29 Haziran 2012 Cuma

ŞAİR ŞİİRLE CEVAP VERİR

  Kamera; Güven        GANOSLAR-TEKİRDAĞ

 Issızlığın içinden bir ses duyulur; şairin sesidir bu ses.
Hayata dair bir şeyler fısıldar;
anlamı ile anlamsızlığı ve iyilik ile kötülüğü
üzerine... Döngünün hatırına,yaşam fışkıran
dünyanın sahibi olmaya çalıştıkça insan hoyratlığının
insana oynadığı KORKUNÇ oyunu, yine insan,
satranç gibi, felsefenin,sanatın, tarihin salıncağına 
tutunarak,et ve kemik bedeninin ağırlıksız ruhuna
dokunabilir ve korkulan ölümü,seçeneklerin kaçınılmaz
sanatı kabul eder...





ŞAİR ŞİİRLE CEVAP VERİR

  Şiir zariftir, zarafet ile donatılmıştır. Kavgasını silah, hilebazlık ve düzenbazlık ile vermez. Mısraların yer çekim kanununa meydan okuması bile gönüllü bir ahenk içerir…

  Şiir yazan nice şair vardır. Milyonlarca şiir seven insanların olduğu gibi… Dimağlarda taht kuran, ölmüşken yeniden doğan şairler azdır, kıttır… Özdemir Asaf’da böyle değerli ve kıt insanlardan birisidir. Az oldukları için değerli, değerli oldukları için de kıttırlar…

  Sevgiyi, aşkı, adaleti, felsefeyi, sanatı kanunlarla dayatarak değil, soylu kurnazlıklara yaslanarak hiç değil; nazik ve berrak mısralara sarılarak yaşamıştır, yazmıştır Asaf.

  Özdemir Asaf’ı en iyi anlayan kişilerden birisi de Doğan Hızlandır. Hızlan, Asaf hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirir;

“ Şairlerin düzyazıları beni hep kendi şiirlerine doğru çekmiştir. Çünkü şiir algılamaksa, sezmekse, düzyazı da bir o kadar anlamaktır. İşte, şairlerin düzyazılarını okurken, o şairin şiirine göndermeler yaşarım. Daha doğrusu şiirine yeni yaklaşımlarda bulunabileceğimin ipuçlarını ararım, bulurum da.
Özdemir Asaf’ın düz yazısındaki bazı cümleler bir özdeyiş biçimi andırır. Aşk için söylediklerini bu başlık altına koyabilirim;

Ben aşkı hiç ölçmedim. Ama aşk beni ölçtü.

Aşka gönül ile düşersen yanarsın. Zekâ ile düşersen kavrulursun. Akıl ile düşersen çıldırırsın. Duygu ile düşersen gülünç olursun.
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.

Sersem sersem bakınıp durma, bir yol seç…

Ne yapmak istedi Özdemir Asaf?

Bütün dünyayı
Kucaklamak istedim;
Kollarım yetişmedi.

  Özdemir Asaf 89. Doğum gününde anılıyor. Türk edebiyatına, insanın yüreğindeki değerleri anlamaya, budaklı bedenlerimizi törpülemeye ve cilalamaya çok önemli katkılar yapan Asaf sadece doğum-ölüm yıl dönümlerinde değil, her an yaşam buluyor mısralarının tekrarlandığı maviliğin serin esintilerinde.

  Asaf’ın şiirini sevenler bu sevgi ile kendi sevgisini tetikleyenler şairin yaptığı gibi kollarını açıp tüm dünyayı bir kez daha kucaklamak istiyorlar.

  Şair “yakın” şiiri ile seslenir;

Bir ışık düşerse üstüne basma
Daha yakınlaşır, korkarsın.
Bir leke, silmeye-gör.
Leke kalır, sen çıkarsın.


“Telaş” dizelerinde;

Yaşamak değil,
Beni bu telaş öldürecek, diye seslenin coşkuyu, yaşam ve yaşama arzusunu hiç tüketmeyen insanın ruh âlemini buluruz.

  Kızı Seda Arun yıllar önce; 1966 yılı Mayıs ayında yaşadıklarını şöyle anlatıyor;

  1966 yılı Mayıs ayı; erguvanlar İstanbul’u kuşatmıştı. Sevgilimle evlilik kararı aldık. Babama söylemeye çekindim. Evlilik kararımı anneme söylediğimde; “babanla konuşalım” dedi. Annem ile babam ayrılalı beş yıl olmuştu. Babam ikinci evliliğini yapmıştı. Babam annemin Caddebostan’daki evine geldi. Sofraya karşılıklı oturdular. Annem benim evlilik konusunu açtı. Babam hiç ses çıkarmadan, masada bulunan tabakları yana, rakı kadehini de daha uzağa koyduktan sonra; “benim şiir kitaplarımı getirin” diye seslendi.

  Annem babamın şiir kitaplarını getirdi. Babam sayfaları karıştırmaya başlayınca cevabı şiir ile vereceğini anladım. Orada sehpanın üzerinde duran makaralı teybin düğmesine bastım. Şiirlerin sesi ile oynayarak, bazen yavaş, bazen hızlı, bazen fısıldar gibi, bazen bağırır gibi okudu. Hiç ara vermeden okuyordu şiirlerini. Gece uzun sürdü. Vakit bir hayli geç olmuştu. Kitaplarını kapattı, bizlere;

“ HOŞÇA-KALIN” diyerek gitti.

 Zarif ruhlu insanlar kabalığın krallığından kaçarlar. Ömürleri kabalıkları, kötülükleri silmek, zımparalamak ve cilalamak ile geçer. Bir aldatmacadır dünyanın muhteşem zenginlikleri. En huzurlu olanlar sevgi ve erdem ile donatılmış olanlardır. Şiirlerin sevdalı şairleri de bunları yaparlar;

Kendimi sileceksem, bilirim sende varım.
Senin ben yarısıyla seni ben tamamlarım.
Seni sende bütünler, sana sende inanır,
Seni sende silerim, seni bende yazarım.

