göremiyorsam, gittiğim her yerde burukluk, kırgınlık; kendi aile içinde bile birbirine küsmüş insanların haklı sebeplerini dinliyorsam o bayram, bayram olmaktan çıkmıştır artık. Güzel bir gösteri de değildir. Kötü bir rol yapma, çirkin bir sanattır artık.

  Nerede O Eski Bayramlar! Sözcüklerine, eskinin nurlu yüzlerine sığınmayın sakın. Hiçbir şey ne eksik ne fazladır. Ne eskinin şartları bugün, ne de bugünün şartları eski gibidir. Eskiyi yaşatmak, tarih ile anılar ile hatıralar ile toplum ile barışık olmaktır. Yeniliği eskinin dostluğuna yöneltmektir de aynı zamanda. Ama eski ile yanıp tutuşurken, yeniye hiçbir katkı yapmazken, kendi sokağını pislik içinde tutarken; eskinin güler yüzlü bayramlarına özlem duymanız gerçek bir budalalıktan ibarettir.

  Bıkmadan söyleyeceğim ve yazacağım; dünya ormanlarını, denizlerini, dağlarını düşünmek güzel! Ama kendi şehrinde bir tek ağaç dikmek ondan daha güzel! Kendi şehrinin dağını, yaylasını korumak onlardan da güzel!

  Dünya barışını istemek, dünyaya evrensel sevgi ile bakmak güzel! Ama kendi akrabaların ile barışık olmak, kendi apartman ve sitende sevilmek ve sayılmak; sevilirken saymayı da öğrenmek daha da güzel.

  Hürriyet Mahallesine yeni taşınmış Doktor Serdar şunu da yaz dedi;

  “Hadi Yavuz Mahallesinde, Ertuğrul Mahallesinde park, bahçe ve büyük meydanlar yapılmadı. Ama yeni kurulan bu mahallelerin meydanı, büyük parkları niye yok? Beton yığınları arasına sıkışmış insanların birbiri ile sosyalleşmesi, birbirine sevgi ve saygı göstermesi mümkün mü? Bunları da yaz kardeşim!”

  İnsan düşünmeyi, dinlemeyi görsün; yazılacak o kadar çok şey var ki! İşte, sadece betona, karayollarına, bireyselciliğin çift çeker araçlarına yatırım yaparsanız eski bayramları da, komşulukları da ararsınız. Hani toplu taşıma nerede? Denizin karşısındaki yerleşim yerlerinden haberimiz bile yok. Ulaşım rezaleti bayramların en hakiki unutulmaz çirkinlikleri değil midir?

  Bayram dedikleri şeyler,  toplumların kendi kendilerine katlettiği güzelliklerdir. Eskiler ile avunmak yerine yenilenmenin, değişimin ve de ahmaklığı bırakıp, bizi nerede kandırdıklarının bayramını yaşasak ya!

  Bayram dedikleri şey; BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.


 Güven Serin


15 Ağustos 2012 Çarşamba

ARKADAŞLAR


Kamera; Güven- Eski Liman-Tekirdağ

Arkadaşlar, doğayı koruyalım, çünkü doğa bizi
var etmek için var.




                           ARKADAŞLAR

  Sesler, kimi fısıltı halinde, kimi cansız bir koro, kimi bakışların emrinde bir şeyler anlatıyorlar bize. Adına halk denen topluluktan sesler tütüyor göğe doğru;

“Arkadaşlar, bu ülke ağır ağır eriyor. Bu ülke öle öldürüle bölünüyor arkadaşlar.”

Başka ve daha gür, daha tok bir ses yüceliyor gök kubbenin altındaki ülkede;

“ Komşularımızla sorunumuz kalmadı şükür! Paramızın değeri, halkımızın mutluluk ve huzuru arttı çok şükür! İnşallah daha da büyüyeceğiz, düşmanlarımızı çatlata-cağız ey sevgili mutlu halkım.”

 Topluluk alkışlıyor elleri acıyana kadar alkışlıyor. Büyük sözler her zaman alkışlanır. İnsanın en küçük tüylerini bile yüceltir, onurlandırır. Büyük sözler tutulmasa da büyüklükleri yüzyıllardan öte sarkar.

