24 Şubat 2012 Cuma

İLAHİ KORO

Kamera; Güven     Burgazada-İstanbul

İnsan denen canlı sürprizlerle doludur.
Burasının hanımefendisi güzel yalılar.
Güzel köşkler...
Beyefendileri ise kargalar, köpekler
ve kediler. Hepsi mutlu. Ağaçlar da;
böcekler de...

İLAHİ KORO

 Dante’nin 1300’lü yıllarda yazdığı İlahi Komedya eserini düşünürken, düş görmeye başlamış olmalıyım. Düşlerin içine doluşan bir sürü düş girdi.

 Yemyeşil vadiler, vadilere akan arınmış nehirler gördüm. Gösterişli tepeler, dağlar ve birer sanat eserine dönüşmüş ormanlar…

 Bir sürü insan bir araya gelmişler. Hepsi de kendi zamanlarının en iyilerinden olan insanlar. İlahi bir koronun seslenişleri için buluşmuşlar. Koroda kimler yok ki; Goethe, Erasmus, Orhan Veli, Edip Cansever, Nazım Hikmet, Ömer Hayyam, Gogol, Sohopenhauer, Cemal Süreyya, Nietsche.

 Allah’ım tabiat çıldırmış olmalı! Bir düş gerçeğe, bir gerçek düşe dönüşmüş. Hangisi doğru? Düş mü? Gerçek mi?

Ben bu yaman çelişkilerin hesaplaşmasını yaparken yorgun bilge bakışlı Nietsche seslendi;

Yüksekler değil yamaçlar korkunçtur. Gözün aşağıya dikildiği ve elin yukarıya asıldığı yer. Bu çifte irade baş döndürür. Ah dostlarım, benim kalbimin çifte iradesini de keşfettiniz mi?

 Büyüleyici koronun ilk seslenişi Alman filozof Nietsche’den geldi. Yamaçlara doğru uzanan büyük tiyatronun karanlıkta kalan seyircileri vadi ve dağları inleten büyük alkışlar yaptılar. Huzurlu bir mutluluk dağların, vadilerin aralarına sığmayacak kadar büyüktü.

 Cemal Süreyya, birbirine değecek kadar yakın olan, hatta ara sara sarmaş dolaş olan topluluğun içinden öne çıkıp söyledi söyleyeceğini;

Büyük bir ihtimalle ölmüştük/ Şehir kan kıyametti ayaklarımızda/ Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk.”

 Hangi millete mensup oldukları önemli olmayan koro; sanki her dilde, her inançta çılgınlar gibi bağırıyor, alkışlıyordu bir adım geri çekilen şairi.

 Büyüleyici koronun içinde toplanmış şairler, yazarlar, filozoflar kendi eserlerini kendi seslerinden; bir düşün içinden seslendiriyorlar. İçlerinden birisi, sıra ile bir adım öne çıkıyor, ilk önce solo, daha sonra arkasındaki büyük koro ve ondan sonra da seyirci ile birlikte; yüz binlerce insan; bir olmuşluğun sarhoşluğu ile haykırıyordu.

 İnanılır gibi değil, çoktan ölmüş bu insanlar yaşamın, yaşadıkların çığlıklarını atıyorlardı; yaşam adına…

 Sıra bir başka Alman filozofa; Sohapenhauer’e geldi. Gür sesi, erdemli bakışı ile koro içinden öne süzüldü. Ses verdi;

“ Yalnızlık, tüm seçkin zihinlerin yazgısıdır. Zaman zaman bundan yakınacaklardır, ama her zaman kötünün iyisi diye bunu seçeceklerdir. Yaş ilerledikçe bu kişilerde bilge olmaya cesaret etmek daha kolay, daha doğal gerçekleşecek.”

Sohapenhauer yerine geçince bu sefer öne Gogol çıktı. O da kendi meramını seslendirdi;

“ Evet, işte size yeni bir kitap daha! Yalnız, küfür falan etmeyin bana! Vedalaşırken küfür edilmez çünkü. Hele bir daha görüşüp görüşmeyeceğiniz birine hiç…”

 Gogol’un söylediğini önce sahnedeki koro, sonra yamaçlara yayılmış taş oturaklardaki yüz bin insandan oluşan büyük koru seslendirdi. Gogol’un anlattığı gibi, vedalaşacak gibi baktılar birbirlerine… Vedalaşmak insana mahsus bir davranıştır. Duygu yüklüdür; bir daha buluşmak, bir daha konuşmak, görüşmek adına. Çünkü insan, öncesini bilir; öncesi de insanı…

Sahnede ki ilahi korodan öne çıkan Ömer Hayyam oldu. Bir iki adım attı ve ses verdi dörtlüklerinden;

Ey/Beni/Ağzı açık dinleyen adam!
Belki arkamdan bana/Bu kalbini haykırana
“Kaçık” diyen adam!/Sende eğer
Ötekiler gibi kazsan
Bir mana koyamazsan sözlerime
Bak bari gözlerime
Bunlar deli gözbebekleri gözbebekleri…

 Şairler coşmuş, hepsi bir filozof, filozoflar şair gibi ilahi korunun içinden ses veriyorlardı; yüz binlerce sese doğru. Şairler coşmuşken Edip Cansever durur mu? Edip de konuştu;

Doğanın bana verdiği bu ödülden/Çıldırıp yitmemek için/İki insan gibi kaldım/Birbiri ile konuşan iki insan.”

Söz başlamıştı bir kere, Erasmus çıktı öne. Ağır ağır ve sükûnet içinde söyledi;

“Artık yerden değil, gökten yere inen Homeros gibi ben de tekrar insanların arasına katılmak üzere Olympus’u terk ediyorum.”

 Erasmus ilahi koronun sesleri ile büyük korunun seslenişleri arasında yerine geçti. Orhan Veli yürüdü İstanbul beyefendisi gibi. Büyük bir ciddiyet içinde, sanki az önce Goethe ile şakalaşmamışlar gibi söyledi şiirini;

“Bilmem ki nasıl anlatsam; nasıl, nasıl, size derdimi!/ Bir dert ki yürekler acısı/ Bir dert ki düşman başına/ Gönül yarası desem… Değil!/ Ekmek parası desem… Değil!/ Bir dert ki…/ Dayanılır gibi değil.”

Büyük koronun son sözcüsü Goethe oldu. Dağları yıkılıyor gibi büyük alkış, büyük koru, ilahi koroya doyamadığının büyük gösterisini yaptı. Goethe ilk önce arkadaşlarının önünde eğildi, sonra büyük seyircinin önünde. Ve konuştu o da diğer ilahi koronun muhteşem insanları gibi;

“Yalnız bir insanı tam olarak sev, diğer hepsi de sevilebilir görülecektir.” Böyle dedi Goethe, böyle seslendirdi ilahi koru ve büyük insanlar topluluğu.

 Güven Serin














21 Şubat 2012 Salı

YIL 1453

Kamera; Güven Panoroma Müzesi

Çığ gibi insan akıyor, oradan oraya. Deriler, diller,
inançlar değişiyor. Bir tek şey değişmiyor;
insanlığın çığ gibi akması...

Kamera; Güven Panoroma Müzesi

Büyük insanlık gösterisi.Kaybeden mahcup ve yenik.
Kazanan gururlu ve galip. Bir öyle bir böyle;
kazanmanın şerefi büyüktür. Anlatımı da, dinlenmesi
de, seyri de. Asıl olan kaybedişlerin seyrini, dinlencesini
fark etmektir. 25 Nisan Gelibolu, böyle törenlerin
doğduğu zaman ve yer; izlenmeli.


Kamera; Güven Panoroma Müzesi

Seyirci biliyor; Hasan bayrağı kuleye dikecek ve
mutlu bir şekilde ölecek. İnsan, ölümün anlamını ve
neden öldüğünü bilir ve buna inanmışsa, ölüm korkuyu
değil,başarıyı doğuruyor...



