16 Şubat 2011 Çarşamba

SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK

Kamera; Güven-Fransiz Kültür Merkezi Taksim
Suskunluk, korkudan değil; acılardan değil;
sanata üçüncü boyut bakışın derinliğinden
olmalı...
Fransız Kültür Merkezi İzzet Keribar ve
Laurence Aegerter'i buluşturmuş.
Hem fotoğrafların, hem de çiçek kokuları içinde
güzel bir çay keyfi için gidin oraya.
Fransız Kültür Merkezi-Taksim
Dalgınlığımın soylu hatırı için mi, sanatın
çok sesli, derin büyüsü için mi, yoksa
güzel ülkemin, tükenen insanlığı için mi
daldım bilemiyorum...

Kamera; Güven Fransız Kültür Merkezi
Küçük bir vazo Nergiz; bir oda çiçek kokusu ve
bir bardak çayın insanı zengin,mutlu eden
elle tutulur hali...

SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK



Atem tutam ben seni/Akşama baban gelince önüne atem ben seni/Hop hopun olsun oğlum/Sıralı kavak dibinde toyluğun olsun oğlum/

 Bu kadar ağır bir başlıktan sonra “hayda” deyişleri duyar gibiyim. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, diyebilir, bu türkü, bu ninni de nereden çıktı; bu yazıda işi ne diye de irdelenebilinir. İnanın bende bilmiyorum! Bütün suç sol tarafımda duran iblisin işi. İblis, günün ilk ışıkları ile birlikte bu ninniyi türkü şeklinde söylüyor. Pek de güzel söylüyor hani! Eh iblisin işi bizi kandırmak! Bende kanmış bulundum bir kere. Günlük yazıma başlar başlamaz, yazı ile birlikte bu ninni de ağzımdan kaleme, kalemden kâğıda dökülüverdi…

Aslında sağımda duran melek, “bırak şu türküyü, bırak şu yazı yazmayı” deyip iyi niyetli uyarılarını yaptı ama dinleyen kim!

 Süheyl Batum’un “kâğıttan kaplanlar” sözü, kıyameti kopardı. Sanırsınız ki tüm ordu suçlandı, sessizliğe gömülmüş kışlasında terleyen askerler ölüm uykusuna yattı. Ayağı yere basan ve akıl ile beslenen bir ordu; ne kâğıttan kaplanlar sözüne alınır, ne de generallerinin gece yarıları tutuklanmasına. Ne de durduk yerde ordu içindeki çürükler ayıklanırken halkına küsmeyi bilir. Asıl sorun bizde; biz soylu, suskun halkta. Nereye çekilsek, hangi laf edilse çekilen yere sürüklenerek de olsa giden; cahil merakımızı bir türlü yenemeyen ve lafların altında taş altında kalmış gibi ezilen bizlerdedir sorunun en büyüğü…

 Susma, sustukça sıra sana gelecek, güzel ve anlamlı bir slogan. Fakat hayatımızı yenileyecek ve yeniliğe ayak uyduracak yeterlilik sadece sloganlarda değildir. Bir ülkeyi oluşturan halk; kendilerine sunulan yaşama haklarını bir bütün olarak görmezler ve hayata bakış açılarını huzura açılan kültürleşme içerisinde algılamazlarsa; akıntıya tutulmuşçasına çırpınmaktan başka bir şey yapamazlar. İşte o zaman her sloganı kurtarıcı, her sloganın sahibini de efendi kabul edip; boynu bükük sıraya dizilirler…

Solumda duran ve yanımdan hiç ayrılmayan iblis yine bir şeyler fısıldıyor. Güya Antik Mısır Rahipleri müridine seslenirmiş; “ Ey Sırlar Biliminin Sadık Evladı” diye… Bende kendi halkıma, insanlarıma sesleneymişim.

 Ey uygarlıklar tarihinin sadık, güzel, onurlu evlatları; yaşamı, yaşam hakkını bütün olarak görüp, ayağınıza bastığınız ülkenin sonunu da düşünün. Artık borç yiyenin kesesinden yemediği, verilecek ödünlerin sadece kaybedilen mal-mülk ve onur olmadığını da unutmayın!

 Bankacılığın ve çok önemli kurumların yarıdan fazlası yabancıların özellikle usta oyuncuların eline geçmiş durumda. Sen çalışmaz, kendi özün ile kalkınmaz, kendi zenginliklerini zarar ediyor diye usta oyuncuların kârlı ellerine teslim edersen; kendi özünü, huzurunu, yaşam hakkını kurtara bilir misin?