 Güven Serin

 


23 Haziran 2012 Cumartesi

İY'Kİ GELDİN AHBAP

                                                   Kamera; Güven   -Tekirdağ

İY'Kİ geldin ahbap! Merhaba dedin,
Nefesim nefesine dedin...
   Nesine yar nesine
   Ölürüm ben sesine
   Bir daha vursaydı
   Nefesim nefesine



                                                    İY’Kİ GELDİN AHBAP

  Nazım, o büyük usta ölümünden ölümden biraz önce Ecel’e demiş ki; “ İy’ki geldin ahbap, ben öfkeme döneceğim.” Bizler öfkemize döneli kim bilir kaç yıl oldu da öfkeyi, kendi doğallığının kaderi içinde yoğurup yoğurup pişiriyoruz…

  On yıl oldu başımızın tacı yüreğimizin nasırı olan bu iktidarın gelişi. Koca on yıl… Bir kırlangıç ömrü dokuz yıl; bir kırlangıç ömründen fazla ömrümüze tanıklık etti baş tacı yaptığımız ve baş tacı olmaktan mutlu olan büyük krallığın büyük iktidarı…

  On yıl içinde eleştirilerden çok övgüler yazıldı ve söylendi gök kubbenin inanmış, korkutulmuş insanlarınca. Avrupalılaşma telaşı, hak-adalet dağıtma sözlerinin büyük çekim gücü iktidarın ilk yıllarına denk gelir. İlk yıllara ait fotoğraflara bakarsak; mahcubiyeti, biraz da masumiyeti görür gibi oluruz. Giysiler, saç-sakal ve bıyıklar daha özensiz ve daha halktandır… Halka daha yakın duruş ve seslenişler; halkı ihtiyaç duyduğu sivilleşmeye, demokrasiye, adalete, erdeme, şeffaflığa getirecekti güya! …

  Güç ve güçlenme arttıkça hesap sormalar da, ceza vermeler de, haddini bildirmeler de arttı. Dillere destan, kıyametler gibi mahkûmlarımız büyük gösterişli hapishanelere sığmaz oldu. Sayıları 100 bini çoktan geçti. 125 bin erkek, üç bin kadın iki bin çocuktan ibaret suçlu sayımız, kaderin büyük lütuf’u gibi mayalandıkça mayalanıyor…

  Suçlulara cezaevleri yaparak, mahkemeleri çoğaltarak hiçbir yere varılamayacağı çıkacak, çıkmak zorunda kalacak “AF”’LARLA bir kez daha fiyaskoların şerefine yaşanacak ve yaşatılacaktır da, suçların oluşumuna katkı veren suç değerlerini hiç kimsenin kitaplaştırarak, sanatlaştırarak gün yüzüne çıkarıp, asıl olan bataklığı kurutma gibi erdemli ve kalıcı bir işe soyunacağı da yok.

  İy’ki Geldin Ahbap, diyorum iktidarımıza. Güce, güçlenmeye doymayan ve doymayacak bu insanlar, daha doğrusu ERKEKLER topluluğuna tek ses oluşlarına “merhaba” diyorum. İyi ki varsınız…

  Yollar yaptınız enine boyuna; çift şeritli ama biraz da yaması bol olan yollar. Demir yollarını tam manası ile anlamasanız da, kıyametler gibi kazaları görmezden gelseniz de kara; kapkara yollar yaptınız büyük araçların büyük tüketim ve üretimleri adına.

  Yaptığınız güzel ve geniş yolların kara bahtlı göçleri de hiç durmadı. Neredeyse bir İstanbul iki Yunanistan oldu da kimsenin umunda olmadı bu insanlar neden göçer diye. Savaş mı var? Kıtlık mı oldu? Adaletin köküne kibrit suyu mu döküldü? Büyük iktidarın yeşil bahçelerinde oturan yeşil yürekli dostlarımıza göre her şey yolunda sorun yoktur! Ama göçler var; gönülden gelmeyen zoraki göçlerin, koyun, dana, keçi, tavuk kokulu yüreklerinde bonkör bir sevdayı da getiren, ama bir türlü şehirli olma gibi dertleri olmayan insanlarım; insancıklar-ım, sevdikleri, doğdukları yerlerden kopup gelirler…

  Bizim insanımız özellikle yarı aydınımız çok nankördür! Hangi iktidar gelirse gelsin saldırıyı, büyük eleştirileri soylu bir iş gibi üzerine alır. Neymiş; bu iktidar Cumhuriyeti, Laikliği, Mustafa Kemal’i, hakkı-adaleti pek sevmiyormuş! Laflara bakar mısınız; bu iktidar sevmiyordu da SİZLER ne kadar sevdiniz soylu entellerim-dan-tellerim; HİJYENİK değerlerim; ne zaman sevdiniz de bu ülkeyi sevgi yuvaları ile kuşattınız?

  Tabiat boşlukları hiç sevmez! Boşlukları kendi doğallığı ile örter. Toplumsal boşluklar, adaletsizlikler de ümit, umut dağıtan soylu insancıklara emanet edilirler. Bu insancıklar da bu sevdanın yani kurtarıcı olma aşkının içgüdüleri ile gelirler ve onlara inananlara kendi inanmış oldukları büyük mutlulukları dağıtmaya başlarlar.

  Asıl olan mutlu olmayanlar değil mutlu olanlardır! Bu nasıl anlaşılır, en hakiki, en doğru anlaşılma göstergesi nedir? Elbette alınan oylardır. Alınan oylar, her zaman alınmayan oyların üstünde en şerefli bir emanet gibi en üstte tutulur. Ama demokrasi böyle bir şey midir? Bu böyle bir demokrasidir işte!

  Bu iktidardan önce sevgi vardı da şimdi yok mu oldu? Bu iktidardan önce Avrupalaşma vardı da şimdi yok mu oldu? Kullandığımız bütün ürünler Avrupa markalar değil mi? Atımız, avradımız ve silahlarımız; hepsi Avrupa çıkışlı sayılırlar…

  Çaresizlik, fikirsizlik, belirsizlik ve kimliksizlik hep vardı… Bazen Avrupa’yı, bazen Asya’yı severdik; hem de manyakça severdik… Bazen Avrupalı, Bazen Asyalı, bazen de dünyalı olurduk. Her şey olduk ama bir türlü kendimiz olamadık. Japon’un tarifi bellidir. Almanın da bellidir. Çalışkan, disiplin ve vatanperverlik; erdemli bir yurttaşlık üzerine… Ya Türk’ün tarifi? Unutkanlık, öldürme, kul olma, görmeme, duymama ve akılsız bir merhamet üzerine…

  Platon; “ Bir halkı yöneticilerinden tanırsınız.” Diyor. Yöneticilere diyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Öyleyse halka da söyleyecek bir lafımız yoktur… Ayrılmaz birer parçadırlar; umutlar, hayaller, krallıklar adına…

  İçinizde “ben farklıyım, ben bu iktidara günahımı bile vermem.” Diyenler de var biliyorum. Yarısı oyunu verdiyse, yarısı da vermedi; bunu iktidar da biliyor ve bu yüzden hüzünlü bakıyorlar; üzdükleri sessiz kahramanlara.