  Yüzleri solmuş, ümitleri tükenme aşamasına gelmiş koro; adına halk dedikleri koro yine yaz yağmuru gibi bir şeyler anlatıyor;

“ Arkadaşlar bize okul lazım. Her şeyin öncüsü eğitim, öğretimdir. Bilim dallarını, sanat dallarını öğrenmeyen bir halk başka halkların hayranlığını yapa yapa köleleşir; tükenişin en güzel örneğini verir arkadaşlar. Arkadaşlar, bizlere daha fazla hastane lazım. Kuyruklarda beklemeye, yetersiz hizmet almaya son vermeliyiz. Birimizin burnu kanasa en güzel tedaviyi, ilgi ve alakayı görmeli. Sağlıklı toplumlar, sağlıklı nesiller doğurur. Sağlıklı toplumlar devletine daha az zarar verir. Daha iyi düşünür ve düşündürür!”

  Yine cesur ve gururlu bir ses yükseliyor solgun yüzlü koronun fısıltılı, dumanlı seslerine karşılık;

Sizlere ne söz verdiysek tuttuk arkadaşlar. Bakınız ülke yollarla donatıldı. Bir taraftan demir yolları, bir taraftan deniz yolları; inşallah hepsini özelleştirip daha çok işler yapıp daha çok zenginleşeceğiz. Yani yeni yepyeni zenginlerimiz olacak arkadaşlar. Bu aynı zamanda ülkenin zenginliği değil midir? Okul sözü verdik, özel okulları daha da çoğalttık. Hastane sözü verdik, bütün illerde, ilçelerde özel hastaneler ile doldurduk. Önümüzdeki günlerde köylere bile özel okul, özel hastane yapacağız arkadaşlar.”

  Karnı guruldayan gururlu ve mutlu topluluk coşmuş bir şekilde bağırıyor; Yaşa, Varol, seni başımızdan eksik etmesin yüce yaradan! Alkışlar yeri göğü inletiyor. Sanki göklerden inen bir kutsal canlı var orada. Alkışlar hiç kesilmeyecek gibi…

  Arkadaşlar, sözün kısası bu güzel ülke ülkem diyenlerin ülkesi değil artık. Yolunu bulanların. Yolunu kendi evine, villasına, sarayına yönlendirenlerin güzel ülkesi! Büyük sessiz ve solgun çoğunluğun yapacağı çok şey yok. Çünkü ellerini batırmak istemediler hiçbir zaman. Bol parfümlerle, birileri çıksın da bu düzeni daha adaletli, daha huzurlu yapsın dualarıyla bu iş olmayacağı hep belliydi.

  Arkadaşlar bir mucize bir tek insan tarafından yaratılamaz. Bir mucize o topluluğun inanmış insanları tarafından yaratılır. Bir taraftan bağırıp, çağırıp bir taraftan da yolunu bulmaya çalışmak, bir taraftan yolsuzlukları görmezden gelmek; bu işin böyle gitmeyeceğini, bu işin sonunun da geleceğini hazırlamaktır arkadaşlar.

  Arkadaşlar ben şunu anladım; benim ülkem garip insanlarla dolu. Bir taraftan büyük zenginliğe ulaştıkları halde “yetmez” diyen küçük mutlu azınlık var. Bir taraftan muhteşem dibe vurmuş viranelerin içinde yaşayan insanların “çok şükür, yaşa paşam, sen var ol yeter ki!” sesleri yüce göğün altında bir halkın yaşayan ölüleri gibi yükseliyor.

 Arkadaşlar hızla ülke eğitimi, ülke sağlık sistemi yozlaşıyor. İnsanlar bu kadar büyük harcamaları, fedakarlıkları boşuna yaptıklarının şüphesine düşüyorlar.

  Arkadaşlar, öyle bir zamana geldik ki bir şeyleri kaybetmeden biz kendimize gelemeyeceğiz. İlk önce köyler, kasabalar, şimdi şehirler; büyük borç batağında elindekileri büyük ve soylu bankalarımıza armağan ediyor.

