27 Temmuz 2011 Çarşamba

O AN

Kamera; Güven   İpsala-Edirne
Bir insan; bir Yusuf... Ne zenginlikti derdi, ne de çok
yaşamak...
Duyuyorum; görüyorum, bir gün gelecek
dönence...
Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor
Kamera; Güven   Antalya
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor
Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Çatlamış dudağımda ne bir ses, ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor.

Kamera; Güven  Phaselis Örenyeri
Ölüm, yaşamın hemen kıysında
bazen ağır ağır, bazen çok hızlı gelir.
Ölümün hemen kayısında yaşamlar,
bir şeyler anlatır bize...

Kamera; Güven Phaselis Örenyeri-Kemer-Antalya
Gün çoktan döndü buralarda
biliyorum, duyuyorum bir gün gelecek
dönence...


O AN



 Koşuşturmaktan bıkmamış adamın bedeni kiloları ile dertte olmasına rağmen adam bundan rahatsız değildi. Yakınları, kendine iyi bak, dediklerinde gülümser kimsenin bu dünyaya kazık kakamayacağını kendi insancıl felsefesi ile kısa bir şekilde anlatırdı. O, sanki başkalarına adanmış bir insan; görevlendirilmiş bir canlıydı.

 Adamın adı Yusuf’tu. Onu tanıyalı çok olmuştur. Yıllar 1966’ı gösterirken tanımıştım ilk olarak. Ve bir daha asla unutmadım Yusuf’u. O, ne oğullarına, ne kızlarına ve ne de eşine aitti. Sanki çevresinde ki tüm insanlara; aklı ve merhameti seven tüm canlıların Yusuf’uydu.

 Kır kulübesinde balığını yemiş eşi Hatice’ye seslenerek; “bir kaşık çorba koy.” Diyerek hayatla olan son beslenmesi o bir kaşık çorba olmuştu. Sonra, göğüslerim ağrıyor deyip, beyaz arabasının marşına basmış; insanlık düşlerinde hiçbir zaman geri vitesi olmayan Yusuf; aracın geri vitesi ile pirinç tarlasının içine uçmuştu. Kalbi ince ince sancımış; beyne son bir kez yaşam yollayarak Yusuf’a güle güle demişti.

 Kır kulübesinde akşam yemeğini yiyen eşi, torunu ve dostları Yusuf’u gitti biliyorlarken, Yusuf, aracın geri vitesine son bir dokunuş yapıp, yeşil pirinç tarlası içinde dünyanın dönmesi ile birlikte boşta kalan aracın tekerlerinin dönmesi yaşanırken; Yusuf’un da hayat döngüsü İpsala-Paşaköy ovasının üstündeki tepede; pirinç tarlasının içindeki araçta son bulmuştu.

 İşte an; o andı. Yusuf’un hayatta kalıcı olmadığına inandığı, doktorlarla arasının iyi olmadığı; yaşamını birkaç yıl daha uzatmak istemediği anın sonsuza açılan kapısındaydı Yusuf. Acaba, doğup büyüdüğü ve çocukluğunun geçtiği topraklarda ölüm ve o an nasıl bir şeydi? Ölürken ne kadar mutluydu? Biliyordu ki insanlığın erişemeyeceği, kalıcı bir düzleme oturtamayacağı en önemli şeylerden birisi de huzurdu. Huzurun da leylekler tarafından getirilemeyeceğini o da biliyor, çalışmanın, aklı beslemenin yanık türküsünü söylüyordu ona verilen kısacık yaşamın içinde.

 Yusuf bir yaz günü, babası ve amcasının çocukluğunun geçtiği topraklarda veriyordu son nefesini. Her taraf yeşil, kırmızı ve kahverengiydi. Tarlaların bereketi üzerinde, en görünür yerde olduğu İpsala ovasının zenginlik adına pirinç tarlalarına teslim olduğu sıcak günün akşamüstüydü. Yusuf’un son akşamüstü! Son güneşi…

 Bazı insanlar resmi hiçbir görev dahi verilmeden insanlığın hizmetinde hissederler kendilerini. Bir asker, bir sanatçı, bir filozof, bir öğretmen, bir din görevlisi gibi… Yusuf’ta öyle insanlardan birisiydi. Resmi görevlerinin yanında evrene adanmış gibi evrensel; insanlık görevleri kalbinin sancısı gibi hep sancıdı onda. Köyünün, kasabasının, ilinin daha da ileriye, daha da mutluluğa koşmasını istiyordu; aklı, ilimi de eksik etmediği sözlerinden.

 Yusuf Fransız yazar Simone de Beauvoir’i okmuş muydu bilinmez ama onun kitabında anlattığı gibi yaşamıştı. Yazar; “Her ölümsüz hiçliği tadacaktır” der. İnsan ölümlüdür ama yazarın kitabındaki kahraman Raymond her insanın ulaşmak istediği ölümsüzlük iksirine ulaşmış ve ölümsüzlüğün nasıl bir şey olduğunu anlamıştı.