  Sessizliğin büyük çoğunluğu için Nietzsche şöyle der; “ Ben bu kulaklara göre ağız değilim” Bir ağzınız varsa, sizi duymayacak kulaklara seslenmenin bir anlamı da yoktur. Bir duruşunuz, bir aklınız, bir erdeminiz varsa ama var oluşunuza inananlar yoksa sizler yoksunuz demektir; varlığın içinde yok olmuşluğun içindesiniz…

  İy’ki geldiniz ahbaplar; sizler gelmeseydiniz, içliğin içindeki hiç olan varlığımızı anlamayacak, kendimizi dünyalı gibi hissedecek, öykülere konu olacak insan yaşamlarının hayali içinde hayalperestliklerle meşgul olacaktık; iy’ki geldiniz!

  Yaşamın içinde nasılsa dışında da öyle olmalıdır insan. Can Yücel böyle bir şairdir; hem yaşamın içinde, hem de dışındadır. Hem ölmüş, hem de tekrar yaşama armağan edilmiştir…

  Canların Can’ı seslenir bu sevdiği canlara;

  “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez tabancanın namlusundan fırlayarak…/ En hızlısıydı hepimizin/  En önce göğüsledi ipi…/ Acıyorsam sana anam avradım olsun/ Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun! “

 Güven Serin
  

  

21 Haziran 2012 Perşembe

SAINT JOSEPH LİSESİ ve SANAT

SAINT JOSEPH LİSESİ  -iSTANBUL

Önce düşünce, sonra tartışma ve sonra
eskizler... Franz Kafka'nın böceğe
dönüşüm serüveni başlıyor.

Saınt Joseph Lisesi

Projeler önce düşünce ve tartışma ile
çıkarlar ortaya. Işığın,aklın,matematiğin,
felsefenin ve sanatın olduğu her yerde
her an bir veya birkaç doğum gerçekleşe
bilir


Ölçüldü, biçildi ve yolculuğun başlangıcı
başlamış oldu.


Günlerce, aylarca gün geceye, gece güne
karışırken çalışmalar da imbikten süzülen
damlalar gibi birikti.


Gregor Samsa'nın böceğe
dönüşmek üzere olan başı doğuyor.
Elbette ruhları sanat kokan ellerin
itinalı dokunuşlarıyla...



Gregor Samsa insan olarak girdi yatağa
ama bir böcek olarak uyandı.
eseri yaratan,insan elinin hünerlerine
inanmış ekibin yarısı...


Saınt Joseph Lisesi
Gregor Samsa dönüşümün tamamlayacak.
Buradaki dönüşümde kızların yapıcı
ve becerili elleri ile doğarken,
böcek olarak yaşadığı yıllarda,
aynı sevgiyi annesi,kız kardeşi ve
babasından göremeyecektir.



Doğum kolay gerçekleşmiyor; günler haftalara
süzülecek ve düşüncenin eyleme dönüşme
çalışmaları sonunda bir esere dönüşecek.



Gregor'un kolları,bacakları özenle yapıldı.


SAINT JOSEPH LİSESİ SERGİ SALONU

Gregor Samsa insanlığın akışı içinde
dönüşümünü tamamlamış böcek olarak
dünyaya bakmaya ve dünyanın geri kalan
yaşam zahmetlerini çekmeye hazırdır.
Demir karyolası,komodin, çalar saati,
duvarda kırık yıldız çerçeve içinde;
boynunda kürk atkısı ile bir kadın
portresi. Yatağın önünde bir masa ve
masanın üzerinde bir iki kumaş
katalaoğu,sandalye, yerde bir klim,
yatağa yakın bir çift terlik...

Edebiyatın bütün yaptığı şey, yaşarken
yaşamları ve yaşanmışlıkları
farkedip insanın üstün zekasi ile
harmanlayıp kendi yaşamımızın
içine binlerce yaşamın iksirlerini
süzmektir aslında. Her damla, yaşama
arının büyük zahmetlerle ürettiği bal
kadar tat verecektir...

SAINT JOSEPH LİSESİ ve SANAT


 Büyük yaratıcının en büyük eserlerinden birisi dünyadır. Uçsuz bucaksız gökyüzü’nde evrenin büyük boşluğunda mucizevî yaşamı barındıran gezegendir dünya.

 Maviliğin yeşile dönüştüğü yeşilden öte renklerin gerçek bir cümbüş oluşturduğu yerdir de aynı zamanda dünyamız. Bu gezegenin kendisi gibi muhteşem eserlerini sıralamaya kalksak bilgimiz ve zamanımız yetmeye bilir. Ama en önemli eserlerinden birisi de insandır. Daha doğmadan seçenekler zinciri olan kaderinin yolcusu olan insan; bilgi ve görgü ile bütünleşmeye görsün, sanatlar içinde sanat, renkler içinde renk; yaşamlar içinde yaşam yaratır; yaratıcının verdiği en güzel aklın soylu hatırına…

91 Yaşında ölen yazar Bradburg’ın edebiyat dünyasına armağanı olan sözlerinden birisi şöyledir;

“ Büyükbabam herkes öldüğünde bir şey bırakmalı, derdi. Bir çocuk, bir kitap, bir resim, ördüğü bir duvar ya da bir çift ayakkabı. Ya da ekip düzenlediği bir bahçe! Elinizin bir biçimde dokunduğu, öldüğünüzde ruhunuzun gidebileceği bir şey; insanlar sizin diktiğiniz bir ağaç ya da çiçeğe baktıklarında siz orada olasınız.”

 Sanata, sanatla birlikte yaratıcının insana verdiği çok sesliliği öğretiler ve insan emeğinin pratik uygulamaları ile diğer insanlara vermek, bilgi ve görgüleri, çok özel felsefi bakışları sunmak da eğiticinin; yani öğretmenlerin başlıca görevidir.