  Arkadaşlar eğitimli olan nezaketi, zarafeti yaşatmaya çalışanların dertleri büyükken, tam tersi eğitim görmemiş, kendince özürlü duruma düşmüş zeki vatandaşlarımızın bulduğu çözümler çok daha büyük anlam ifade ediyor.

  Binmiş olduğum banliyö treni beş dakikada bir duraklarda yolu almak, yolcu indirmek için duruyor. Onlarca vagonu olan trenin üç numaralı vagonuna bindim. İkinci istasyonda da inenler ve binenler oldu. Orta yaşlı, Alâeddin’in sihirli cini gibi bir adam da bindi. Çok tok, çok kararlı bir sesle;

“ Arkadaşlar, benim bir bacağım takma. Üstelik de şeker hastasıyım. Para bulunamazsam sonum kötü arkadaşlar. Şimdi sizden şunu istiyorum arkadaşlar. Zekâtlarınızı, fitrelerinizi hak ediyor muyum ama bana yardım etmenizi istiyorum arkadaşlar!”

  Cin bakışlı halkına seslenen kral duruşlu adam tren içine çöktü. Takma bacağını çıkardı. Takma bacağını çıkarınca kesik bacağının görüntüsü insanlarda acıma ve korku uyandırdı. Acıma ve korku çok büyük iş gördü arkadaşlar. İnsanlar birer ikişer para vermeye başladılar.

  Kısacası arkadaşlar, bu devirde işini bilen, gururu, utanmayı bir kenara bırakan her canlı büyük işler, büyük vurgunlar yapıyor. Gelin bu vurgunların bir hesabını yapalım arkadaşlar! Vurgunlar bizi bitirmeden, vura vura birbirlerimizi tüketmeden arkadaşlar…

  Güven Serin




 

   

11 Ağustos 2012 Cumartesi

CAN YÜCEL

Kamera; Güven    Çıralı-Antalya

Akdeniz,
 dağların içine kadar sokulmuş.
Bir kadın, dağların içine kadar
Akdeniz'e sokulmuş.
Mavilik, yeşilliklerle mayalanmış,
griliğin, kızıllığın insan ruhu ve
bedeniyle bir anlamı ve hatırası
oluşmuş.

CAN YÜCEL



 İzmir Büyükşehir Belediyesi şairin 13. Ölüm yıldönümü nedeniyle büyük bir gösteriye hazırlanıyor. Büyük şairlere; ,sanatçılara ne kadar hizmet edilse azdır. Çünkü onlar sevmeyi yüceltmişler, düşünmeyi, düşündürmeyi hatırlatmışlardır. Ceplerini dolduramadıkları ömürleri içinde yıkmayı, yok etmeyi, çalmayı, talanı; yürekleriyle bir kenara itip, bir yudum suya, bir dilim ekmeğe minnet duymuş insanlardır. Bazen bir kadeh rakı ve bir bardak şarap da minnet duyulabilecek güzelliktedir.

 Can Yücel nasıl şarabın eskimesi güzelse, şairlerin eskidikçe güzelleşen, yenilenen ve yeniden keşfedilen ustalarından birisidir. Övülesi dizelerindeki yürek atışları, insan ruhu yaşlanmak şöyle dursun, nesilden nesle geçiş törenlerinin borazanını çalıyor.

 Can Yücel keskin diliydi. Aklını besleyen bilginin, görgünün esiri değil, onların yöneticisi, bir yönetmendi aynı zamanda. Ona paşam, buna beyim demeyenlerden. İnsanın insan önünde kulluk etmeyen değerlerden; kısacası o aydın bir babanın, Mustafa Kemal’in Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğluydu.