YIL 1453


 Bizans’ın sarayları ve halkı surların ardında taştan, ahşaptan, tunçtan, bakırdan ve altından muhteşem bir şehrin gururlanması ile yükseliyor. Estetik, zarafet, mimari ve mühendislik tanrısal bir kutsanma ile ortaya çıkmışa benziyor. Ayasofya bugünkü gibi; milyonlarca duayı göklere taşıyor.

 Minareler henüz yok; ezan sesi duyulmuyor. Şahin top, surların yıkmamış daha. Hasan, bayrağı kalenin en yüksek yerine; kuleye dikmemiş. Ama dikecek, tüm izleyici biliyor…

 Tekirdağ AVM Sinemaları 1453 yılının Mayıs ay’ı gibi; tıklım tıklım… Sinema arkadaşım İlyas Bey. Otuz yıl aradan sonra sanatın sinema dalı ile barışıyor.

 Sinema ile tanışmam 1970’li yıllarda çocukluğumun zamanlarında başladı. Olmasaydı Hüseyin Bey gibi birisi; görmeseydi İstanbul denen bir yerin sinema medeniyetini; sinema ile çok geç tanışırdım. Ahşap sandalyeler düz olmayan zemine bir türlü oturmazdı ama sinema izlerdik. Sade gazozlu leblebili yaz akşamları sinemanın uğultuları, erotik sahneler ile birleşir, insanlaşma yolunda gece gecelere dönüşürdü.

 Tekirdağ AVM’ Sinemasının şık koltukları, seslendirme üstünlüğü, büyük perdesi 1453 yılının Nisan savaşının başladığının haberini verdi. Davullar çalıyor, kılıçlar gelecek adına keskinleşiyor. Toplar dökülüyor, savaş aletleri bir bir takılıyor; en büyük savaşçı bilinen dünya erkeklerine. II Murat öldü; padişahım çok yaşa!

Ben, Sultan Mehmet Han; “benzemem benden önceki sultanlara!” Böyle söyleyecek tarih sahnesine çıkan Sultan Mehmet. Böyle bilinecek; böyle başlayacak yeni bir tarih; yıl 1453’ten sonra…

 Mühendislik, dil, felsefe, savaş, din eğitimi almış hırslı ve bir o kadar bilgili; muhteşem insan sezgileri ile donatılmış bir savaşçı. 12 yaşında ayrıldığı tahta geri dönüyor. Edirne başkent olmuş. Avrupa kıtasına çoktan girmiş ezan sesleri. Çan sesleri ile uyumlular; şimdilik…

 Asıl mesele, dinden öte güç gösterileri oldu hep. Din, dinler muhteşem bir kalkan vazifesi yaptı. İnsan eliyle, insanlığa sunulan en büyük, en kalıcı ve en gösterişli kalkanlar…

 1453 Fethi Filminin seyircisi büyülenmişe benziyor. Ecdadımız Sultan Mehmet Han’ın aldığı yol, izlediği muhteşem yürüyüş; bugünün ezikliği, dağınıklığı, tutarsızlığı adına harika bir gururlanma…

 Sinema adına teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanılmış. Bilime, ilime ne kadar teşekkür edilse azdır. Sanatın önünde eğilir insan. Bir de ilimin önünde. Bir de sevginin sevdası önünde…

 Görsellik; 1453 yılının muhteşem şehri, sarayları; insan eli ile cennete dönüşmüş Bizans seyrine doyum olmayacak bir ışık saçıyor. Bugünün İstanbul’u, o günün İstanbul’u ile karşılaştırılırsa kazandığımıza sevindiğimiz kadar, yok ettiğimize ağlarız…

 1453’ün Kostantinapolis şehrine âşık olmamak elde mi? Elbet, Sultan Mehmet Han’da âşık. Hasan da âşık, Era da âşık. Elbet, Güven de âşık…

 Sanat, ister müzik, tiyatro; ister roman veya sinema ile anlatılsın; eğer esere dönüşmüşse, dokunduğunuzda ruhunuzun kutsanmış insan arınmışlığı hissediyor; bedeniniz payeler ile dolmaya başladıysa, insanlaşıyor, iyi bir şarap gibi ağır ağır damıtılıyorsunuz demektir.

 Bu büyük eser için onlarca şey söylenebilinir. Ben yalnız iki şey söyleyeceğim.

 Birincisi, bir şehir, bir uygarlık ne kadar ileri olursa olsun dışa bağımlı ve içe kapanmışsa; insan aklına zorlayan medeniyet kurmuş olsa da, her tarafı altın ile kaplansa da yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdur.

 İkincisi, Bir sultan; dünyanın en büyüğü, en güçlüsü dahi olsa, özü insandır. Babadır! Sevgi onu terk etmemişse, içindeki insanlığı savaşların kanları yıkamadıysa; kazandığı her savaşı aynı zamanda kaybedenlerin vicdanı ve ruhu ile görür. İşte bu yüzden inançlara, mazlumlara el kaldırmaz.

 Yeri göğü inleten: “ Ben Sultan Mehmet Han” diyerek, önceki padişahlara benzemediğini ve benzemeyeceğini tarihe büyük bir lütuf gibi sunan ve tarih yazan Sultan Mehmet; savaşa girerken oğluna sarılır ve “oğlum” kelimesi ile içe, öze, insana döner. Savaşı kazandığında da Ayasofya’ya girdiğinde korkunun halkına, büyük bir şefkat ile yaklaşır. Orada buluna kız çocuğunu kucağına alır ve bir insan; baba, ana gibi kokarak öper.

“Kaderimiz Birdir” der korkmuş panik içinde olan halka; “bundan sonra kaderimiz birdir”

 Uygarlıklar yüksek irade, direnç, sabır, felsefe ile başlar ve doğar. Aynı zamanda, adaletsizlik, bencillik, vicdansızlık, sevgisizlik ile son bulur.

 Bu böyle biline, böyle söylene…

 Güven Serin








20 Şubat 2012 Pazartesi

TAMAM O ZAMAN

Kamera; Güven Bozcaada

Taş sokaklar; önce ruh yoktu beyaz, gri
taşların buz gibi sessizliğinde.
Sonra bir el dokundu,inatla ve sanatla
yoğurdu üzerine terlerin yağmur gibi aktığı
taşları. Ol dedi ve oldu taş; insan oldu,
ekmek oldu, su oldu, sevgi oldu,
aşk oldu, dostluk oldu...

TAMAM, O, ZAMAN



 Dört genç kız, yaşamın var olduğunu ve yaşam dağıtıcı dört görevli gibi; saçlarını dalgalandıra dalgalandıra yokuş aşağı iniyorlar. Hava buz, rüzgâr keskin bıçak gibi… Dört kız bana mısın bile demeden hızlı adımlarla heyecanlı konuşmalarla yokuştan aşağı doğru ilerliyorlar.

 Bu nasıl iştir? Cadde ve sokaklarda soğuğun tenhalığı ve korkusu yaşanırken, dört genç kız doğru dürüst üzerlerindeki kabanların fermuarlarını bile çekmemişler. Yüzlerindeki kızarıklık hararetlerinin ne kadar yüksek olduğunu da gösteriyordu. Yüzleri dokunan eli yakacak kadar sıcak olmalı.

 Belli olan bir şey var; dört kız sokağın tenhalığını ve yanlarından geçen beni hiçbir şekilde umursamıyorlardı. Ciddi bir tartışma içindeydiler. Her gurubun doğal bir lideri çıkar ortaya. Sanırım bu gurubun da liderleri arasında küçük denemeler; arkadaşça sınamalar yaşanıyordu. Bu sınamalar, öne çıkma istekleri bir ömür sürecek yaşamımızın bir parçası olacak.