 Eğitici düzenin içinde kendi yaşam kavgasına düşmüş, kendi felsefesini öğretiler, sanat ve beceri ile desteklemediği sürece düz öğretimin ezber akışı, insanı insanlık yolunda ciddi bir boşluğa hatta soğukluğa itecektir.

 Hayatını beş yaşında akıl ve el becerilerine; resim ve heykel uğraşı düşüncesi ele pratik olguyu birleştirmeye adamış öğretmen; Görsel Sanatlar ve Sanat Tarihi öğretmeni Selçuk Özbek KIZILIŞIK 2012 öğretim yılı sonunda altı aylık çalışmalarının ürünlerini, sanatın insanda, insanın sanatta buluşma şöleni içinde gösterime sundular.

 Ülke idarecileri yarınlarım dediği çocuklarını yarınlara hazırlayacak eğitimleri ne kadar çok akla ve aklın beslediği duygular ile sanata, felsefeye, ilime yönlendirirse o kadar özgürlüğe, uygarlığa doğru yol alır. Üretimi, gerçek kalıcı üretimleri akıl ile beslenmiş gençliğin oluşturacağı sosyal yapılarda pırıldayan bir güneş gibi sonsuz derece verimli ve ön açıcı ışık demetleri olarak görebiliriz.

 O yüzden, okumaya ve okutmaya bu kadar düşkün bir milletin çocukları, her yıl değişen eğitim ve öğretim sistemleri ile ve sadece ezbere, korkuya dayalı susturulmuş, dondurulmuş taklit eğitimlere mümkün mertebe uzak durulmalı.

 Saınt Joseph Fransız Lisesi Güzel Sanatlar Kulübü sanata ayırdıkları zamanlara, emeklere büyük bir sanat hayranlığı içinde bakıyorlar. Yaklaşık altı aylık bir çalışma ve on bir öğrencinin katılımı, Görsel Sanatlar ve Sanat Tarih Öğretmeni Selçuk Özbek Kızılışık’ın idaresinde okulun değerli yöneticileri M. Tricart, Ender Üstüngel, Mişel Tagan, Salih Acar yine bir sanat şölenine hep birlikte imza attılar.

 Eserin, yani Gregor Samsa’nın okulun taş duvarları arasında on bir öğrencileri ve öğretmenleri ile bir beden buluşu Franz Kafka’nın Dönüşüm isimli romanı ve bu romanda bir sabah böceğe dönüşmüş Gregor Samsa’yı plastik sanatların değerleriyle yeniden yorumladılar.

 Gregor Samsa Kafka’nın zekâsı ile doğmuş kendi zamanından öte bütün zamanlara yaşayacak bir eser olarak bırakılmıştır. İnsanlık her sıkıştığında sanatların herhangi bir dalına yaşamak, yeniden yaşamı bulmak için büyük bir muhtaçlık içinde koşacaktır. Bir roman, bir heykel, hikâye, resim, şiir; insanlığı besleyecek ve insanın olduğu her yerde yaşam belirtilerinin en güzel sanat eserleri olarak bütün hoyratlıklara, kabalıklara, hilebazlıklara rest çekeceklerdir.

 Gregor Samsa kimdir? Franz Kafka’nın romanındaki en önemli kahramandır. Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyanır. Kendisini iri bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Şaşkındır ama şaşkınlığı bir süre sonra artık böcek olarak yaşaması gerektiğini kabulleniş ile son bulur. O artık dev bir böcektir. Her sabah işe gitmek için bindiği tren altıda hareket etmektedir. Gregor Samsa bu yüzden her sabah saat beşte uyanmaktadır. Ama o sabah uyandığında kalkamaz. O artık hayatı boyunca işe gitmek için erken kalkmayacak, hayatın sıradanlığı, yapış yapış olmuş insan ilişkilerinin kokuşmuşluğunu bir böcek olarak dört duvarın arasından izleyecektir

 Selçuk Öğretmen ve plastik sanatlara inanmış on bir öğrenci, belki de Kafka’nın dönüşümü gibi böcek olarak değil ama daha bilgi ve becerili insanlar olma yolunda bir adım, hatta birkaç adım daha ilerlediler. Altı aylık bir çalışma; insanın da yarata bileceğinin yaratma aşkı adına kendi eserlerini; yani dev bir böceğe dönüşmüş Gregor Samsa’yı sanatseverlerle, felsefeye, hayatın değişim ve öğrenimlerle daha bir güzel olacağına inanmış insanlara izlettiler.

 Selçuk Öğretmen yaşama, tabiatın doğruları gibi doğal ve ilerleyen öğretilerin öğrenmesi heyecanı içinde bakıyor. Öğrendiğini öğretmek, bir öğretmenin en erdemli davranışı olduğunu biliyor ve buna adanmış bir ruhun beden temsilcisi.

 Selçuk Öğretmeni anlayabilmek sadece resimlerine, heykellerine, öğrencilerine bakmak bile yeterli olsa da düşüncelerini kâğıda dökmüş onurlu ve saygın bir insanı o düşünceler ile de hatırlamayı isterim. Selçuk öğretmen sanat eğitimin şöyle anlatıyor;

Orta Eğitim Kurumlarında Sanat Eğitiminin gereği, temelde insanın çevresi ile olan ilişkilerini düzenleyebilecek ve disipline edebilecek bilgi ve bilinç düzeyine ulaşabilmektir. Yani kültür olarak; Sanat Tarihindeki Sanatçıları ve yapıtlarını tanımak, yaşamımıza katkılarını kavramak, uygulama tekniklerini, çağdaş yansıma farklarını öğrenmek ve son olarak sanatçı adaylarının yetişmesini sağlamaktır.”

 Selçuk Öğretmenin dediği gibi; DÜŞÜNCEYİ EYLEME “DÖNÜŞTÜRMEK” Bu eylem, insan, emek, bilgi, beceri; kısacası sanat; yani fayda kokuyor…


  Güven Serin












19 Haziran 2012 Salı

TENİS ŞÖLENİ SONA ERDİ

Kamera; Güven Tekirdağ

Bir şölen daha sona erdi. Çim ve gül kokuları, disipline
edilmiş insan kokuları ve ruhları ile buluştu.


