4 Haziran 2011 Cumartesi

BU DÜNYADAN NAZIM GEÇTİ

Kamera; Yunus  Ganoslar
Bu dünyadan kimler geldi geçti;
filozoflar, gezginler,hilebazlar, düzenbazlar,
açıkgözler, hiç ölmeyecek gibiler...
Her şey insana akarken;yaşam oluyor da,
insan her şeye akarken; niye ölüm oluyor,
ben bunu anlıyamıyorum...

BU DÜNYADAN NAZIM GEÇTİ



 Ölüm, yaşayan insanoğlunun korktuğu, kaçtığı en soylu ve en acı gerçektir. Nazım, geldi geçti bu dünyadan; bu ülkeden de. O da bizim sevdiğimiz gibi sevdi bu toprakları, bu ormanları, ırmakları, dereleri ve güzel insanları. Sevmediklerini, sevemeyeceklerini de tankla, tüfekle, zindanlarla adam etmek yerine şiirlerle ıslah etmeye çalıştı; ağır, ağır…

 Nazımın bedeni bu dünyadan ayrılalı neredeyse yarım yüzyıl oldu. Yağmurlar yağdı, rüzgârlar esti, ihtilaller yapıldı; suikastlar düzenlendi, genç fidanlar idam edildi; insanın insanlığa, adalete uzanması nedeniyle; güya… Gün oldu zindanlara tıkıldı şiirlerin korkulu mısraları yüzünden. Gün oldu ayakta alkışlandı doğruyu, yalnız özün doğrusunu söylüyor diye…

 Ölüm, aynı zamanda bedenin temizliği, bir daha kirlilik üretmemesi demek! Ölüm, bedenine saldırı yapmak, onu parçalamaya bin bir türlü plan yapanlarında düşlerini suya düşürmek demek… Bir şair ölmeye görsün; taş atanlar bile oy uğruna, soylu getiriler uğruna onun adını, onun şiirlerini anmaya, okumaya başlar.


Halkını seven, halkı için bu uğurda ölümü, kefeni hatırlatan başbakanımız da öyle yaptı; bir konuşmasında Nazımı hatırladı. Nazımı, Nazımın ülkesine, toprağına, işçisine, emekçisine adanmış olduğu şairi hatırladı…

 Nazım yaşasaydı hiç ağza almayanlar, onu vatan haini, yetmeyen ömürlerin cezaları ile ödüllendirirlerdi. Nazım yaşasaydı, şiirleri bu kadar sessiz ve nazik olur muydu acaba? Sık sık, seslenmez miydi; işçinin, memurun, köylünün, emeklini hakları yok sayılıyor diye… Sürekli semirenlerin, haddi-hesabı olmayan alın terinden yoksun zenginleşmelerin karşısında bir tabur asker gibi dikilmez miydi Nazımın şiirleri…

“Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani alıp getirin Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” Anadolu’ya hasret, Anadolu’ya âşık şair; böyle seslendi ölümün huzurlu kurtuluşu onu çağırana dek… Nazımın sevgisi sanatın sanatkârlığı ile boy verdi, yeşillendi, kırmızıya, laciverde, mora, pembeye, sarıya, beyaza dönüştü. Ya diğer sevenlerin sevgisi; “ ya sev ya terk et” sevgiyi zorla işlediler; tıpkı doğanın en güzel yaratıklarını zorla gem vurup, burunlarına taktıkları kancalarla acılar içinde, değnekler göstererek oynattıkları, alkış aldıkları gibi… Zorla, atları koştular, zorla ölüm çığlıkları attılar; güya, vatan, güya, halk adına…

“iki şey var ölümle unutulur; anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü.” Diyerek ölüme kadar unutulmazlığın yüzlerini; ana ile şehrini hatırladı durdu Nazım.

Bazen, saçları saman sarısı, beli karımca belinden ince bir kadınla yürüdü Nazım. Karları çıtırdata, çıtırdata yürüdü kadının sıcak elini eli ile tuttuğu anlarda.

 Nazım; “Mayakovoski öğretmenimdir, fakat onun yazdığı gibi yazmıyorum ben. Moskova’da öğrenim gördüğüm dönemde Mayakovski gibi bir tribün şairiydim bende. Fakat topluluğa okuduğum zaman bir nefesli sazlar orkestrası gibi ses veriyordu şiirlerim.” Nazım, Rus şair Mayakovoski ve kendi şiirini o dönem böyle tanımlıyordu.