Siyah saçlı beyaz tenli kız diğer kızın konuşmasını duymuyor gibi seslendi;

tamam, o zaman Emine!”

Emine, kumral saçlı, buğday tenli Emine de, siyah saçlı kızın konuşması bitmeden önce ses verdi;

“ tamamsa tamam! Herkesin bir evi var değil mi? Bende evime gitmek zorundayım!”

Siyah saçlı kız, az önceki seslenişini yine yaptı;

“tamam, o zaman Emine! Seni zorla getiremem ya! Gitmek istiyorsan gidersin evine.”

 Sokağın yokuşu uzundu uzun olmasana ama genç kızların da konuşması pek biteceğe benzemiyordu. Diğer ikisinin yüzlerine bakınca, konuşmanın yüksek harareti onları da ısıttığı belli! Zordur böyle tartışmalarda tarafsız kalmak. Ne İsa’ya, Ne Musa’ya yaranabilirsin. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali… Sonuçta birlikteliği bir arada tutmak çok ince dengeler gerektirir. Zaman zaman yüksek sesler, gurubu idare etmek isteyişler, öne çıkışlar, geri kalışlar ve yan çizişler yaşanır.

 Dört kız, dört kurtarıcı melek gibi bütün sokak, mahalle, şehir onlara aitmişçesine saçlarını dalgalandıra dalgalandıra gözden kayboldular. Kararlıydılar. İki köprüde karşılaşmış inatçı iki keçi kadar kararlıydılar. Bugünün galibi olmayacağı kesinlikle belli! Belik yarının da galibi olmayacak. Bu tartışma dostluğu kökünden de sarsabilir, ileriki günlerin daha sağlam dostluğunu da perçinleyebilir. Her iki tarafın konuşma üslubunu, nezaketini, saygınlığını koruması ve insan denen yüksek varlığın ince erdemi ile hareket etmesi şartı ile…

 Tamam, O Zaman… Bu sesleniş, bu söylem her zaman karşımıza çıka bilir. Fakat söylemin amacı kişiden kişiye, tartışmadan tartışmaya değişeceği kesindir. Dört genç kız arasında bir uzlaşmanın tamamı değildi bu kabul edişin “ tamam o zaman” sesi. Tam aksine, bir kırgınlığın, bir uyarının çok ince ve yüksek ateşli söylenişiydi…

 İçinde nezaket olan tartışmalara bayılırım. Nezaket, saygınlığı sonuna kadar kovalar. Nezaket en can alcı, en pütürlü konuşmaları, seslenişleri bile belli bir izaha sokar.

 Bir gün elime bir fırsat çıkarsa, adlarına “kader mahkûmları” denen ve büyük sessizliğin büyük taraftarları olan bir ömür boyu hapis cezası almış insanlar ile tek tek görüşmek isterim. Çıkacak sonuçların, insanı insanlığa taşıyacak kadar ürpertici ve insanlık adına gerekli bir formül kadar değerli olacağına inanıyorum.

 Konuşma veya tartışma olmadan insanın ne duruşu, ne yol alışı ne de kararlılığı anlaşılır. Ve insan olan insana tartışmasını yönetmesi, kendini anlatması için yüzlerce kelime, onun emrine sunulmuştur.

 Kararlı oluşumuzu, taraf oluşumuzu, gerekli uyarıyı yapışımızı anlatacak bir sürü söz vardır. İlla ki kabalaşmak, saldırıda bulunmak, küfür ve argo kullanmak gerekli değildir. Bunlar, bu tür seslenişler en güzel dostlukları, komşulukları, en değerli ilişkileri yer ve bitirir. Bir sürü bitişe tanıklık da ettim.

 İlla ki başrol oyuncusu olacaksak, alfa liderliğimizi kanıtlayacaksak en güzel seslenişlerden birisi; “TAMAM O ZAMAN” seslenişin tonu, inanmışlığı belirler her şeyi; yeter ki sözcükleri nezaketten, saygınlıktan koparmayalım; tamam o zaman…

 Güven Serin



















15 Şubat 2012 Çarşamba

MERAK

Kamera; Güven Bozcaada Kalesi

Güzel ve bakımlı bir kale. İnsanlığı insanlardan
koruyan taş yapılar. Seviyorum insanlığın
kavgalarının cirit attığı ve şimdi sakinliğin,
düşüncenin var olduğu bu yerleri.
İnsana akan ve insanı dürten bir şeyler
var buralarda. :))

MERAK



 Merak, meraklanma deyince ben bu toplumun telaşına, çıkardığı gürültülere, bir araya gelişine bayılırım. Muhteşemdir…

 1980’li yıllar sürüp giderken sahil boyunda Tarsalın bahçe duvarı yakınında bir ses bombası patlamıştı. Tanrım, patlamayı duyan akın akın sahile iniyor. İnsan seli; durdurulamaz bir merakla geçip gidiyorlardı.

Nereye gidiyorsunuz?

Bombayı görmeye; sahilde bomba patlamış ya sen duymadın mı?

 Bunun gibi bir sürü soru cevap duydum o meşhur ses bombasının patladığı zamanda. Ben tersine, şehrin içine çıkarken, onlar bir sel gibi sahile koşuyorlardı. Sanırım meraksız bir canlıyım ben; o manada… Bazı tanıdıklara ; “ya ikinci bomba da varsa, durun gitmeyin, önce işin aslı anlaşılsın.” Dediğimde, tanıdıkların bakışı şunu anlatıyordu;

“ bizim merakımızı kesecek, göstermeyecek adam daha anasında doğmadı. İkinci, üçüncü bomba varmış, yokmuş bizi ilgilendirmez. Biz birinci bombanın ne alt yediğini görmeye gidiyoruz.”

 Peki, gidin demekten başka ne çaremiz var ki? Bu toplum, bu güzel yüzlü, geçmişli; acıların ve göçlerin bin bir türünü tanımış insanımın merakı da olmayacak mı yani? Olsun tabi. Merak iyidir. Bir inanca göre ; “merak kediyi öldürür” ama ölen kedi-köpek olsun; zaten onlardan bol ne var ki! Merak iyidir, hoştur; insanı yeniliğe, yenilenmeye, hakkını aramaya da getirir diyeceğim; ama bir türlü bu söz ettiklerimiz oluşmuyor. Merakla coşan halkımızın muhteşem bir ilginçliği daha var; merakı biraz giderilince bir balon gibi sönüp başka bir yaşama, dinginliğe, unutkanlığa, sıfırlanmaya geçiyor.

 Merak dedim de en çok neyi merak ediyoruz acaba? Küçük yaşta iken en çok sevdiğim sanatçıların onları düşündüğüm o anda ne yaptıklarını merak ederdim. İşte şu anda, yürüyorlar, konuşuyorlar, yemek yiyorlar deyip, anlara yakın olabilme ihtimali ile ilginç bir merak töreni yaşardım.

 İnsanlar en çok neleri merak eder acaba? Reklâmları izleyince, televizyonları seyredince meraklarımıza göre oluşan reklâm ve dizilerden biraz bir şeyler çıkara biliriz gibime geliyor. Eğlenenleri. Bol para kazanıp harcayanları! Evlenip boşananları. Sürekli biçim değiştiren ünlüleri! Yeni çıkan araba markalarını, bilgisayar markalarını; tatil yörelerine düzenlenen seyahatleri…

 Bütün bunları merak ettiğimiz kesinlikle doğrudur. Nasıl ki otuz yıl önce patlayan bir ses bombasına neredeyse şehrin yarısı akın ettiyse; bugünün güzel ülkesinde ise ölüleri, öldürülenleri merak ediyoruz. Ama nerede? Sıcak evlerimizde televizyonlarımızın başında! Biraz öfke, biraz küfür, biraz lanet okuyup; yine günlük, gecelik neşemize en kısa zamanda dönüyoruz.