TEKİRDAĞ TENİS KORTLARI

Ayaktakiler; soldan sağa;
İsmail Kaptan, Barış Ergüden(milli tenisçi), Raif Karaca,
Barkın Yalçın kale(milli tenisçi)
ve Güven Serin
Oturan; Haluk Akkoyun(milli tenisçi)


TEKİRDAĞ CUP

On günlük tenis serüveni sona erdi.
Spor; yani hareket evrenin bir parçasıdır; ne,
insanın insanlığı kovalaması, ne de insanın
sporu bırakması son bulur; daima bir heycan
bir ter ve bir ses olacaktır güzel dengelerin
adaleti adına...
Bu şölenin şampiyonu;
Avusturalya'dan Brydan Klein ile bir
hatıra anı. Klein, ben ve Tamer Kaptan.


Kamera; Güven   Tekirdağ

Tamer Kaptan ve Bülent erik ağacı gölgesi altında
sporun insan ruhuna yaptığı güzel katkı hatırına
gülümsüyorlar.


Kamera; Bülent    Tekirdağ
Milil Tenisçi Barış Ergüden ile spor hatırına
küçük bir sohbet.


Kamera; Güven    Tekirdağ

Tekirdağ Tenis Turnuvasına Fransa'dan katılan
Jankovıts yarı finalde elendi. Dünya
sıralamasında 516.


Kamera; Bülent     Tekirdağ

Bir dinlence anı; yani bildiğiniz tavla zamanı.
Kırgızistan'dan Daniar ile hareket vakti.
Daniar dünya sıralamısında 847. sırada.


Kamera; Bülent    Tekirdağ

Maç sonrası Daniar ile koyu gölgede
koyu bir sohbet yapacağız güya!




Kamera; İsmail Kaptan   Tekirdağ

Brydan Klein ile final oynayan
İtalya'dan Gıustıno, bu şölende ikinci
olarak dünya sıralamasında olan 644.
sıralamasına önemli katkı sağladı.


Kamera; Güven Tekirdağ Tenis Kortları

Şampiyon Klein final mücadelesinden iki
gün önce; belki arkadaşına veya sevgilisine
; "az kaldı bu işi bitirip geleceğim" diyordur...

TENİS ŞÖLENİ SONA ERDİ


 Tekirdağ Tenis kortları uluslar arası güzel ve anlamlı bir şölene tanıklık etti. Avustralya’dan tutun da Amerika Birleşik Devletlerine, Rusya’ya, Fransa, İtalya’ya kadar birçok ülkeden katılan tenisçilerin spor anlayışı içinde dökmeden, kırmadan yaptıkları muhteşem savaşları izledik.

 Diğer ülkelerin sporcularını, spora verdikleri önemi kendi sporcularımız ile karşılaştırma ve aynı sahalarda görme onurunu da bu organizasyon sayesinde çok boyutlu görmüş olduk. Sanırım, gülerin güzelliği, renklerinin tonları bu tesislere ayrı bir koku ve görsellik sundular. Ama iki ağaç vardı ki gelen bütün sporculara küçük tatlar sunmanın almaktan çok vermenin güzelliğini yaşadılar. Kiraz ve erik ağacı; belki de üzerlerinde taşıdıkları vitaminleri, insan kanına ayrı bir güzellik veren enerjilerini bir insanlık köprüsü gibi diğer ülkelere, diğer kıtalara yine insan bedenleri ile yolladılar.

On gün önce başlayan Tekirdağ Cup Tenis Şöleni yine on gün önce buraya gelen tenisçiler arasında uluslar arası derecesi en iyi olan Avustralyalı Brydan Klein şampiyon olması ile son buldu. Tekirdağ Tenis Şölenine katılan oyunculardan yedinci sıradaki İtalyan Lorenzo Gıustına ise Brydan Klein ile yarı final oynamayı hak ederek bu güzel yarışı ikinci sırada tamamladı.

 Tenis Şölenini seyreden herkes böyle bir sonu bekliyordu zaten. Her iki sporcu da, beden hareketlerini muhteşem bir dansçı ahengi ile buluşturmanın yanında akıl, beceri ve insaniyet ile yüklüydüler.

Türk sporcularımız Barış Ergüden, Haluk Akkoyun’da gelecek vaat eden tenisçilerimizden. Bir şölen böyle başladı ve kendi izlerini sporun en güzel destekçisi olan akıl ve beden becerileri ile ektiler ve gittiler. Bir şehir değişecekse sadece kendi kısır döngüsü ile değişemez. Mimarisi, müziği, arkeolojisi, eğlence merkezleri, dinlence yerleri ve spor şölenleri ile değişir. Burayı bu şehri ne haritalarda, ne de bulunduğu ülkede bilmeyen yüzlerce insan bilmiş olur, tanımış olur…

 Tenis şöleni başlar başlamaz bulduğum her fırsatı değerlendirip bazen bir saatliğine, bazen üç saatliğine Tekirdağ Tenis Kortlarına koşarcasına gittim. Amatör ruhumla ve orta halli algılarımla oraya yayılmış sportif enerjileri kendi bedenimle hissettim ve bedenime terden çok değen güzelliklere minnet ile teşekkür ettim/ediyorum…

 Şüphesiz bir güzellik bir tek insanın isteği ile ortaya çıkmaz. Ama insanı insana yaklaştıran insanların insanlık heyecanı tetiklenmeye görsün; işte o zaman güzellikler ardı ardına serpilmeye, ilkbaharın sıcağını, nemini görmüş tohumlar gibi yaşama; yeryüzüne fışkırmaya başlar.

 Diliyor ve istiyorum; bu şehrin yarım kalmış yüz yıllık rüyasını yine spora, sanata yapılan yatırımlar değiştirecek. Bu şehrin suskunluğu cehaletinden değil; suya sabuna dokunmayı unutmuş olmasındandır. Bu büyük uyku, bu güzel suskunluk belki çok güzel, çok içten dokunuşu/dokunuşları bekliyor.

 Şimdi, burada yaşayan ve burayı büyük acılar, özlemler ile terk eden bu toprakları sevmiş, bu topraklarda diz izleri, gönül aşkları yaşamış, bırakmış insanlar; aristokratlar, entelektüeller; bu şehre ödenesi bir borcunuz var!