 Oğul olup da babayı özlemek olmaz mı? Baba ihtiyaçtan, muhtaçlıktan değil de insanı insan yapan sevgiden, şiirden törensel bir insaniyetten geçilerek sevilirse, şöyle güzellikler çıkar ortaya;

 Ben hayatta en çok babamı sevdim/ Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk/ Çarpı bacaklarıyla- ha düştü ha düşecek/Nasıl koşarsa ardından bir devin/ O çapkın babamı ben öyle sevdim/ Bilmezdi ki oturduğumuz semti/ Geldi mi gidici- hep, hep acele işi/ Çağın en güzel maarif müfettişi/ Atlastan bakardım nereye gitti/ Öyle öyle ezber ettim gurbeti/ Sevinçten uçardım hasta oldu mu/ Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a / Bir helalleşmek ister elbet, diğ’mi oğluyla/ Hayatta ben en çok babamı sevdim.

 Eğer gerçekten şairse insan, şiirle inanmışsa yaşamın helal beslenmesine, hiç durumu etliye sütlüye karışmadan? Tozu-dumana karıştıran büyük sürüye katılmaz insanı abideleştiren, insanın paha biçilmez değerlerini bir tüccar gibi satılığa çıkarmayan. Şair bir başka seslenişinde bugünde geçerliliğini yitirmemiş, yarında yitirmeyecek gibi görünen dizelerinde şöyle der;

“Kurtarıcılar kurtara kurtara. Kurtardılar memleketi memleket olmaktan.”

 Bu dizelerin verdiği hakiki gerçeğe nasıl boyun bükülür ve nasıl kızılır ki? Memleketim diye diye memleketi soyup soğana çevirmedik mi? Ormanlarımızı, vadilerimizi, dağlarımızı, denizlerimizi sonsuz bereketi içinde sonsuzluğa, kısırlığa muhtaç etmedik mi?

 Şairler, özü yürek ve akılla yakalamış utangaç insanlar yüzlerce kitaba sığacak anlatımları birkaç kıtaya sığdırmayı severler. Bir yaşam onlar için bir kıta kadar küçülebilir ve o kıtanın içindeki birkaç dizede bize bizi anlatır. Biz, biz olmaktan öte geçer şaşkın bakışlar içinde bizi bile anlamak için uğraş veririz.

 En olmadık yerde, renklerin renksizliğe, seslerin sessizliğe, neşenin hüzne boğulduğu yerde bile şairler konuşur beyaz sayfanın ölümsüz dizelerine;

Çeşme’de peydalınmışım

Babam anam tarafından,

İkisi de iyi insanlar

Ne iyi tesadüf!

Laleli’de doğmuşum ikiz

Ne aksi tesadüf!

Sosyalist olmuşum ne iyi ama ne belalı tesadüf

Üç çocuğum oldu üçü de harika

Ne iyi tesadüf!

Şiiri seçmişim, doğru seçim

Ne iyi tesadüf!

Öleceğim yakında

Ne aksi tesadüf!

 Böyledir Can Yücel, düşünmeyi ister. Düşünürken insan olmayı, insanlaştıkça sevmeyi anlatır keskin dilinin viran bakışlarındaki muhteşem kalıcılıkta.

 Büyüklük gururuna, insanı insandan koparan kibir’e pabuç bırakmadan yaşanan ömrün son nefesi yine bir yaz günü Ağustos’un 12’si son bulmuş bulmasına ama dizeler gök kubbe altında dolaşmaya, canlar içinde canlar var etmeye devam ediyor;

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin…



İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren

Sevdiğin kadar sevilirsin…


Güven Serin







7 Ağustos 2012 Salı

DERS 1

Kamera; Güven Burgaz Ada- İstanbul

Doğa iyi anlaşıldığında, ona saygı gösterildiğinde
almaktan çok vermeyi bilir.

Kamera; Güven   Burgaz Ada 

Güzel eser, huzur verici mimari, insan
ruhunun da güzelliğini çıkarır ortaya.
Güzel ruhlu,bilgili,görgülü ve saygılı
insanın kalıcılığını anlatır baktıkça
bakasın gelen insanlara.

DERS 1

  Ders deyince akla eğitim ve öğretimle ilgili tartışmalar geliyor. Sanırım hiç bitmeyecek tartışmalar ve yaz-boz hikayeleri, olan aklı karışık, çelişkiler içinde kalan öğrenci velileriyle boğulacakmış gibi olan öğrencilere oluyor. Bir koşuşturmaca, bir yutturmaca ve bir hayal kırıklığı…

  Benim bugünkü konum, hayatın içinden ve benim kendi almış olduğum bir dersle ilgili. Sanatın sanatçının hangi mertebede olursa olsun insan ruhunu vicdan ve merhametle süsleyen saygınlığından vazgeçmemenin dersidir bu ders.