 Hem meraklı görünüp hem bir şey hissetmemek nasıl bir şeydir? Mesela neredeyse yerle bir olan Van şehrinde şu an yaşayanlar ne halde? Yardımın en hızlısını, en acelesini yaptık ama bu yardımlar nasıl dağıtıldı, yerlerine ulaştı mı? Merak etmeyiz mesela…

 Merak etmediğim ama birkaç gündür meraklanıp baktığım gazete sayfalarının alt bölümlerinde neredeyse sayfanın dörtte biri kadar boyutunda duyurular var. Nelerin duyuruları mı? Neredeyse ülkemin bütün illeri ve ilçelerinin mahkemeleri tarafından yapılacak “icra” satışlarının duyuruları. İnsanın içi ürperiyor.

 Mallarımız, mülklerimiz yaşarken el değiştiriyor. Buraya bu kadar kısa zamanda nasıl gelindi, servetler nasıl da kuş olup uçtu; yuvalar bu kadar çabuk niye dağılıyor; merak etmiyoruz! Çünkü riskli bir merak! Kediyi öldürür ama insanı, belki kurtaracak meraklar; bu meraklar…

 Ses bombasına koşan binlerce insan; icraya düşürülen insanlar-insancıklar içinde koşmayı öğrense; bölgelerimiz arasındaki yaşam kalitesi yüzünden sürekli yer değiştirmenin inanılmaz kültürel kayıplar verdirdiğinin de merakını bir yapabilsek! O zaman, bir gün, biz de düştüğümüz için; yuvamız yıkılma tehlikesi geçirdiği için birileri meraklanır; vicdan denen duygunun ne kadar insani ve gerekli olduğunu hatırlar ve hatırlatır biz soylu güzel insanlara…

 Çevrenizi merak edin lütfen! Denizinizin neden kirlendiğini merak edin! Deniz kıyısında yaşarken taze balık yiyemediğinizi, denize giremediğinizi merak edin. İnsanların birbirinden niye kaçtıklarını, niye boynu bükük olduklarını, yirmi lira için yirmi yalan neden söylendiğini, sözlerin neden tutulmadığını da merak edin!

 Merak iyidir; kediyi öldürür belki ama insanı diriltir; yaşarken ölecek insanı yaşam hakkı, tabiatın en güzel tabiat hakkı için diriltir merak…

 Güven Serin

11 Şubat 2012 Cumartesi

SON ADA

Kamera; Yunus   Kıyıköy-Kırklareli

Her insanın gitmek istediği bir ada vardır hayalinde.
Bazen hayal gerçeğe dönüşür ve şaşırtır insanı.
Gerçeğin dizginleri, vahşı atların büyük göçü
gibidir.Dillerinden anlanamaz ise,yerle bir ederler insanı.

SON ADA


 Son Ada, bir sanatçının, sanat adamının ve aynı zamanda bir yazarın hikâyesidir. Romanıdır. Belki de kendi toplumuna gönülden seslenişin bir yoludur da aynı zamanda.

 Son Ada, yok etmeye programlanmış, kalpleri çoktan nasır bağlamış insanların, neleri yok ettiklerini de anlatır bize. Ve iyilerin, bulunduğu yeri cennete çevirip de cehennem olmasına müsaade eden saf halkın da hikâyesidir aynı zamanda.

 Öyle sanıyorum ki bu dünyadaki düşünen, hatırlayan insanlık, soluk alıp verdiği ve nesilden nesle geçiş yaptığı sürece, her yüzyılın bir “son ada”sı, bir, büyük çığlığı olacaktır. Ve bu “son ada”ları, “büyük çığlıkları” bize aktaracak kişiler yazarlar, filozoflar, sanatçılar olacaktır.

 Bizim yüzyılımızdaki Son Ada; burada, toprağa bastığımız bu topraklarda yaşanıyor. Daha fazla kirlenerek, daha fazla yok edilerek ve yok ederek…

 Anlatılan öyküleri, masalları dinlemek çeşitlendirir insanı. Tarihe dönüp bakmak, tarihin nazik ellerimizle tutmaya çalışmak da öyle. Ama her insan, bilinen tarih içinde kendi tarihini yazacak kudrete de sahiptir aslında. Zaman ve şartlar yanan ışığa adanan beden ve bedenler varsa; hikâye yazılmaya; romana dönüşmeye başlar.

 Bilinen, canlı hayatını barındıran tek gezegen dünya! Yani galaksinin son adası! Son adanın çığlıkları gezegenimizin çok ötesinden de duyulduğu bellidir. Ama bütün yok edişler yeni var edişlere de gebedir aynı zamanda. Bütün trajediler kendi sevincini, huzurunu da hediye olarak bırakır geriye.

 Şimdi, bizim Son Adamız bir yandan yanıp, eriyip tükenmeye hızla devam ederken, insanların kendi yaşamlarındaki kendilerine ait “son ada” gelişmeleri nasıldır, nasıl bir yol alır onu anlamaya çalışmalı!

 Gamze Akdemir’in söyleyişi yaptığı Gülseli İnal’ın “son ada”sı kendi hayat hikâyesinin içinden çıkan ruh zenginliği ile gelişme göstermiş. Şiirinde diyor ki Gülseli İnal;

(…)İri yengeç, yüzlü yargıç
Olup biteni fısıldadı da
Şanlı bitkiler üzerinden ak
Semaya birikti
Kara ses

(…)
Mavi gözlü yargıç
Olup biteni yönetti
Şanlı sözlerle harap etti
Sedefleri

Su filizlerinin aralarındaki
Gizli uğultu
Tehdit eden güç
Güneşin aykırı kolu
Kuytulara çağırıyor seni(…)

 Gülseli İnal’ın içinde bulunduğu “son ada” yanmış, yıkılmış, yok edilmişken; ağlamayı, ağıt yakmayı ve isyan etmeyi bir kenara bırakmış ve şöyle seslenmiş;

 “Kolay kolay gün ışığına çıkmayan gizli var oluşsal süreçlerin bazı şeylerin temelini oluşturduğunu keşfettim ve bu keşif kendiliğinden şiirlerime yansıdı. O sırada Levinas okuyordum ve onun da bu konuda kafa yorduğunu ve bu açmazı temellendirdiğini gördüm.”

 Bir başka sanat adamı da “son ada” olarak bildiği dünyasından ayrıldı. Theo Angelopoulos. Onun için tarihi ve zamanın içinde yolculuk eden, diyorlar. Soluk alıp verdiği zamanlara bıraktığı sözlerden birisi;

 “Yolculuk benim tek yuvam. Yolculuğa çıkmazsam kendimi bir tutuklu gibi duyumsarım.” Yol almak isteyenlerin, “son ada” sı tükenenlerin bulduğu bir sürü çözüm var. Kimi dizelerin içinden doğar. Kimi yolun yolcusu olup, bestelere, şarkılara, filmlerle hayat verir. Hayat verir çünkü o hayatlara ihtiyacı olan insanlar da yer alacaktır bu dünyada.