Bu şehrin lokomotifi, bu şehrin öncüsü ve patika açısı sizler olun; bir yaşam nedir ki geriye kuru yaşanmışlıklar bırakırsa insan! …

İnsan mucizenin adıdır. İnsan sadece insanlığı arayan bu arayışta hayata küsen, kendi yeşilliğini kendi solduran bir canlı değildir. Yok, oluşları bile var oluşa, küçük nem tanelerini yaşama döndüren, cehennem çukurlarını hayat suları ile dolduran da insanın ta kendisidir…

 Tekirdağ Tenis Kortları bu şehir için bir spor heyecanı, bir güzelliğe aynı zamanda bir tarihin suskunluğunun uyanışına belki de tarihi bir başlangıç yaptı. Şimdi şölenleri kaçırdım diye üzülmek, hayatları sadece filmlerde, romanlarda, düşlerde arayarak kendi hayatını biçare vaziyetlere teslim etmek zamanı değil; inadına, yaşama su ve güneş taşımak bizim vazifemizdir diyorum; iliklerimde kalan son kırıntının son nefesi ve son aşkına kadar…


  Güven Serin























12 Haziran 2012 Salı

GANOSLAR BİTMEYEN GÜN

Kamera; Güven  Ganoslar'da gün başlıyor

Bulutlar alçalmış katman katman. Beyazlık
insanlığın önüne serilmiş yatak yatak



Kamera; Güven   Ganos Dağları

Doğal dengenin çekiciliği insandan çok öte
geçmiş. Uygarlıklarını çoktan kurmuşlar
diğer uygarlıkların yanıbaşına...
Tabiat insan fışkırıyor,insanı anlatan
zarif gösterilerin muhteşem güzelliklerini
seriyor insanın kocaman gözlerine.



Kamera; Güven  Ganoslar

Yeşilliklerin imparatorluğu yeşilce karşıladı bizi.
Yeşil göz oldu, el-kol oldu... Yeşil, deniz,
ırmak,kanat, aşk oldu...Deniz, oyun
oldu zamanın izlerini, yorgun çöküntülerini
yokeden çocuk oldu,yaşlı oldu,
ölümü yaşama emanet eden, ölümden
yaşam doğuran bir canlı oldu.


Kamera; Tamer Kaptan Ganoslar

Yunus, dağların,vadilerin,ormanın sevdalısı
hakiki dostu Yunus ile eski uygarlıkların
bulunduğu tepeden bakıyoruz doğanın
ışık ile yaptığı şölene dönüşen gösteriye.


Kamera; Güven   Ganoslar

Tamer Kaptan bir kaşif gibi heyecan içinde
süzülüyor tepeden tepeye. Bazen
yerçekimine meydan okurcasına tırmanıyor
yukarılara; daha yukarılara; insanlığın
kendini aradığı en üst tepeye...


Kamera; Yunus   Ganoslar

Tamer Kaptan ile zirveden bakıyoruz aşağılara.
Zirvenin rüzgarı bedeni titretecek kadar soylu.
Beden aşkı duyumsuyor insanı hayatta bırakan
hayatı insan ile tanıştıran, yaşamlardan yaşam
doğuran beden titremesinin yanında ruh da
titriyor...


Kamera; Güven  Ganoslar

Eski bir göl yatağı ölümün yaşama nasıl
dönüştüğünün beyaz,sarı ve yeşil gösterisini
yapıyor.
Yunus'ta iş başında; gösteriye tanıklık yapıyor...


Kamera; Güven

Ormanın derinliği eskiden yol olan yerleri ormanın
kendi kanunları ile orman ettiği patikalardan
derinlere indik. Bir zamanlar insanların uğrak,geçiş yeri
ve insana can veren soğuk-buz gibi suyun aktığı sesi ile
bülbüllere şarkılar söylettiği çeşme başı dinlenme anı.


Kamera; Tamer Kaptan  Dağ Yenicesi Köyü

İsmail 82 yaşında. İsmail insanı insan yapan
insanca seslenişten; "hoşgeldiniz misafirler"
demekten ne ağızların, nu ruhların aşınmayacağını
bilen güzel bir ıhlamur ağacı. Dokuz çocuk büyütmüş
dokuz hile,adaletsizlik büyütmemiş İsmail.


Kamera; Yunus Dağ Yenicesi Köyü

Gezilerin; dağ-vadi ve tepelerin yüklenmiş kokuları
ve duyguları üzerinizde ıhlamur,meşe,dut,çimen, toprak
kokarken dinlenmek dinlenceye dönüşür; ruh bile serilir
sunulan bir taşın, oturağın üstüne.
82 yaşındaki İsmail bizi yalnız bırakmadı; o İsmail...


Kamera; Güven  Dağ Yenicesi Köyü
Dinlence Parkı
Ganoslar ve köyleri her mevsim güzeldir ama ıhlamurlar
çiçek açtığında bir başka güzeldir; çağrı yaparlar
özlemleri ve yakarışları göklere bile duyurarak...



GANOSLAR, BİTMEYEN GÜN


 Gün şafak sökmeden başladıysa hiç bitmeyecek gibi gelir insana. Hele güne şafağın renkten renge geçen, karanlığın aydınlığa teslim anlarının muhteşem doğumu, doğmuşluğun hatırına büyüler insanı. Gün ile birlikte bir kez daha Ganos Dağlarında arkadaşlarım Yunus Usta ve Tamer Kaptan ile birlikte olmanın büyük onurunu yaşadım.

 Gün 04.00 da başladı. Büyük heyecanın karanlık Tekirdağ gecesi uyuyan güzel şehrimin uyku sesleriyle devam ediyordu. Uyumak güzeldir doğanın doğmuşluğu, bugünün yarına tazeliği adına; gün insanlığa büyük bir hediyedir. Bu hediyenin farkına varmışlık, fark edişin insan tarafında olup gece gibi güne büyük bir aşk ile yaklaşmak yine insanın büyük cesareti ve zarafeti sayesindedir…

 Ganos Dağları (Işıklar) her gidişin yolculuk hallerinde bir aşığın sevgiliye gidişi gibi bin tane heyecanı bir bedene sıkıştırır. Bir beden bin aşkı, milyonlarca bedene dağıtma arzusu, inancı içindedir; edebiyatın, felsefenin, müziğin ve aşkın soylu hatırına…

 Bu seferki yönümüz Ganos Dağlarının en yüksek yani zirvesine doğru oldu. Yeniköy üzerinden, yani güneyden gitmek yerine Araphacı Köyü ve Ormanlı üzerinden yani kuzey yönünden oldu. Araphacı Köyü sınırları içinde şafak sökerken kuşların krallığına gelmişiz gibi kuş sesleri; canlı hayatın doğumunu müjdeliyordu. Tabiat çoktan uyanmış, görüntüler netleşmese de karanlığın dingin dünyası ağır ağır aydınlığın hareketli dünyasına yaklaşıyordu. Kuşlar, muhteşem bir coşmuşluğun içinde görünmeyen cennetlerinde türküler söylüyorlardı.