 O an; yaşama kan pompalamayı bırakan kalp; ölüme doğru buharlaşır. Yusuf, ölümün gerçeğini çoktan yaşam biçimi yapmıştı. O yüzden, mal-mülk sevdası onda bir tutkuya değil, insanlığa yönelik paylaşıma dönüşmüştü. Yusuf, en sevdiği tepenin yeşil pirinç tarlasında İpsala Ovasına bakıyordu. İpsala Ovasının biraz ötesinde Meriç’in Ege’ye aktığını biliyor; Meriç’in ötesinde de sınırları olan Yunan topraklarının da başladığını sınırsızlığa açılan o anın ve yaşamının tüm zamanlarında anlamlandıramadığı gibi yine anlamlandıramıyordu. Bu sınırlar, sınır çizgileri; neden konmuştu? Hangi gerçek, saflık, yüksek erdem aranıyordu bitmeyen sınırların soylu kavgalarında!

 Fransız yazar Simone de Beauvoir, tüm insanlar ölümlüdür adlı romanında, roman kahramanı Raymond Fosca ise ölümsüzdür. Mal-mülk, hilebazlık sevdalısı olan tüm zavallıların istediği ölümsüzlükten…

 Fosca, zamanın 13. yüzyılı gösterdiği yerde ölümsüzlük iksirini içen bir prenstir. İnsanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarının, hayallerinin, sevdalarının iksiri içilmiş ve ölümsüzlük kazanılmıştır. Fosca, artık hayallerinin ötesine uzanacak, diğer insanlar zamana karşı direnemeyip, bir bir erirken o hep yaşayacaktı. Ve öyle de oldu. Zaman, Fosca’nın tanıdığı, sevdiği tüm kişileri kendi içine çeker; zamansızlığın borusunu öttürürken dahi, Fosca zamana karşı meydan okuyan bir prens olarak yaşıyordu.

 Fosca ölümsüzlük iksirini içtikten sonra yaşlanma ile olan sorununu çözmüş, zamana karşı olan savaşını kazanmıştı. Artık akan zamanla gücü de sınırların ötesine taşmış, inanılmaz bir güce erişmişti. Fosca’nın etrafındaki yüzler değişir, sevdiği insanlar zaman tarafından sıraya dizilir. Ve Fosca’da yavaş yavaş HİÇLİĞİN pençesine düşer. Artık zaman ilerlemez. Çünkü zaman diye bir kavram yoktur. Dünya tekrarlardan ibarettir. Her gün aynı güneş doğar ve batar. Her akşam aynı ay ve yıldızlar çıkar; önce kış gelir, sonra ilkbahar, sonra yaz, ardından sonbahar.


Yazar Esen Tezel;

 Önce yeryüzüne hâkim olmak isteyen Fosca git gide aynı yeryüzünün sessiz bir tanığına dönüşür. Bir süre sonra, içinden tanıklık yapmak bile gelmez. Çevresindeki hiçbir güzellik ilgi çekici değildir artık. Hiçbir aşk kalıcı kaynağı, hiçbir acı üzüntü verici, hiçbir zafer sevinç kaynağı değildir. Sevmek ya da nefret etmek saçmadır. Dünya dönüşürken ve aslında hep aynı kalırken Fosca tam anlamı ile yok olur. Yok, oluşun temelinde de ise bitmeyen var oluş yatar. Herkes giderken o kalmaya yazgılıdır.

“ Ne cimri ne cömert, ne cesur ne korkak, ne kötü ne iyi, aslında ben hiçbir kimseyim” der. Ölümsüzlük söz konusu olduğunda kazanmak veya kaybetmek diye bir şey yoktur. Fosca sonsuz zamana sahip olmanın hiçbir şeye sahip olmamak anlamına geldiğini görür.

 Sanırım Yusuf, Fosca’nın istediği ölümsüzlük iksirini hiç istemedi. Bu dünyanın tek sahibi, sevginin, aşkın, nefretin, mal-mülkün tek sahibi olmadığını yaşamının her anında gösterdi. Ve onun yaşamına tanıklık yapanlar; ölüm korkusu ile doktor doktor gezerken o ise; son anı bile gülümseyerek; İpsala Ovasına, sınırlara bölünmüş Yunanistan’a, Meriç’e, Ege’ye, Balkanlara el sallayarak; ölümlü olduğuna bir filozof gibi minnet duyarak ayrıldı ayrılması gereken dünyadan…

Güven Serin

1 yorum:

Arzu Sarıyer dedi ki...

Merhaba Güven,ben geldim...O anı,o güzel insanı saygı ile anmak için geldim...Nurlar içinde uyuyor olduğuna inanıyorum, dünyada saçtığı ışık O'nu öteki dünyada da karanlıkta bırakmıyordur.Selam ve sevgi ile.