  Erdal Atabek haftalar önce köşesinde Jose Carrera’yı tanıttı. Bu tanıtımdan sonra dört ders çıkarmıştı.

  Birinci ders; Güç durumda olan meslektaşlarına dargın da olsan yardım etme insanlığını göstereceksin. Soylu davranış budur.

  İkinci ders; En güç durumda bile değişme umudunu taşıyacaksın. Her sorunun bir çözüm yolu olacağını unutmayacaksın. Elinde yoksa başka çareler arayacaksın.

  Üçüncü ders; Sana yapılan iyiliği unutmayacaksın. Teşekkür etmek soyluluğunu göstereceksin. Nankör olmayacaksın. İnsanlık budur.

  Dördüncü ders; Bu dersi de şimdi yazarın köşesinden olduğu gibi aktaracağım hikâyeden sonra aktaracağım.

  Jose Carrera kimdir? Dünyaca tanınmış İspanyol tenor. Yani ünlü üç tenordan birisi! Placido Domingo, Luciano Pavarotti. Pavarotti bu dünyadan ayrıldı elbet.

  Jose Carrera bu yıl Antalya’da yapılan D-Marin Klasik Müzik Festivali’nin konuğuydu.

   Yazar, Erdal Atabek çok güzel bir yerden yakalamış konusunu. Sanatçının beğenilmesini, alkışlanmasını, ülkemizin konuğu olmasını anlatmış anlatmasına ama esas konuya, sanatçının yaşadığı trajediye ve bunun sonucunda ortaya çıkan insanlık derslerine yer vermiş. Defalarca okunup kalınlaşmış vicdanlarımıza zımpara gibi sürülecek güzel bir makale.

 Yazar bildiği, öğrendiği yaşam gerçeğini yine yaşamın içinde olan bizler için anlatıp yazıyor;

  “Jose Carrera İspanya’da Katalan bölgesinin sanatçısıdır. Placido Domingo da İspanyol, Madritli. Birlikte çalışan sanatçıların bir süre araları açılır.

  Artık birlikte çalışmak istemezler. Öyle ki, birisi konser verme çağrısı aldığında ötekinin gelmemesini şart koyar. Durum böyleyken Jose Carrera hastalanır. Tanı lösemidir ve durumun gidişi ölümcüldür. Carrera konserlerden çekilir, tedavisine başlar. Ancak, tedavi çok pahalıdır ve giderler karşılanamaz olur.

  Ne yapacaklarını bilemedikleri sırada Madrit’te bir vakfın olduğunu öğrenirler. Lösemi ile Mücadele Vakfı kurulmuştur ve lösemili hastalara yardım etmektedir.

  Carrrera’nın dostları vakfa başvururlar ve gereken desteği alırlar. Büyük tedavi giderleri artık karşılanmaktadır ve Carrera düzelmektedir. Gerçekten de büyük tenor yavaş yavaş sağlığına kavuşur.

  Bir süre sonra konserlerine yeniden başlar. Bu arada Placido Domingo ile de barışmışlardır ve ortak konserleri yeniden başlamıştır.

  Madritt’teki bir ortak konserlerinde, Jose Carrera söylemekte olduğu şarkısını keser, Domingo, Carrera’nın elini tutar, kaldırır ve ona sarılır.

  İzleyenler şaşkınlık içindedir. Jose Carrera öğrenmiştir ki, Madrit’teki vakfı Placido Domingo tarafından Carrera’ya yardım için kurulmuştur. Gururlu Basklı elden yardımı reddedeceği için Domingo böyle bir yol bulmuş, meslektaşına destek olmuştur.

  İşte Jose Carrera bunu öğrenmiştir. Ve bütün müzikseverlerin önünde şükranını böyle ifade etmiştir.
Müzik kadar anlamlı! Bence müzikten daha anlamlı!