 Ormanın şafak ile güne merhaba dediği zamanlarda bülbüller, isketeler, karatavuklar çılgın bir sesleniş içindeydi. Sessizliğe sesler ile dönüşün çok güzel bir karşılama töreni içindeydik. Tabiata, Ganoslara her çıkışımızda sert ve aşırı disiplinli programlara hep uzak durmayı tercih ettik. Günün geceden kalan sürprizleri ve günün geceye taşıyacağı güzelliklerine ancak koşulsuzluğun felsefesi ile tanıklık edebilirsiniz.

 Kuş krallığını ağır ağır, şafak gibi ilerleyerek nazikçe terk eyledik… Ormanlı Köyü’nü geçerek rüzgârın diyarına rakımın 850 metre olduğu tepelere ilerledik. Rüzgâr Frişka rüzgârı gibi hafif esmiyordu bu tepelerde. Bu tepeler diyorum; ne saymak ile biter, ne gezmekle… Tepelerin içinde gizli vadiler, yaylalar, çataklar, ormanlar, çeşmeler; insana insandan ötürü yakın olurlar.

 Yeni açılan orman yollarında adeta kaybolduk… Yolları şaşırdık; adım atmadığımız orman patikalarına girdik. Bazı patikaları orman çoktan içe çekmiş; özümsemiş insanlığın terk eylediği eski yolları. İnsanın olmadığı yerde insanın boşluğunu doğa doldurur doğal inancı ile yollar tabiatın yeşilliklerine teslim olmuş.

 Ormanın derinlerinde yıllar önceki insan yaşamlarına armağan, en temel gıdanın; yani suyun cana can katma adına yapılan çeşmeleri hâla buz gibi sularını genç bir kızın heyecanı içinde akıtıyorlar. Sular akıyor derelere, derelerden Marmara Denizine doğru… Kim bilir kaç canlının suyu, canı olacaklar cananlarından ötürü…

 Esnek başlayan, bir sürü yeni yolları görme, tanıma keşfi ile şekillenen Ganos günü bitmeyecek bir gün habercisiydi. Gün, güne erken ve tazeyken adım atmanın bonkörlüğünü sondu bize. Gezdik, yeni yollar gördük; meşe krallıklarını, ıhlamur ağacı kokularını altın parıltılı görkemli duruşlarını izledik. Günün milyar kez doğduğunun bilmem kaçıncı milyar gününe şahitlik ettik. Birkaç metrede onlarca yeşilin, sarının, morun, pembe otun, çiçeğin gösterilerini izledik. Kurumuş bir göl yatağındaki beyaz çiçekleri gerçek bir orman, bir olmuş, inanmışlık içindeydiler… Kahvaltımız hepimizin katkılarıyla zengin bir kahvaltıya dönüştü. Tamer Kaptan yumurtası, pidesi ile katkı verdi. Yunus Usta, zeytini, reçeli, domatesi ile… Kepek ekmeği, peynir, dolmalar benim katkımın sunumuydular.

 Kahvaltı bittinde gün çoktan başlamış, yepyeni yollar, patikalar, tepeler keşfedilmişti. Ama gün daha sabahın 07.00’siydi. Gün güncelliğini yitirmiş, bir masala dönüşmüş gibi ilerlemeyen, durmuş, dondurulmuş bir günün seyrini izliyor gibiydi.

 Ganoslara; Ganoslar’ın tepelerine, vadilerine, gizli yaylalarına bir günde birçok defa âşık olabilirsiniz. Bu toprakları, güzellikleri kendiniz keşfetmiş gibi oralara kendi ruhunuzdan süzülen isimleri de verebilir o yerleri kendinizce onurlandıra bilirsiniz. Kalenin olduğu tepeye çıktık. Yeşilliğin tüm zarafeti, yönlere eksiksiz bir denge, adalet içinde dağıtılmıştı.

 Tepeler, vadiler onların üzerinde yaşam bulmuş meşe ve ıhlamur, gürgen ağaçları, onlarca çiçek ve ot çeşidi insana tabiatın en çılgın resmini hazırlamışlardı. Baş dönmesi, ruh titremesi, sevgilinin ılık nefesi, derin bakışları, dişi seslenişi; tüm çılgınlığıyla size sesleniyordu.

 Yunus Usta, Tamer Kaptan bir kâşif gibi yeni yollara, yön duygumuzu kaybetmişliğin sarhoş gençleri gibi güle oynaya ilerledik aşağılara doğru. Aşağılara inerken hafızalarımıza kazınan tabiatın gösterileri yeşilliğin ve simetrinin dansı değildi sadece. Bulutlar göğü yere indirmişler gibiydi; evrenin bir bölümü yerle buluşmuşçasına beyazlığın katmanları karalığın nasırlı vicdanlarına sesleniyordu;

kendinize gelin, bu dünyanın en güzel şeyi; FAZİLETTİR”, diye…

 Dağ Yenicesi Köyü sınırları içinde dut ağacı, kendi bereketini her dala yüzlerce dut bırakmakla göstermiş. Tabiatın karnından bizim midelerimize minnet ile giden dutların bülbülleri gibiydik; bal dutları bal ruhlarımızın gönüllülüğü içinde ama açgözlülük sınırlarını zorlamadan yedik.

 Yenice Köyü’ne girdiğimizde dimdik yürüyen bir adama rast geldik. Adı İsmail. Yaşı 82. Ruhu gibi yüzü de gülen İsmail; “köyümüze hoş geldiniz” gönüllülüğü içinde köydü bulunduğumuz tüm süre içinde yanımızdan ayrılmadı. Birlikte çay içtik. Tamer Kaptanla satranç oynarken sağ yanımda ıhlamur ağacının hemen altında tabiatın güzel kokuları gibi, tabiat kokuyordu. Alçak gönüllü İsmail, Yunus’a köyü gezdirdi. Tamer Kaptan son zamanlarda yakaladığı satranç formunun zirvesini Yenice Köyü satranç molasında da gösterdi.