 Sadece sloganların arkasına düşmek, onlar ile oyalanmak ne kadar büyük kayıplar verdirdi bize. Borç-alacak ve ödeşme adı altında güya ülkeyi kurtarmak adına yapılan 1980 ihtilali aydınlanmayı, aydınları kökten kazımışa benziyor. Ne sloganların büyülü pratiklerini yakalayabiliyorlar, ne de bazen susmanın, küçük ve sürekli ilerlemenin daha büyük işler yapabileceklerinin stratejisini görüyorlar.

1980 yılları hatırlayanlar; o gün başlayan ve zaman içinde inanılmaz değişim göstererek asıl amaca yaklaşan tarikatların, Amerikan, İngiliz işbirlikçilerinin usta oyunlarını bugün daha iyi anlayabilirler.

 1980 ve 1990’lı yıllarda bugün söz sahibi olmuş usta yöneticiler ve işadamları, hatipler; ne kadar radikal, ne kadar kavgacı ve sert görünüşteydiler. Cumhuriyetin, Mustafa Kemal’in, Laikliğin amansız düşmanı, kendi taraftarlarının yol göstericisi gibi her an konuşmaya, sataşmaya, başkaldırıya hazırdılar.

 Sonra, ne olduysa oldu; estetik, nezaket, sessizlik onların vazgeçilmez stratejileri oldu. Örtünmeleri de, uygarlığın her türlü gelişmişliğinden faydalanmaları da en azgın tüketiciler kadar iştahlı ve modern görünümlere büründü. Amerika’yı, Avrupa’yı iblis ilhan etmiş olan bu kavgacı savaşçılar her ne olduysa, Amerikanın, Avrupa’nın bol paralı ve parfümlü kucaklarına sığındılar. Hiçbir gocunma duymadan, asıl hedefe gidecek gemiye, Amerikalı, İngiliz dostları ile birlikte bindiler.

 Bizden daha Atatürkçü, bizden daha Cumhuriyetçi, bizden daha laik ve sosyal görünümlü pelerinler giydiler. Sadece göllerde balık avlayan, yaşamı masumca devam ettiren aydınlar ise açık denizlerin fırtınalarını hesaplayamadıkları için sloganların büyülü gelgitleri içinde yorulup bir bir tükendiler…

 Cumhuriyete, Atatürkçülüğe gıcık olan ve onların yaşam biçimine uymayan rejimi değiştirmek isteyenlerin mücadelesi tam anlamıyla 30–40 yıl önce başladı. Sabırla inşa ettikleri yıkım araçları; ekonomiyi, eğitimi, adaleti, güvenliği ele geçirmekti. Bağırmanın, sataşmanın, sloganların gücünün yetersiz olduğunu görüp, Amerikan destekli usta işi felsefe ve para ile desteklenen planları tutmuşa benziyor…

 Şimdi, bu ülkenin aydın, masum evlatları; bu güzel ülkenin bir bütün, bu halkın ayrılmaz bir kardeşlik içinde var olması gerektiğine inanıyorsanız siz de felsefeye, sanata, akla ve paraya muhtaç durumdasınız! Çok bağırmanın, çok slogan üretmenin alacağı yol; bir arpa boyudur; bileseniz…

 Solumdaki iblis yine boş durmuyor ve bir şeyler fısıldıyor bana; “ Haydi durma coş! Nasıl olsa sıra sana da gelecek!” diye iblisçe söyleniyor işte…

Güven











2 yorum:

Adsız dedi ki...

Sevgili Güven
Hayattan öğrenerek,bilgilenerek ama oturduğun yerden değil gezerek görerek verdiğin ilham için teşekkürler sana.Sen böyle gezerken sana öykünmemek mümkün değil.Fırsat bulabildikçe okuyorum yazılarını zevkle.Bazen yorum bırakmaya bazen de yazının sonunu getirmeye vakit kalmasa da.Yine dolu dolu bir yazı işte.Yazan ellerine,gezen ayaklarına,gören ve aktaran gözlerine sağlık.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Ruhgezgini. Sana katılıyorum; öğrenerek bilgilenmek,sanırım hayata üç boyutlu bakıp düşüne bilmek de demek...Malesef kitaplar, anlatımlar bir yere kadar besliyor beyni; hareket tabiatın altın kuralı. İnsan databitanın en değerli evladı olduğuna göre; hareket efendim:))

Saygılarımla Ruhgezgini