15 Mart 2012 Perşembe

GÜN AĞARIRKEN

IAN MCEWAN

Bir gazetenin Kitap Dergisi;14. Sayfa
önümde duruyor. Otübüsün yönü
İstanbul istikametine doğru.
Bir derginin sayfasındaki
Güneşi arayan adama bakıyorum
bir de dışarıda bekleyen kızını
uğurlamak isteyen adama. Benzerlik,
şimşekler, gök gürültüsüne yakın
iç seslenişler, alkışlar;
gün ağarırken her şey güzel...

GÜN AĞARIRKEN




 Gün ağarıyordu. Otobüsün yönü İstanbul istikametineydi. Tekirdağ şehri, şehrin koynuna sokulmuş insanlar derin uykudaydı. Soğuk vardı dışarıda. Hava durumu tahmincileri günün yağmurla ıslanacağını söylüyordu.


 Otobüs yolcu almak için durdu. Ön kapıdan gözleri bile görülmeyen bir kadın bindi. Kadın olduğu sesinden belliydi. Bir kadın, otobüse binen kadın geride bıraktığı adama seslendi;

“ Baba, sen git artık. Kendine de dikkat et!” Kadın bu seslenişi, bu uyarıyı yaparken, otobüsün basamağına takılan ayağı düşürüyordu onu. Yüzünü örten siyah şalı çıkardı. Hemen arkamdaki koltuğa geldi.


 Camdan dışarı baktığımda kadının babası hala orada duruyordu. Dimdik, mutlu ve huzurlu bir yaşamın kahraman bir savaşçısı gibi gözlerini kısmış kızını uğurlamanın ciddi bir görev bilinci ile bir heykel gibi orada duruyordu. Ara sıra kızına elini kaldırıp; “ hoşça kal kızım” anlamına gelen uğurlama işaretini yapıyordu.


 Otobüs yolcusunu aldığı halde hareket etmedi. Bir iki dakikalık duraklama, hemen arkama geçen kadını; (sonradan öğrendiğim kadarı ile doktor hanımı) rahatsız etti. Neden kalkmıyor hâla bu otobüs? Merakî içinde kendi nazik üslubu ile seslendi.

 Dışarıdaki adam hâla orada, otobüsün kalkmasını kızına yapacağı son bir işareti bekliyordu. Elimde okuduğum derginin onuncu sayfasında on altıncı yüzyılda yaşamış Montaigne ile yirminci yüzyıl yazarı Stefan Zweg’in dostluğunu anlatıyordu.


 Yolun yolcusu olduysanız, koşullamalardan, hükümlerden de sıyrılmışsanız, günün taze olduğu saatlerde taptaze görüntüler, sesler, işaretler duyar ve görürsünüz. Gün tazeyken uyananlar daima kendi ödüllerini alırlar. Belki bir tüy kadar hafif, nemli ve soğuk-besleyici, belki bir yel kadar şımartıcı ve serinletici…


 Otobüs yolcusunu aldığı halde duruyordu. Bir gazetenin verdiği Kitap Dergisi de dizlerimin üstündeydi. Onuncu sayfasında takılı kaldım. Aralarında yüzyılların farkı olduğu halde iki yazarın, iki düşünce insanının dostluğuna demir atmış bir durumda

Zweig Montaigne’yi kendine dost ve rehber seçmiş. Bunu da şöyle özetliyor;

İnsana her yaşında ve her dönemde seslenen yazarların sayısı azdır. Homeros, Shakkespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamları ile açar. Montaigne, onlardan biri…”

 Gün ağarıyor ve Ali Bulunmuş elimdeki derginin sayfasında Montaigne’yi anlatmaya devam ediyor:


“ Montaigne’nin asıl sevdiği şey, insanlarla bir arada olmaktı; zaten kendini hep bu ilişkilerde ve bu arada, kendi ifadesine göre erken yaşlardan başlayarak çok çekici bulduğu kadınlarla ilişkilerine adamıştır. Canlı hayal gücü sayesinde kolayca anlaşmaktadır. Asıl hoşlandığı şey ise kavga amacıyla ya da önyargılardan ötürü değil, flöre (kılıç oyunu) oyunu saydığı tartışmadır.”


Zweig’de hayranlık uyandıran yönlerinden biri, Montaigne’nin yaşam felsefesi:

asıl zevkim bulmak değil, aramaktır.” Dolayısıyla çok sevdiği Sokrates gibi kendini aramaya koyulur.


Ben kimim? Diye sorar kendine. Aslında aradığı ‘Ben’i ya da kendisi değil, aynı zamanda İNSANDIR” (…)

 Gün ağarıyordu otobüs yolcusunu aldığı halde daha kalkmamıştı. Doktor Hanımın babası Ahmet Bey’de dışarıda antik zamanların gösterişli, gizemli bir heykeli gibi bekliyordu. Zaman tazeydi henüz. Otobüs de kalkmamıştı. Dışarıda duran kısık bakışlı kararlı adam 82 yaşına girmişti. 82 koca yılı okuyarak, merak ederek doya doya yaşamış ve hâla önemli bir savaşın komutanı gibi otobüsün kalmasını bekliyordu.