 Hayatımız gerçek bir satranç oyunu gibi; ya piyon, ya fil veya at; ya kale veya vezir olmak zorundasınız. Birileri insana insan olma, tabiatın döngüsü gibi hareket içinde kalma emrini çoktan vermiş; öyleyse şahı yani o güzel ruhunuzun desteklediği canı, canların güzel hatırına beslemeli ve yürütmelisiniz…


 Güven Serin













4 Haziran 2012 Pazartesi

VEDA ve ÇAĞRI

Kamera; Güven    Moda -İSTANBUL

Işığın olduğu her yerde heyecan vardır.
Heyecan yaşamın kendisinde gizlidir.


VEDA ve ÇAĞRI

 İnsan bir insandan veya alışık olduğu yerden ayrılırken insanca “veda” eder. Yani birbirlerine esenlik dilerler. İnsan veda ettiği değerleri - canlıları içinde yaşattığı sürece onların yegâne koruyucusu da bu esenlik olacaktır.

 Veda etmek de çağrı da bulunmak da insana özgü bir seçimdir. İnsan tarafından akıl ve duygular ile olgunlaştırılmış oldukça önemli seçenekler kültüre dönüşmüştür. Veda, deyince büyük üzüntü, büyük bir acı akla gelir. Ama her veda öyle midir? İki insanın esenlik içinde ayrılması ve sevgiyi mekânların da dışına taşıyacaklarının evrensel kabul edişini yapmış olmaları bu hüznü aynı zamanda çağrıya, başka kavuşmalara da yaklaştırmaz mı? Elbette esenlik içinde gerçekleşen her veda, bir başka güzel buluşmanın, kavuşmanın da habercisidir…

 Tekirdağ aydını, entelektüelleri, öncüleri bu şehri bir bir terk ederken, belki de esenlik içinde veda bile etmediler. Bu şehirde yaşamayan ama yaşadığını varsaydığımız birçok ünlü insanın ününden faydalanma merakımız şehir sanatımızı da hüzünlü bir boşluğa itmiştir.

Hâla bu şehirde yaşamayı bırakmamış aydınların sesi ise her zaman iç çekişli hüzünlerle dolu. Böyle mi olacaktı bu şehir? Geceleri Issız… Işıksız… Renksiz… Sessiz…

 Liman Çay Bahçesinde rast gelip bir çay keyfinde şehrimizin ıssızlığını, renksizliğini konuştuğumuz Öksel Demir’de edebi bakışında, iç çekişinde bunu anlatıyordu bana…

Veda ve Çağrı, duyguların akıl, aklın duygular ile yoğrulması insan denen canlının sevgiyi bile sanata dönüştüreceğinin de anlatımıdır aslında.

Tevfik Fikret’in Halûk’a Veda şiiri de böyle bir anlatımın yıllar öncesinin büyük esenliğini anlatır bize;

“ Ey yükselmek aşkıyla Bizans’ın çürük kollarından ayrılan yolcu; arkana hiç bakma, Bizans’ın solduran bakışı seni hiç heyecanlandırmasın. Her zaman önde yürü… Her zaman yukarı bak… Uç git, her tarafı dolaş. Güç veren, yükselten ne varsa hepsini gör, öğren. Yolunda taş, iğne ne varsa hepsini topla ve UYUŞUK çevrenin üzerine fırlat. “

 Bütün mesele hiç durmadan yol alan, hareketi sayesinde var olan evreni ve dünyayı anlamaktan ibarettir. İşin özü çalışmak; yani bir şeylerle meşgul olmak ve hareketten yoksun kalmamak… Bir şiir, bir gazete, bir kitap, bir bahçe, bir çocuk, bir yaşlı, bir kadın-sevgili…

 Meşguliyettir uyuşukluğu yok eden. İnsanı her an hazır tutan, ölüm ile yaşam arasında fark edişin heyecanını veren de budur…

Marcus Aurelius her sabah evinden çıkarken şöyle seslenirmiş;

“ Yine bugün bir sahte iyi giyinmişe, yalancıya, bir haksıza, bir akılsıza rastlayacağım.” Derdi. Evet, Marcus Aurelius gibi de düşünebilir, ama kendi düşünüzün gerçeğe dönüşmüş olan felsefesi ile şöyle de seslene bilirsiniz;

“ Yine bugün güneşin doğduğu, aydınlığın var olduğunu görüyorum. Hâla nefes alıp kendi ayaklarım üzerinde yaşıyorum. Yeni yollar, yeni patikalar ve yeni sesler görüp dinleyeceğim için şanslıyım ben.”

 İnsan denen canlının isteklerle dolu yolculuğu hiç bitmeyecektir; bunu biliyorum. Görüyorum… Asıl sorun bu istekleri karşılarken hayatımızı lanetli tuzaklarla; hırsın, intikamın, kinin, nefretin, hilebazlığın seçenekleri ile mi süsleyeceğiz; yoksa felsefenin, sanatın, edebiyatın, onurun, saygınlığın, doğruluğun seçenekleri ile bir şölene mi dönüştüreceğiz…

 Tevfik Fikret oğluna veda şiirini yazarken, edebiyata, felsefeye, doğruluğa inanmışlığın aşkı ile seslenmiş; neredeyse yüzyıllık geçmiş içinde yok olmak yerine ebedi bir saygınlık ve sevgi içinde esenlik ile yaşatılacaklar arasında yerini almıştır.

 Eli kalem tutan ve beni de yazarlık ile erdemli bir dostluk kurmama yardımcı olan evrensel ışınlara, yazılarıma büyük bir özveri içinde yayın yapma şansı yaratan Habertrak gazetesi kurucularına, çalışanlarına minnet ile selam ediyorum. Bu selamımdan sonra ben de Fikret gibi aklın, felsefenin, doğruluğun iç sesi ile “ÇAĞRI” ya kulak veriyorum;

GEL

Gel demelisin zamanı geldiğinde
Zamansızlığı, yorgunluğu düşünmeden!
Gel demelisin; sevmişliğin güzel hatırına.


Gelişler bilinen zamanları için değil,
Beklenmeyen zamanların panzehiridir aslında.


Gel demelisin o halde;
Deli vakitler içmeliyiz bir kahve keyfinde…

 GÜVEN SERİN