 Şair 22 yaşında Moskova’dadır. Lenin ölmüş ve Nazım; Lenin öldü! İlyiç’in yüreği çarpmıyor artık. Bütün ışıklar sönmüş gibi geldi bana o an. Ve ömrümde ilk kez büyük bir şehrin ağladığını işittim. Sokaklarda ateşler yanıyor ve alevler ağlayan insanların yüzlerini aydınlatıyordu artık, diye o anın betimlemesini yapıyordu Nazım.

Sanatçının arayışları, heyecanı hiç bitmeyecektir…


“ Sanatkârlar, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren baş ağrılarına, sinir bozukluklarına dönüşür. Olsun… Bazen yanılır… Yanılsın… Başı aylarca ağırı çekmeyen, sinirleri bozulmayan, yanılmayan sanatkâr; olduğu yerde sayandır!” diyor Nazım; her işin emeği ve belli bir süreci olduğunu yaşamınla yaşayarak…

 Nazım ülke hasreti ile yanıp, yanıp olgunlaşırken ülkesine girmesi geciktiriliyordu. O da izin almadan girmek için sınır kapısından geçtiği anda tutuklandı ve Hopa hapishanesine konuldu. Hopa, Nazım’ı doksan yıl önce bağrına basarken, şimdi de eşkıyalık ile suçlanıyordu bir emekli öretmeni kurban olarak verdiği halde. Emeği, adaleti, vicdanı böyle değerlendiriyor; iktidarın sarhoşu olmuş, sarhoşluğu yaşamayan insanları…

Nazım Hopa hapishanesinden ses verin dışarıya:

“Dışarıda… Biz içeride susuyoruz… Bir fişek yatağında nasıl susarsa” diyordu, bedeni hapsedildi sanılan şairin kalemi; böyle not alıyordu o dönemin, sancılı, kaprisli, sanatsız, emeksiz zamanlarını…

Sonra meşgul adlı şiirinde;

“ İnsan ve toprak, karanlık ve aydınlık, anladın ya işim başımdan aşkın, beni lafa tutma gülüm, ben sana âşık olmakla meşgulüm” diyecektir…

Bazen Abidin Dino’ya seslendi; resmini yapsın ağırsızlığın, aşağısızlığın, yukarısızlığın. Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanında şehit düşenin…

 Nazım geldi geçti bu dünyadan ve bu ülkeden… El izleri, ruhunun muhteşem seslenişi hâla Anadolu’da bir köy mezarlığı, bir çınar ağacı aramakla meşgul… Öldü sanılar şair; YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM, derken, ölüme ağır, ağır yürüyenleri yaşama doğru duraklatır; yaşama, yaşlanmaya bile güler yüzle ilerleyerek yürümenin alın terinden, insan emeğinden ve sevgisinden süzülen gerçekleri öldü sanılan şair anlatır…

 Güven Serin

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Bir mesel var sevgili güven büyük şairler zindana tıkılabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta vurulup öldürülürler.Ama asla ve asla yok edilemez sözleri.Onlar vuruldukça büyür güçlenir.hasret bıraktıkları memleketine ondan daha güzel seslenen bir başka şair çıkmamıştır.Ve onu özlemek bu memlekette hiç bitmemiştir.onu zindanlara,sürgünlere mahkum edenleri kimse tanımaz ama Nazım Hikmet Ran adını ve şiirini dünya bilmiştir.İyi ki gelmiş memleketimizle ve bu topraklarla gurur duyamamız için bir neden daha olmuş.Sen de çok güzel anlatmışsın bize yine.Belki bir gün gelir anadoluda bir ulu çınar atına hepimizin orada toplanmasına vesile olur. Sevgilerimle.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Ruhgezgini. Sanata akan samimi satırlarına olduğu gibi katılıyorum;asla ama asla yok edilemiyorlar; tabiatın en güzel yaratıkları alın teri, gönül teri ile işledikleri sanatın kazınışı bir şekilde; taşta, mermerde, bezde, bedenlerde, ruhlarda kalıyor...