9 Kasım 2010 Salı

O, ÖLDÜ AMA!

Kamera; Güven Istranca Tepeleri
Siz küçük meşelerin az oluşuna aldanmayın sakın!
Böyle başlar ormanın ilk hali; bir, iki, üç, dört derken
yüz,bin, on binler oluşur ormanın sonsuz döngüsü
adına... İnsan da öyle değil midir? Bir,iki, üç
fikir ve beden derken; iyiye, güzele ve başarıya
yol almaz mı sanatın en sanat canlısı...

O, ÖLDÜ AMA!



 İnsanın keşfi olan zaman; 10 Kasımı sabahını gösteriyordu. Yaratıcının zamanı hangi tarihi gösteriyordu bilinmez. On Kasım, yaslı gönüllerin, yaşlı gözlerin olduğu bir günün unutulmaz zamanını yaşıyordu. Zaman, kendi döngüsü içinde milyonlarca canlıyı doğurtup, öldürecek ve inanılmaz olaylara yine kendi imzası ile şahit olacaktır!

 Usta şairin Saman Sarısı şiirinde saat başı çalan borazan gece yarısı susmuştu. Bir ok saplanmıştı boğazına. Borazan iç rahatlığı ile ölmüştü. Ama şair yaklaşan düşmanı haber veremeden öldürülmenin acısını içinde hissediyordu… Şu an hissettiğimiz gibi!

 Mustafa Kemal’in kalbi ise sabah karşı, günün canlılara yeni “merhaba” dediği bir anda sessizliğe gömülmüştü. Oysa gün yeni başlamıştı. Borazanın durması gibi durmuştu Ata’nın kalbi. Bir ölümdü. Bir kaybediş. Bir devrin sona erdiği zamanın kendi başına delice aktığı belki de donduğu bir an… Muhtemelen boğazın martıları karınlarını doyurmuşlar, belki de gevezelik etmek için çatılara tünemişlerdi. Boğazın aktığı gibi vapurlar, insanlar akıyordur bir yerden bir yere doğru…

 Hayatının her anında insan, doğa ve sanat sevgisi içinde olmuştu. Mustafa Kemal’in bedeni, bir başka yolculuğa çıkmak için kalbin ritimli atışına son vermişti. Belki de insanın var oluşundan bu yana tekrarlanan sahne, aynı güzellikte, aynı hüzünlerin yaşlarında yine tekrarlanıyordu. Bir insan çıkıyor ortaya ve incecik bir oya işler gibi işliyor; bağrına taş basmış insanları. İnancı yok olmuş, derin acıları içinde karalar bağlamış insanlara; Hayır diyor; sizler insansınız! Sizler kendi kendine yetecek onurlu bedenlere ve zekâya sahipsiniz! Bunu diyordu o bedeni sabaha karşı duran, ölmüş kahraman…

 Yaşamın hangi aşamasında, hangi şanslara sahip olursanız olun, tabiatın inanılmaz mucizeleri de yaşamın içinde kendi koridorlarını bin bir türlü cesaret sınaması ile döşer, kendi kahramanını korkusuzca çıkarır. Mustafa Kemal Atatürk, yaşamın mucizevî koridorlarına döşenen her türlü sınamayı insan duygularını asla unutmayarak kahramanca geçmiştir. O bir küçük ağaç için ağlayacak kadar merhameti tanıyordu. O kendi topraklarını hiçbir maddi değere satmayacak kadar onurlu bir bedenin zekâsına sahipti. O, yanıltıcı, şamatacı, sanat düşmanı, sonradan görme ve pısırık bir bedenin zekâsı, kahramanı değildi.

O öldü ama o kimdi acaba?

Yedi yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Sekiz yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı…

On yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. On yedi yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

Yirmi dört yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve iki ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

Yirmi beş yaşında sürgüne gönderildi.

Yirmi yedi yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmalarıyla kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu.

Otuz yaşında kendisi başka şehirleri düşman işgalinden kurtarmaya çalışıyorken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.

Otuz yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

Otuz yedi yaşında böbrek hastalığından Viyana’da iki ay hasta ve yalnız halde yattı.
Otuz yedi yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
Otuz sekiz yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.

Otuz sekiz yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.

Otuz sekiz yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.
Otuz dokuz yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu? Kırk iki yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! Bu öykü efsanevi lider Atatürk’e aittir. İlknur Gültekin Kalıpçı’nın “İçimizdeki Atatürk” kitabında o kahraman için bunlar yazıyordu.