Ağlayan çayır”, “Zamanın Tozu”, “Öteki Deniz” den oluşan üçlemesini çekerken, son bölümünü tamamlayamadan “ son ada”dan ayrıldı. Trajik bir ölüm…

Ve usta yönetmen yine ölmemişlere, daha soluk alıp-verenlere seslendi;

 “Yaşamın kendisi bir yolculuk! Ben tarihten etkilendim çünkü sarsıntıların, sevil savaşların, diktatörlerin olduğu bir dönemde yaşadım. Bu olaylar çocukluğumdan başlayarak beni değiştirdi. Tarih bir anlamda zamana yolculuğa çıkmaktır da. Zaman kavramı birçok biçimde açıklanabilir. Zaman biziz”

Son Ada; en son ada tükenmeden, tüketilmeden yaşamak; gerçek manada imkânsız mıdır acaba? Çığlıklar yine duyuluyor; adaletsizliklerin çığlıklar; ama aynı zamanda adaletin de başlaması gerektiğinin iç çekişleri…

 Güven Serin

9 Şubat 2012 Perşembe

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Tekirdağ-Rıhtım

Zaman akıp gider insana rağmen...
Zamanın hiç dolmayacak kilerleri,depoları
insanın, insanlığın elleri ile doldurulmaya
çalışılır.
Bir gün, soylu bir kış zamanı,fırtına sizi
beden ve ruhunuzu sınamak için estiğinde,
zamanın kilerine geri dönersiniz.
Sizi bekleyen şaraplar ahşap fıçıda iyice
dinlenmiştir. Küplerdeki turşular, katıklar,
pekmezler ve ballar; sizin içindir; minnet ile
sadece yiyeceğiniz kadarını, aç olan
diğerlerinin rıskını da düşünerek;
yudumlayınız.

Kabataş-İstanbul

Deniz üstü köpürür; hey canım, rinna nay rinna nay
Kayağa da binsem götürür; hey canım heey
Benim de şu cihana gelişim; heey canım, rinna nay,
rinna nay.
Bir güzelden ötürü; heey canım heey...

Büyük ustaya, muhteşem sanatçı
CEM KARACA'YA SELAM OLSUN...

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ



 Böyle bir başlığı görünce bir masal başlıyor seslenişlerini duyar gibiyim. Masallar böyle başlardı çocukluk zamanlarımızda. Çocukluğu anmayı, bugünün korkusu, bugünün büyüklüğü ile anmaya başlarsak; ne zaman geçti bu koca zaman deyip; zamanın kör kuyusunun içine bile düşebiliriz.

 Zaman hiçbir şekilde durdurulamayan muhteşem bir güçtür. Sonuçta yok edilemez, yok olmaz denen her şeyi kendi süreci içinde yok eden zamandır. Zamanın muhteşem destekçileri vardır. İnsandan milyarlarca yıl daha fazla yaşayan dünya ve onun her türlü doğa olayı, zamanın büyük yardımcılarıdır.

 Rüzgâr, yağmur, güneş, fırtına, şimşek… Zaman, bu yüzden kimseye ne eyvallah eder, ne kimselere muhtaçlık gösterisinde bulunur, ne de isyanları oynar. Alabildiğince büyük fırsatları, cazibeleri, acıları, tatlıları, ekşileri, tuzluları iç içe doldurmuş, yükünü verdikçe, dağıttıkça yükü hafiflemeden kayıtsız, şartsız ilerler yolunda.

 Zaman, en çok ölmeyecek gibi kötülük yapanları harcar! Zamana en büyük öfkeyi onlar duyar; niye bizi bu hale getirdin, niye bizim elimizi, ayağımızı tutmaz yaptın diye büyük; çok büyük şikâyetlerini yaparlar onları duymayacak merhametli gökyüzüne.

 Ali ile Tekirdağ şehirde buluşmamız da zamanın akıp gittiği ve tekrar yepyeni zamanları bizim için bize uzattığı zamanda bir araya geldik. Ali bu şehirden Ege’ye; İzmir’e gideli kaç yıl olmuştu? Bir elin parmaklarını çoktan geçmiş; 26 yıl olmuş. Üzerinde veya yanı başında yaşadığımız zaman için ne kadar küçücük bir mesele. Kaç yüzyıldan beri kim bilir kaç milyon insanı çekti içine. Anılarını, hatıralarını, hüzünlerini, neşelerini yuttu.

 Dostum Ali bu şehirde uyumayalı, bu şehrin sabahında uyanmayalı 26 yıl olmuş. Bir insan ömrünün neredeyse yarısına yakın bir zaman. 26 yılda neler yapılmaz ki? Doğulur; bebek, çocuk derken genç adam, genç kadın olunup hayatın içinde danslar edilmeye, şarkılar söylenmeye bile başlanılır…

 Ali çoktandır istediğimiz buluşmayı, bu zamana bir kış ayı olan Şubat içerisine denk getirdi. Oldukça yoğun geçen iş hayatı içinde, iş adına çok önemli bir gününü ve gecesini 30 yıl önce başlayan dostluk adına ayırdı.

 Büyük sözleri, özlü seslenişleri, nesilden nesle aktaran sözlerin gerçekçiliği kadar insanların kulaklarına hoş gelen uyumlu dizilişleridir de. Diziliş bir yana gerçekçiliği de inkâr edilemez. Bende inkâr etmiyorum zaten. Ama bazı seslenişleri, özlü sözleri insan denen canlı tersine çevirir; nazikçe. Bu sözleri de söyleyen insandır; bu sözleri de yaşatan insandır. Ama bu sözleri de bir kenara bırakan, kendi yeni hikâyesini yeniden yazan da insanın, insanların ta kendisidir.

 Böyle sözlerden birisi de “gözden uzak gönülden de uzaktır” seslenişidir. Dostum Ali ile ayrı kıtalarda, ayrı bölgelerde yaşasak da, yılda birkaç kez bir araya gelsek de gönül uzaklığını hiç yaşamadım. Bir kere kurulmaya görsün dostluklar; onları bağlayan bağlar çok inceciktir ama kopmayacak kadar insan icadı bir şeydir. Sözlerden öte, yaşanmışlıkları da beraberinde sürükler. Yaşanacakları da taze bir bekleyiş; bir tomurcuk, bir tohum coşkusu ile ister…

 Dostlukların en güzeli gönülden olanıdır. O köprünün uzunluğu belli değildir. Dayanıklıdır da doğanın nazik ve hırçın dostları; rüzgâra, fırtınaya karşın.

 Kordon boyunda gezmeyeli, denizin adalara uzandığı ufka bakmayalı, küçük kayıklara binip, şırıltılı kürekleri çekmeyeli çok olmuş insan danan canlı ömrü adına. Ne buluşmamanın çokluğuna direndik, ne buluşma anının zafer sarhoşluğunu yaşadık. Dün ayrılmışız gibi kordon boyunu, yine iki genç adam gibi, yine aynı heyecan içinde gezdik.

 Öğrenciliğimizin deli çağlarında çay içtiğimiz, tavla oynadığımız, küçük aşk dedikoduları yaptığımız çay bahçesi; Erol’un Yeri şimdi yepyeni bir yer olmuştu. Bizim tüm anı ve hatıralarımızı yeniliğin hoyrat ve bir o kadar nazik elleri ile yok etmişler.

 Anı ve hatıralar bedenlerle yazılır ama ruhların inanmışlığı ile korunur. Şimdi Rıhtım olan Erol’un yeri, daha önceleri mimari açıdan hiçbir şey ifade etmezken, mimarinin usta elleri sayesinde cam ve ahşabın güzel gösterisini yapıyor.

 Buluşmaların en güzel tarafı sohbetlerdir. Nazikçe piyanonun tuşlarına dokunan sanatçı gibi, bestelere sözcükler bulan şairler gibi, geleceğe geçmişin tanıklarını bırakan ressamlar gibidir…

 Bir Varmış Bir Yokmuş, demeden masal anlatılmaz. Dinlenmez de… Hayat; hayatımız bir masalsa, ne geçmişin uzunluğundan, ne bugünün sıkıcılığından, ne de geleceğin olamayacağından yana dert etmeyin kendinize. Keloğlanı, Alâeddin’in Sihirli Lambasını, Pamuk Prensesi veya Prensi düşleyin.