  Ders dört; Placido Domingo’ya sormuşlar. Neden çok kırgın olduğunuz kişiye yardım ettiniz? Yanıtı şudur; Öyle bir sesin kaybolmasına razı olamazdım.

 Sahip olduğunuz değerleri bileceksiniz. Değerlerinizi heba etmeyeceksiniz.”

  İnsan denen canlı sürprizlerle doludur. Karanlığı, çürümüşlüğü delip geçen tazelik, erdem, saygınlık ve insaniyet kokan sürprizler de vardır bu hayatta.

 Güven Serin

    



2 Ağustos 2012 Perşembe

KATHAK DANSI

Kamera; Güven  Limon Çiçeği

Çiçekler de kendi danslarını milyonlarca
yıldan bu yana yaparlar. Limon çiçeği de
bir şeyler anlatıyor tabiatın lezzeti, kokuları,
görsel şölenleri adına.


KATHAK DANSI

  Kathak Dansı Hindistan’ın kuzeyine özgü bir dans türüdür. Bu dansta hız, el ve ayak hareketleri oldukça önemlidir. Aslında Kathak Dansı insanların yaşam biçimlerinden doğmuştur. Her dans bir öyküyü anlatır. Dansçının yanında bir de kathakas denen öykü anlatıcı vardı. Söylenceleri ve mitolojik öyküleri dansçı eşliğinde anlatıp söylerlermiş. Kathak Dansı nesilden nesle anlatıla anlatıla ulaşmış klasik bir dans biçimi haline gelmiştir. İlgi, alaka ve beceri ister. Bir de bu dansın anlatacağı bir öykü…

  Müzik, dans ve öyküler barışçıldır. Kişinin ruhuna hitap ettiği gibi bedenleri de baş döndürücü güzellikleri algılama aşamasına yaklaştırır. Bu yüzden, müzik, dans öykü ile birleşince, bu öyküler barışçıl olmayanları, sevgiyi yüceltmeyenleri korkutur. Korkular arttıkça, insanların kendi acılarına ilaç bulma arayışları artar ve gizemli labirentlerin içine doğru yol alır.

  Hindistan halkı da acıları, yokluklarıyla yüzleşmiş bir halktır. Aynı zamanda kendi mitolojik öyküleriyle de hüzün ile mutluluğu, umutlarını birleştirmiş geçmişten bugüne taşımıştır. Bizim türkülerimizde de öyküler gizlidir. Yaşanmışlıklar gizlidir. Umutlar gizlidir. Destanlarımızda da, masallarımızda da insanı insanlığa yaklaştıracak, çözüm olmayan adaletin yerine ilahi çözümler bulunacak anlatımları vardır.

  Kathak Dansı oldukça ilgimi çekti. Öyküler müzik ve dansla birleşince öyküye aç olan benim gibilere direnme ve beslenme şansı verir. Benim besinim de böyledir işte; şarkılara, danslara, dağlara, taşlara gizlenmiş seslenişleri anlamaya çalışıp bir çeşit konuşma yöntemi geliştirmektir.

  Şimdi bu zamanda; benim şehrimde ve dillere destan ülkemde konuşmak, hak aramak ve adalet istemek hiçbir anlam ifade etmiyor. Etseydi mahpushaneler bu kadar dolu, çelişkiler, kuşkular bu kadar fazla olmazdı. Bir öç alma havası ve öz benlikten, ulusal içtenlikten, evrensel değerlerden uzaklaşmak; halkın kendi arayışlarını da çıkaracaktır ortaya. Kimi umutlarını ilahi adalete bağlayacak, kimileri daha tam olarak bitmemiş olan adalete. Bazılarımız da müziğe ve dansa…

  Sıkışma ve sıkıştırılma artarken, azcık akla, ileme ve sanata inanmışların nasıl nefessiz kaldığını, her ağızlarını açışta seslerinin kısıldığını görmek acı veriyor bana. Düşünmenin yerini inanılmaz tutuculuğun, cehaletin, akıldan uzak fikirlerin alması bir yana, böyle düşünen insanların çok önemli kuruluşlarımızın başına; başkan-müdür-vali-kaymakam-rektör-bakan olarak gelmesi; hani ödenesi günahların bedelidir bunu da düşünmekten korkmayanların, daha tam manası ile köleliğe geçmemiş canlıların düşünmesi gerekir.