Doktor Hanım, belki de dördüncüye-beşinciye tekrarladığı sözü yine tekrarladı:


“ Baba, git artık. Bekleme, sen git.” Doktor Hanım ile babası Ahmet Bey’in arasında kalın bir cam vardı. Birazdan mesafelerde girecekti araya. Ama yıllara dayalı sevginin, saygının izleri iki yüzde de dikkatli bir ressam titizliğinde çizilmişti.

 Ahmet Bey iyi bir okur; günde üç gazete okuyup da yetmez diyen okurlardan… Aynı zamanda mektup yazmaya meraklı bir insan. Torunlarına mektup yazarak ulaşıyor. Mektup sanatına inanmış ve devam ettiren son kahramanlardan.


 Elimde bir gazetenin verdiği Kitap Dergisi; on dördüncü sayfasındayım. Eray Ak, Ian McEwan’ı anlatıyor. Ian McEwan’ı gösteren bir de fotoğraf bakıyor bana. 55-60 yaşlarında beyaz saçlı, kısık bakışlı bölgesini koruyan, dünyaya da eziyet etmeyecek kararlı bakışın fotoğrafı günün taze ödülünü de vermiş oluyordu.

 Yaşadığım heyecan inanılmaz. Derginin on dördüncü sayfasındaki Ian McEwan’ın fotoğrafı ile dışarıda bekleyen adam (Ahmet Bey) aynı bakışlarda; aynı kısık, kararlı ve ne yaptığın bilen bakışlarda buluşmuşlardı.


Dergideki fotoğrafı doktor hanıma gösterdim. O da şaşırdı; “ ah, aynı babamın bakışları!”


 Yazmak ve okumak; birbirini tamamlayan insanı insan yapan iki uğraş… Kitaplardan yoksun bir dünya düşünemiyorum. Montaigne kitaplığı için; “Krallığım” der.


Haldun Taner usta da şöyle seslenir;

“Siz dünyanın bir ucunda tüm gözlerin üzerinize çevrildiği bir yerde, biz dünyanın öteki ucunda ayrı uluslardan olsak da, aslında yazarlar sadece kendilerinden oluşan tek bir ulustur… Çünkü nerede bir acı varsa, yüreğimiz aynı anda sızlar.”



 Gün ağarırken otobüs de yolun yolcusu gibi yolun içinde akıp gitmeye başladı; gönülden gönül’e akan ırmaklar gibi…


  Güven Serin






















4 yorum:

Adsız dedi ki...

Senin yazıların bir fotoğraf gibi Sevgili Güven.Anı donduruyorsun ama fotoğraftan ütün tarafı duyguları da aşk ediyorsun üstüne.Bir de şu bol bol gezmenin sırrını versen de biz kaçsak şu şehirlerden.Sağlıcakla.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Günaydın Ruhgezgini; önce günaydın sonra sırların açıklanması. :))

Sırları açıklıyorum;

Önce gezmenin-görmenin kültürleşmesine inanmış olmak ve diğer gezginlerin ayak izlerinin hemen üzerine-yanına kendi ayak izini ilave etme düşlerini harekete geçirmek.

Sonra, döngünün evrende attığı turu; o minicik 365 günlük yolculuğu ve insanın korkunç küçük debelenmelerini düşünüp bize verilen kırıntı derecesindeki hayata "bizim ve bana ait" diye yüksek sesle seslenmek. :)) elbette bazen ses, yüksek çıkmıyor. Rüzgarlar esiyor fırtınılar kopoyor, şimşekler çakıyor; hepsi bizi döndürmek için döngünün soylu hatırına. :))

Görüyorsun ne kadar kolay sırlar Ruhgezgini. Sonra Mısır Rahipleri tarafından sınavdan da geçirilip ölümsüz gezgin oluyorsun :))

Önce sağlık ve sağlığına dikkat etmen dileklerimle sağlıcakla kal.

Momentos dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Sezer.Ne güzel şeyler düşünmüşsün sen. :)) Düşüncenin erdemini yazıya dökmüş insanı,insanlığa uzanan bir köprü görmüş yazarlara, şairlere, ressamlara, düşünürlere SELAM olsun benden...

Ben daima yazmalıyım. :)) Kesinlikle doğru; doğruya doğru...

Sevgiler Sezer.

Bu arada yeri gelmişken yazma konusu açılmışken, belki gençlik yıllarında kaleme aldığın şiirlerin devamı da gelmeli; hatırlatmak isterim. :))