 Hayatımız bir masal değil kanlı canlı gerçeğin ta kendisiyse de; gerçeğin bam teline dokunun. Duyu organlarınızı yeniden fark edin; nerededirler diye…


 Güven Serin



















6 Şubat 2012 Pazartesi

MODA KANLICA ARASI

Kamera; Güven    Kanlıca Mezarlığı

Doğa Irnmak daha doğmadan çocukları önemsemiş
uzun saçla adama geldi. Sessizdiler ikiside; sessizdiler ama
ses veriyorlardı, bizim işitemeyeceğimiz seslenişlerden...

Kamera; Güven Kanlıca Mezarlığı

Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor.
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor.


Kamera; Güven     Kanlıca Mezarlığı


Kamera; Güven   Kanlıca Mezarlığı

Ve çocuklar; onlar daha doğmadan uzaklaşan
sanatçının varoluşunu, yakınımızda oluşunu
ispatlayan güzel canlılar.

Kanlıca Mezarlığı her türden insanın ölü bedenleri
ile dolu. Her mezarın bir anısı, bir hatırası ve bir
arayanı var; muhakkak. Ama Barış'ın arayanı
her yönden, hen gönülden,inançtan gelen insanlar...


Kamera; Güven  Kanlıca Mezarlığı

Işık, ışıkların bulunduğu yerde güzel bir gösteri
yapıyor. 5 Şubata özel bir gösteri. İnsan çığlıkları ile
dolmuş şehirin yanıbaşında sessizliğin, özlemişilğin
sessiz ışıklı gösterisi yapıldı.

Kamera, Güven  81300 Moda İstanbul


Kamera; Güven   81300 Moda-İstanbul

O, uzun saçlı adam, Aşık Veyseli, Pir Sultan Abdalı,
Yoksul Osmanı, Hala Kızı Zehrayı
sevmişti. Ama çocukları da, çocukları da
sevmişti.
O, uzun saçlı adam müziği, felsefeyi, Gül
Pembeyi, Sarı Çizmeli Mehmet Ağayı,
Veliyi, Aliyi sevmişti. Ama çocukları;
çocukları da sevmişti...


Kamera; Güven  Moda-İstanbul

Of offf, Barış yolun sonunda, yürü demek
boşuna. Hayat duruyor dostlar, ben durmuşum
çok mu? Ali yazar, Veli bozar; küp suyunu çeker
azar azar. Üzülmüşüm neye yarar, keskin
sirke küpüne zarar.


Kamera; Güven   Moda-İstanbul

Hey sessizliğin sesi. Hey, bataklığın
güzel kokan çiçeği. Çölün çiğ damlası,
ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgi;
güzel düş, soylu gerçek...

Gamzedeyim deva bulmam...
Heey heey heey; hey hey...
Elem beni terketmiyor hiç de
fasıla vermiyor.

Yolla yarim tez yolla;
boyalı mendile de sar yolla. İki tel
kopar saçından,kınalı mendile de
sar yolla. Yolla yolla...


MODA KANLICA ARASI



 Moda’dan kalkan vapur martı çığlıklarıyla birlikte öttürüyordu düdüğünü. İstanbul Boğazını ne martısız, ne vapursuz bırakamayız! Vapurları da gizemli yapan sesinden, seslenişinden; insanı selama durduracak düdüğünden ayrı düşünemeyiz.

 Moda’dan kalkan vapur, boğazın soğuk sularında ilerliyor, hem de martı çığlıkları arasında… Şahlanmış ana tanrıça gibi iskelelere büyük bir mutluluk içinde uğruyordu. Moda, Kadıköy, Kabataş derken törene katılacakları alma işi bitti. Bir sürü tanıdık yüz vardı vapurda. Geçmiş yıllardan gördüğüm Barışseverler… Kadın, kız, çocuk, erkek, genç, orta yaşlı, yaşlı her yaştan insan; yine her zaman olduğu gibi Barış şarkıları ile eğleniyorlardı.

 Bir haftalık soğuk ve karlı havalardan sonra İstanbul’a yüzünü dönen güneş; insan bedenlerini ısıttığı gibi günü, boğazı ve Kanlıca tepelerini aydınlatıyordu. Sadece aydınlık mı? Yoğun çam kokuları toprak kokusu ile centilmence rekabet içindeydiler. Küçük kuşlar yılda bir kez toplanan bu kadar çok insanın bir arada oluşuna seviniyor gibi küçük gırtlaklarından çıkan ince sesler ile konuşuyorlardı.

 Kanlıca Mezarlığı mezarlıklar içerisinde en güzel yerlerden birisinde bulunuyor. Boğaza bakan Kanlıca tepeleri çam, meşe ağaçları, servi ağaçları ile yeşili, sessiz konukları ile maneviyatı yakalamıştı. Az ötede Fatih Sultan Mehmet Köprüsü uzanıyordu; bir kıtadan diğerine doğru. İnsan eli ile yapılmış, insanlığa meydan okur gibi, ışığın farklı süreçlerinde farklı bir görüntü sergileyen köprü…

 Barış Manço deyince insanların hatırladığı en önemli şey; müzik ve çocuklara seslenişidir. Çocukları. Barış Manço’nun Moda’da müze olan evinde videodan izlediğim çocuk programı çocuklara getirdi beni. Çocuklara yaklaşımı, çocuk ruhuna dokunuşu, onlardan hiçbir zaman uzaklaşacak kadar büyük adam olmayışı; olmak istemeyişi ruhumun çocukluğa duyduğu özlemi de hatırlattı bana.

 Barış Manço’ya; kıtadan kıtaya, kalpten kalbe, inançtan inanca taşmış sanatçı için Kanlıca Mezarlığına gelen herkes kendi bildiği yakarış, kendi bildiği sesleniş ve dualar ile seslendi. Seslenişi sesleniş yapan; ne İngilizce, Almanca, İtalyanca ne de Arapça oluşunda gizlidir. Seslenişi sesleniş yapan, ruhun bedenden aldığı destek ile ilahi bir yükselişe çıkışın ve oradaki uzaklığı yakına getirişin el ele, göz göze, ses sese dokunuşların bütünüdür…

 Büyük adamlar, büyük kârları düşünen, büyük oyunun usta oyuncuları ne kadar da kötü şekillendiriyorlar insanlığın çocuk dünyasını. Çocuklar, bebeklikten çocukluğa geçiş yaptıkları sürece misler gibi kokarlar. Hâlbuki onları böyle güzel kokutan ne bir parfüm, ne bir deterjandır. Yeterince büyümemiş, yeterince büyüklük hastalıklarına tutulmamış olmalarında yatar görünüşlerindeki masumluk ve büyüleyici güzel kokular…

 Vapurda, Barış Manço Müzesinde 7 yaşında çocuktan tutun da 77 yaşındaki insana kadar, her yaşın özlem dolu yürekleri dolaşıyordu. Her yan çocuk kokuyordu; Barış’ın, uzun saçlı insanın çocuklara gülümseyen, şakalar yapan ama aynı zamanda onları önemseyen, önemli bulan adamın evinde.

 Barışseverlere baktığım zaman gördüğüm en önemli ortak yan; büyük çoğunluğunun insanlığını kaybetmemiş olmasıdır diye düşünürüm. Dünya ile olan kavgaları olmayan, parsel, ada kıyametleri içinde koşuşturmayan; diğer canlılar gibi kendi payına düşenle yetinen, hatta kendi payını bile diğerleri ile paylaşan insanlar; insanlık topluluğu gibi…

 Barış Manço deyince sadece şarkılar; Dağlar Dağlar, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Ben Bilirim, Dönence, Kol Düğmeleri, Unutamadım, Gönül Dağı, Gül Pembe diye düşünülmez. Çocukluğumda sevdiğim sanatçıyı büyüklüğümde ayrı bir sevgi ile irdeliyorum. Bir gezgin gibi dere tepe gezdiği zamanları düşünüp onun iyi bir televizyon programcısı olduğunu, yaptığı çocuk programları ile içinde yok olmayan çocuk sevgisinin en güzellerini yaşattığını biliyoruz. Yaptığı şarkıları, gezdiği, dinlediği, gördüğü yerlerden; yani insan, bölge ayrımı yapmadan ülkenin her köşe, bucağından taşıdığını da biliyorum.