 Korkunun kol gezdiği, artık düşüncenin, insanca eğlencenin lanetli sayıldığı güzel ülkeme âşık bir insan olarak duygularımı kâğıda aktarırken aktarım çeşitlerinin hepsine başvurmayı, çeşitlendirmeyi büyük bir içtenlikle istiyorum. Bilinen seslenişler ve yazılımlarla oyalanır, yaşam denen döngünün içinde sonsuza doğru ilerlerken, bilinmeyenleri, az bilinenleri ve değişimin güzel hatırına başka kültürlerde olan güzellikleri de yazı dünyamın okuyucu ile buluştuğu bu köşeye aktarmayı zevkle yapıyorum.

  Bu anlatımımı Kathak Dansından destek alarak yapacağım. Sadece kathak dansı değil, öykü anlatıca kathakasın da yardımını isteyeceğim.

  Hadi o zaman müzisyenler; Çello, keman, piyano ve davul lütfen yerlerini alsın. Kathak Dansını yapacak dansçı da yerine lütfen! Öyküyü anlatacak kathakas da geldiğine göre dans başlasın;

  “ Bir zamanlar yoktan var olmuş bir ülke varmış. O ülkenin bulunduğu yerde geçmişte otuz tane büyük uygarlık yaşamış. Sadece kalıntılarını bile ortaya çıkarsan dünyaya bedel ülkenin her tarafı denizlerle çevrili olduğu halde balığı Norveç’ten yerlermiş. Efendilerin araçları Almanya’dan, silahları ise Amerika Birleşik Devletlerinden gelirmiş. Ülke refahı arttıkça ölümler ve öldürmeler de artmış. Zenginlerin koruma orduları, evlerinin kale gibi duvarları arttıkça artmış; güya yöneticiler halka hak dağıtmak için gelmişmiş…

  Yoktan var olmuş bu ülke yok edilmek için neredeyse yüz yıldır uğraş veriliyormuş. Amerikan yardımları, siz yapmayın biz size hibe veririz; siz keyfinize bakın aldatmacaları ile ülke yöneticileri bol uyur ve tavla oynarlarmış. Ülkenin fazlalık veren tek müessesi din adamlarıyla ibadethaneleriymiş. Yardım dernekleri, devlet imkânları bu dünyadan çok öteki dünyaya hizmet etme aşkı ile muhteşem dünyalıklarını yapar, halkın hak adına çıkardığı her türlü sesi-rengi; yaş-baş, mertebe, eğitim düzeyi, ülke sevdalısı demeden o güzel mapushanelere koyarlarmış.

  Devrimler kendi evlatlarını da yer ama tüketene kadar değil. Devrimlerin ardından büyük reformlar yine büyük ülke sevdalılarının evrensel düşlerini düşünce birlikteliğine taşımalarıyla devam edermiş. Bir zamanların ülke insanları, üç nesildir hak-adalet ve reformlar beklerken, göçler dalga dalga büyümüş. O ülkede her şey organik yaşanır, mahallelerde konu-komşuluk akrabalık kadar güzel yaşanırken; bağ ve bahçeye düşman Amerikan hayranı zeki ülke yöneticileri her şeyi betona; yani yüksek karlılığa çevirmişler.

  Büyük kazanç ve beton-demir aşkı devam ettikçe nesilden nesle insani duygular merhamet kanallarıyla taşınmak yerine öfke-nefret kanallarıyla taşınarak insanların ruhları ve bedenleri beton kadar sessiz-duygusuz hale gelmiş. Meğerse ortada ülke denen bir şey de kalmamış; zaten kalmasın diye hem içten hem dıştan harika bir şekilde altı da, üstü de oyuluyormuş.”

 Dans ve öykü bir araya gelince böyledir işte; insana güzel bir rüya görme nazik bir hatırlatma yapar; insan olana elbet…

Güven Serin