 Şimdi, ister küçük ister büyük mazeretlere sığınmış, hayat inancımızı, insan heyecanımızı bir kenara tekme ile itmiş bizler; Mustafa Kemal’in nelerden geçtiğini görüp, ölüme bile korkmayarak gidişini anlayabilip, bugünün Cumhuriyetine, bugünün yaşamına her aşamada bir katkı yapacağımızın farkına varıyor muyuz acaba? Her insan önemlidir. İnsan kendi önemini, kendine acıyarak, boşluğun içinde sallanmaya başlayarak kaybeder…

 O kahraman öldü ama esas olan kalplerdeki ölümdür. Ektiği insanların suskunluğuna bakmayın siz! Bu insanların suskun, buruk yüreklerinde o kadar büyük bir sevgi ve inanç vardır ki taşıp güzel ülkelerine zarar vermekten korkarlar. Bu soylu insanlar kendi doğal yataklarından ne zaman çıkacaklarını biliyorlardır elbet…

 Yüce Atatürk, yüce kahraman; ölüm ile ihanet ile onlarca, yüzlerce kez suçlandın! Ama inandığın bir şey vardı. Bu ülkede yaşayan, insanlığın kaybetmeyen daha gençliğini bile yaşayamadan yaşlanıp” bu canımız vatan için feda olsun” diyenlere inandı o! Senin emanetin olan Cumhuriyetin Edirne şehrinde doğup, Tekirdağ şehrinde yaşayan birisiyim. Senin inandığın gibi bende sana inandım. İnandım ki bu ülkenin toprağını, tarihini, insanını, folklorunu, seslerini, türkülerini; ne doğu, ne batı, ne güney, ne kuzey demeden bedenimde topladım…

 O öldü ama ona inanmışlar, ona güvenmişler ölmedi. Her ölüm, yaşama tutunurken, Atatürk sevgisini, felsefesini elden ele ölümden önceki doğumlara bir armağan, bir ödül olarak bırakıyor…

 Tıpkı şairin sevgilisine verdiği karanfili, sevgilisinin de sevgi adına bir başkasına vermesi, karanfilin elden ele bir sevdayı büyütmesi gibi Atatürk, Mustafa Kemal, büyüyor, yeşeriyor içimizde…
 Güven

7 yorum:

Dalgaları Aşmak dedi ki...

O kadar güzel anlamış ve anlatmışsınız ki Mustafa Kemal'i...

GÜVEN SERİN dedi ki...

Susup onu dinleme zamanı... Ve ayağa kalkıp,yorgun, bitkin, üşengeç mazeretlere sığınmadan yürüme,ses verme zamanı...

bilge dedi ki...

Bu gün Atam için yazdığım yazıyı yayınlamıyacağım..onu sadece bu gün anmıyacağım ..onu içimde yaşatıyorum ve onu siz biz ve bizler hiç unutmadıkki..
evet haklısın mazeretler arkasına sığınmanın zamanı değil..sevgi ve dostlukla..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Gün olduğu, göründüğü gibidir.Gece de öyle, orman da, tepe de, ırmak da... Olduğunuz gibi olmuş olmanın onurlu sahiplenişi adına teşekkürlerimi sunuyorum. Çoğu kez övgülerle öldürürüz bir insanı. Halbuki övgülerden de öte yaşatma yöntemleri hep vardır...

Selma Er dedi ki...

Bugün yine çok duygu yüklüyüm..Gençlerimizi,bizim yetiştirildiğimiz gibi yetiştirebilirsek onlar da bu Memlekete sahip çıkacaklar..Onlara güvenim sonsuz..onların çocukları da ATA'mızın izinden,açtığı yoldan yürüyecekler..ATA'm seni rahmet,minnet,saygı ve sevgi ile anıyoruz..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Çok yakın bir zamanda şehrimin bir lisesini ziyarete gittim. Kendimce korkularım vardı.Gençlerle buluşacaktım. Nasıl karşılanacak, nasıl izlenimle ayrılacaktım! Bilirim ki koşulsuz yol almak ve bakmak, tabiatın ana kanunu gibi karşı tarafa yansır. Ve gençlerle geçirdiğim bir kaç saat inanılmaz duyguları tatmama neden oldu. Halbuki onlar öğretileri, sevgileri, sesleri ve renkleri bekliyorlarmış da bizim kendimizden haberimiz olmadığı gibi onlardan da haberimiz yokmuş... Ne garip bir durum!

İnandım ki dünya ne kadar çılgın,çıldırmış olursa olsun dengenin güzel tarafı hep vardır; sadece biraz yürümek, biraz el uzatmak gererekiyor...

DERİN AYRAL dedi ki...

güzel olmuş, yüreğinize sağlık