 O yüzden, onun şarkılarını dinlerken, çocukluğu, ülke sevgisini ve sevdasını yaşarım. Ülkemin gitmediğim köşeleri, bucakları, köyleri, dokunmadığım insanları için; onlara duyduğum özlemi gidermek için, eksik kalan sevdalara biraz neşe, biraz ilaç olmak için Barış şarkıları dinlerim.

Ne vardır bu şarkılarda? İnsan vardır! Sevgi vardır! Saygı vardır! Aşk vardır! Muhteşem bir dönüşüm vardır; çocuk, hep çocuk, hep insan kalmanın büyük dönüşümü…

Yaz dostum, der;

“yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile/Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı/Yaz dostum; Barış söyler kendi bir ders alır mı/Yaz dostum; su üstüne yazsam kalır mı/Yaz dostum; bir dünya ki haklı haksız karışmış…

Bir başka şarkısında;

“Ham meyveyi kopardılar dalından/Beni ayırdılar nazlı yârimden/Eşim dostum tutmaz oldu elimden/Onun için kapanmıyor gözlerim.”

Diğer şarkısında;

“deli gönül sevdasını ben bilirim, ben bilirim/yardan ayrı kalmasını ben bilirim, ben bilirim/Yumuk yumuk elleri var, kömür kömür gözleri var/Daha daha neleri var, ben bilirim, ben bilirim.”

 İşte böyledir Barış; anlamaya, dinlemeye çalıştıkça, sevgiye, aşka, felsefeye, sanata bulaşırsınız; eğer severseniz siz de sevgiye, felsefeye, sevgiye ve aşka bulaşmayı; severseniz siz de çocuğu, yaşlıyı, ülkenizi; Barış’ı fark edersiniz…

 Güven Serin
























3 Şubat 2012 Cuma

SAATİN TİK TAKLARI

Kamera; Güven  81300 Moda-İstanbul

Bana yolu seç diyorlar; bozuk yolu ,seçermiyim!
Eğri eğri doğru doğru
Seçemezsen yolundan vazgeç diyorlar;
ben yolumdan vazgeçer miyim!
Eğri eğri doğru doğru..

Bana yarim seç diyorlar,
vefasız yar seçermiyim!
Eğri eğri doğru doğru.
Seçemezsen vazgeç diyorlar;
vazgeçer miyim!
Eğri eğri doğru doğru,
eğri büğrü ama yinede doğru...


Kamera; Güven   Moda-İstanbul

Barış demek toprak demek;
ben kendimi verir miyim!
Eğri büğrü ama yinede doğru...


Kamera; Güven    Moda-İstanbul

5 Şubat 2012 Moda,Kadıköy,Kabataş'a
uğrayacak vapur Kanlıca iskelesine
yanaşacak. Kanlıca Mezarlığı ziyareti
ve dönüş; Barış şarkıları ve felsefesi
ile birlikte.

Barış kimdir deseler bana; Barış,
müzik ve felsefedir derim onlara.
Barış kimdir deseler bana; Barış,
çocuktur, yaşlıdır, coşkudur
derim onlara...


Kamera; Güven   Moda . İstanbul

Hele destuur;maşallah bu ne kudret böyle.
Hele destuur; zayıfları ezmedin mi söyle!
Hele destuur gözümüz yok Allah
daha iyi etsin.
Ama paylaş, gel beni dinle;
ardından her kez dua etsin.

Hava ayaz mı ayaz;
saatler durmuş bugün...
Anılyorsun değil mi?

SAATİN TİK TAKLARI




 Gün dediğimiz aydınlığı, gece dediğimiz karanlığı, saatle; saatin dilimleriyle ölçeriz. Saliseler saniyeleri, saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler de günleri kovalar.

 Sizin anlayacağınız bir kovalamacadır gidiyor. Ah babam, de babam kovalamacısı… Elbet kovalayan olunca kaçanda olur. Kaçan da olunca yakayı ele verende, paçayı kurtaranda olur.

 Duyuyor musunuz saatin tik taklarını? Akrep ile yelkovan ne kadar çok kaçıp kovalasalar da birbirlerini; uyum içinde yaşarlar. Onların uyumu olmasaydı, adını zaman koyduğumuz gün ve gecenin de uyumu olmazdı sonra. Her şeyi gölgelere, güneşe, aya ve insanlığı yöneten insanlığın inisiyatifine göre yapardık.

 Nice ölçümler-biçimler ve kayıtlar yapıldı soylu insanlığın daha bir rahat etmesi için. Her istiladan sonra değişen pafta-parsel isimleri; kimini daha bir semirtirken, kiminin ise derisini bile yüzecek hale gelen acılar ile gün geceyi kovaladı.

 Saati en çok gündüz görür ama en çok da gece duyarız. Ölüm sessizliği kaplayınca ortalığı, küçük akrep ile kocaman yelkovan büyük yel değirmenleri gibi dönmeye ve ses çıkarmaya başlarlar. Eğer, o sesten başka seslere ihtiyaç duyar, o sesi önemsemeseniz sorun yok. Ama başka sesler sizi meşgul etmiyor, sessizliğe gömülünce arızalı bir vicdan sesi ile baş başa iseniz; saatin akrebi ile yelkovanı sizi deli eder. Tıpkı Don Kişot’u deliye çevirdiği gibi…

 Saatin akrebi ile yelkovanı gece yarısını gösterirken borazan da kendi duyurusunu yapıyordu. İyilik ile kötülüğün savaşının duyurusunu. Çalan borazan şairin dediği gibi düşmanı haber veremeden boğazına saplanan bir ok ile ölüverdi.

 Büyük kovalamaca, büyük acı ilk olarak ne zaman başladı? Kim bilebilir bunu? Tek suçlu Habil ile Kabil midir? Onların torunları, onların yolundan gitmek zorunda mıydılar? Yoksa insan denen canlının iyiye, güzele, estetiğe ulaşması için bir takıp görünmez ve görünür ellere mi ihtiyacı vardır?

 Sulara, ilk damla ne zaman düştü acaba? İlk damla göğe ne zaman yükseldi ve yağmur olarak yere düştü. O düşüş, suya ve toprağa değişteki çılgın coşku, meydana gelen ilk değişim nasıl bir şeydi? Mavi miydi? Yeşil miydi? Kırmızımı? Yoksa gri bir renkte miydi?

 Suya ilk olarak düşen damlanın zamanlarında insanlık ve insancıklar yoktu daha. Marmara Denizi bile yoktu, damlanın ilk düştüğü zamanlarda.

 Saatin tik takları öfkeyi mi, neşeyi mi anlatıyorlar bize? Adaleti mi, soygunları mı, kayırmaları mı ve soylu kollamaları mı? Biri namusu, diğeri namussuzluğu, biri adaleti, diğeri adaletsizliği; bu kadar tezat ve bu kadar çelişkili olarak! İnsan ve insanlık; hem masum, hem de canavar olabilir mi? Bu kadar bildiri, kanun, baskı, gelenek-görenek ve günahlar ile sevaplar dağıtılırken insanlık yine bildiği hikâyeyi mi yazıyor acaba…

Ne garip… Ne hazin…

 Saati icat eden, zamana boyun eğdirdiğini sanan insan, ilk su damlasının ne zaman düştüğünü bilemez. İlk kavgayı başlattı ama, son kavgayı kim yapacak onu bilemez. Saatin tik takları beynimizi her zonklatışında yalnızlığımız da çıkar ortaya. Yalnız kalmaktan korktuğumuz, saatin tik taklarının bile ağır geldiği o zamanda, kurumuş olan merhamet kuyularımız arızalı vicdanımıza da baskı yapmaya başlar. Tıpkı, Ergene’yi simsiyaha çeviren tabiat ve insanlıktan nasibini almamış hiçbir zaman tok bir zengin olamayacak ama iyi bir seyirci olan insanlar; yöneticiler gibi.

 Saatin tik takları çoğalıyor; daha da artacak biliyorum… Sanki kötülük galip geliyor; sanki… Ama değil… Hayır, değil, asıl sorun iyiliğin susuyor oluşu. İyilik saatin tik takları kadar cesur olsaydı eğer, ırmaklarımız simsiyah akmazdı. Gelişen dünyanın donunu, gömleğini dikeceğiz diye tekstil fabrikaları adı altında en verimli topraklarımızı katletmezdik.

 Evet, biliyorum; iyilik susuyor… Büyük bir suskunluk bu; insanın insanlığı daha bulamamış olmasının suskunluğu. En gelişmiş ülkelerde bile bu suskunluk hâkim. Cehalet, kötü ruhlu bedenlere öncülük ediyor; şimdilik…


 Güven Serin

















1 Şubat 2012 Çarşamba

YAPAMADIKLARIMIZ

Kamera; Güven Salvador Dali

ARINMIŞ DANTE

TOPHANE-İ AMİRE KÜLTÜR MERKEZİ

Ağırbaşlı değişim,seni seviyorum; arınmaya
başladığın kibirden,hoyratlıktan uzaksın...


YAPAMADIKLARIMIZ


 Gün, karga ve motor sesleri ile varlığını insan yaşamına adamışken günün içinde insanlar ve insancıklar koşturmaya başlamıştı bile. Hasan Efendi Caddesinin olmayan kaldırımlarında ve oldukça fazla tozları üzerine basa basa ilerliyordum. İsterdim ki anıları yaşlı ağaçlar kadar çok olan taş kaldırımlarda, Arnavut yollarda ilerleyim…

 Bilirsiniz; isteyenin bir yüzü kara; istemeyenin iki yüzü kara… O yüzden isteyelim, üretmeye aç olan bedenlerimizi bir şeyler yapmaya zorlayarak…

 Hasan Efendi Caddesi güne hazır, günün içinde koşacaklar da Hasan Efendi Caddesinde yol alıyorlar. Bir araç yanaşmaya çalışıyor. Dershanenin hemen ilerisinde bulduğu boşluğu büyük nimet sayan taksi şoförü usta bir acemi örneği vererek; güya yanaşmaya çalışıyor. Yanaşacağı yere iki araç sığacağı halde, aynaları iyi kullanmadığı için; neredeyse debelenip duruyordu.

 Asıl şaşkınlığım araç sahibinin eşi olacağını tahmin ettiğim orta yaşına gelmiş bir kadın da aracın arkasına geçmiş, yanaşması için el kol işareti yapıyor. Ellerini küçük bir çocuğu çağırır gibi, bilekten kırarak ve oldukça nazikçe yapıyordu. Kadın aracın arkasında ama aracı sürmeye çalışan şoför aynaya bakıp kadını görmüyordu bile. Hani, biraz daha acemilik yapsa kadını, diğer araca yaslayacak durumda; bir ileri, bir geri zikzaklar çiziyordu.

Aracını yanaştırmak isteyen şoför oldukça hünerli bir acemiydi. Zor bir iş acemilik; bir de sonu iyi bitse…

 Bir başka tanık olduğum bir olay, gerçek bir komedi gibi; gülerken ağlata bilirdi insanı. Yine oldukça iyi giyimli ve besili bir adam, ondan beş-on yaş küçük olan diğer adama sesleniyordu:

“ bak, iki elim kanda olsa yardımına koşarım. Bu düşüncemi oğluma da aktardım. Bizim dostluğumuz sonuna kadar…” Adam o kadar coşmuştu ki sanırdınız arkadaşı için dünyaları yıkacak. Hâlbuki bu iki insanı da tanıyorum ben. Ve zaman içerisinde, iki elim kanda da olsa yardımına koşarım dediği insanın başı sıkışınca; bizim besili ve post bıyıklı efendimiz ortalarda görünmüyordu.

 Ne kadar çok şeyler yapmak ister, hayal eder ve muhteşem sözcüklerin gölgesine sığınırız da, iş test edilme aşamasına gelince korkunç bir korkaklık gösteririz. Korkularımız; elbet soylu korkularımız ve çekincelerimiz var…

Bir kadın; simsiyah saçlı bir kadın; yine tanık olduğum başka bir zamanda, yanındaki erkeğe sesleniyordu;

“senin için dünyayı yakarım. Bir tek saçının teli için yakarım ulan dünyayı!” Böyle sesleniyordu kartal bakışlı kadın; böyle söylüyordu ama bu kadın ile adamı da tanıyorum ben. Bir gün geldi, erkek ile araları rüzgâr ve fırtınaya gebe kaldı. Bizim siyah saçlı kartal bakışlı kadınımız ortalarda yoktu. Nazikçe özür diliyordu; nazikçe…

 Oysa ne kadar çok şeyler yapmak istiyoruz değil mi? Büyük süslü ve oldukça muhteşem sözlere bel bağlayıp; “SEVİYORUZ” severken öldürüyoruz, severken yok ediyoruz; tıpkı yok olan genç kadınlar, genç çocuklar, genç fidanlar gibi…

 Evvel zaman içinde bir nişan töreninde nişan yüzüklerini benim takmam istenmişti. Tanrım! O güne kadar ne bir nişana katılmış, ne bir nişan töreni idare etmiştim. Yalvardım, yakardım; dinlemediler. Yapamam, dedim. Edemem dedim; kıymayın bana efendiler, beyler, hanımlar, dedim. Ama dinletemedim; ille sen keseceksin kurdeleyi, dediler.

 Yusuf’u hatırladım. Doğması için Gülsüm Ana ile Hasan Dedenin bir araya gelip, yıllar sonra kavuştukları Yusuf’u. Ne kadar çok söz bilir, onun için oldukça basit olan bu işleri bir sanatçı titizliğinde yapardı. Ne olurdu sanki bana da Yusuf’un hünerlerinden birazı geçseydi; ne olurdu…

 İş, geldi çattı, küçük bir konuşma yapıp yüzüklere bağlı kırmızı kurdeleyi kesme vaktine! Ne vakit ama sanki zaman durmuş, yarılacağını sandığın yerin içine kaçmak için dua ediyordum. Ne konuştum bende bilmiyorum. Ama iyi bir konuşma olmadı ki dinleyenler alkışlamadı bile. Tabi ki tutuldum; dut yemiş bülbül gibi oldum. Yüzükleri kesecek ve bir de takacağım güya; ellerim, bedenim titriyor; bir aşığın buluşma vaktine yaklaşırken titrediği gibi…

 Oysa ne kadar çok isterdim; bilgece konuşmaları. Konuşurken hastalığın pençesine düşmüşlerin şifa bulmalarını! Yapmak isterdim ama yapamadım böyle güzel ve böyle büyük konuşmaları…

 Benim gibi niceleri var ne çok şeyler isterler de koca ömürler yetmez. Nice zamanlar geçmez, ince sıkıntılar yaşanır da yaşamın sonuna gelince ömürden hiçbir şey anlaşılmaz. Özgüvenleri eksik, toplumsal çığlıkları eksik çocukların büyük haliyiz bizler; susturulmuş, korkutulmuş ve hiçbir zaman adam yerine konmamış soylu halkız biz; soylu halk…

 Güven Serin