20 Kasım 2010 Cumartesi

KAÇIŞ

Kamera; Güven   Tekirdağ Tepeleri ve Evren
İnsan kaçışını, arayışını ne zaman sonlandırır acaba?
Kendi adıma derim ki; hiçbir zaman... Evrenin bir
parçası olan insan, parçalardan bir bütün, bütünden de
bir anlam çıkardığı zaman; belki de bazı küçük
izahtleri yapacaktır kendisine; belki...

KAÇIŞ


 Bir zamanlar “kaçak” dizisi vardı. Sanırım bugünün orta yaşında olup da o diziyi izlemeyen, Richard Kimble’yi sevmeyen yoktur. Haksız yere suçlanan Kimble sürekli kaçmak zorundaydı. Her hafta, inanılmaz bir kovalamaca ve hayatta kalma savaşı içinde Kimble son anda yine kaçar; canını kurtarırdı. Elbette, kahramanımızın canını kurtarması bizleri de inanılmaz sevindirirdi.



 Artık siyah beyazlı televizyon günleri sona erdi. Evimizin her odasında televizyonlar, bilgisayarlar en küçük boyuttan, en büyük boyuta kadar hizmet sunuyor. Dikkat ederseniz hizmetler çoğaldıkça, renkler, teknoloji, sesler, ulaşma arttıkça biz de kendi kendimizden kaçar olduk. Bir yerde bir yanlışlık var ama nerede? Üret ve tüket eğrisi de yanlış uygulanır; cimrilik ile savurganlık eğrisi de… Adalet ile merhamet eğrisi de apayrı uygulanıyor… Sanırım asıl sorun; biz soylu vatandaşlarda…

 Akşam saatinde yoğurt almak amaçlı girmiş olduğum markette yoğurt dolabın başında bir başka yoğurt meraklısı ile karşılaştım. Adam yoğurt dolabında bulunan yoğurtlara kararsız bir şekilde bakıyor, üç markanın çeşitli ebatlarındaki yoğurtlarından bir türlü seçemiyordu. O seçmeyince ben de yoğurt kâsesine ulaşamıyordum. Neyse, sonunda kararsız yoğurt sevdalımız, bir kâse yoğurt aldı. Nedense yoğurt kâsesinin altına üstüne yine aynı kararsızlıkla baktı. Sanırım, bu markayı ilk kez alıyordu.

 Yoğurt kâsesini alan adam para kasasının yanına gitti. Kasada duran kız; “niye, şu yoğurttan almadın” deyince, kararsız adam; “ ya, ne bileyim, o yoğurttan hanın istemiyor. Geçen gün içinden ip mi tel mi ne çıkmış.” Bu lafı duyan kasada ki kız; “baltayı taşa vurmuş” taştan geri dönen baltanın sapı da kafasına çarpmış gibi olmuştu. Çünkü adamın karısının istemediği yoğurt markası ve kâsesi benim elimde duruyordu. Para kasasında oturan kız, benle göz göze gelip, başını öne eğdi. Muhtemelen az önce konuşulan “ip ve tel” mevzusunu duyduğumu ve benim de bir tepki gösterip göstermeyeceğimi hesaplıyordu.

 Adamın karısının alma dediği yoğurt üretilen yeri üç kez ziyaret ettim. Gerçekten de temizlik kuralları, iş disiplini çok önde. Yerel bir markamızın çok kısa zamanda şehirde ön sıralara çıktığını biliyorum. Ama tel ve ip olayı çok titiz de olsan, insana dayalı bir iş olduğu için hiç olmasını istemesek de, oluyor. Hoş değil… Ama asıl hoş olmayan, kalıcı hasarlar veren ve bu gün yaşanan hastalıklarda, kanser patlamalarında gıdalarımızın yapay, bol katkı ve bol zehirli oluşundadır…

 Yoğurt kâsesini elime alıp parasını ödedikten sonra yüzü kızaran market çalışanı kızı düşündüm. Yüzü kızaran insanın, mide zarı da kızarırmış! Acaba dedim, bu kızcağızın utangaçlığı, gıdalarımızı üreten, denetleyen kuruluşların ne kadar yüzlerini, ne kadar vicdanlarını ve ne kadar; mide zarlarını kızartıyor?

 Yoğurt kâsesi elimde dışarı çıktığımda sağanak yağmurun başladığını da gördüm; tıpkı taze gecenin karanlığının başladığı gibi. Kendimi zorlamadan düşünmeye başladım yürürken. En sevdiğim düşünme sporlarından birisidir; kimselere zarar vermeden, aklın ve ilimin koynuna yaslanıp düşüncenin içine girmek! Ve girdim de. Yoğurt alan adamı, daha önce almış olduğu yoğurdu beğense de, hanımı alma dedi diye; artık o yoğurtan almayışını, ürpererek irdeledim.

 Neden, diye düşüntüm; neden bizler kaçmayı, kaçıştırmayı, susmayı veya sadece o anlık tepki gösterip donuk yaşamları tercih ediyoruz? Acaba bu güzel halk, benim anlamadığım, benim algılayamadığım çok üstün bir yaşam iksiri mi keşfetti? Hani, sürekli yarınlara havale edip, çok uzun süre yaşayıp da, kötünün mağlup oluşunu mu bekler; benim soylu mağdur halkım?

Belli ki kararsız adam, daha önce yöremizde üretilen ve annelerimizin yoğurduna benzeyen yoğurttan alıyordu.  Ama artık almıyor. Çünkü içinde ip veya tel çıkmış. Peki, bu yoğurthaneye, gitmeyi, yoğurt üretilen yeri görmeyi düşündü mü hiç? Veya yoğurt satan dükkânın sahibine gelip; “bak arkadaş, bu yoğurttan bu çıktı. Yoksa, burada ki hijyen, iş disiplini emin ellerde değil mi?” diye sorgulayamaz mıydı? Acaba böyle yapmakla ne kaybederdi? Bir defa, hem kendi vicdanına, hem dükkân sahibine, hem de yoğurt üreticisine büyük bir iyilik yapardı. Çünkü aksayan bir işçi veya dikkatsizlik, daha işin başındayken çözülürdü.

 Aslında sorun sadece yoğurt sorunu, ip ve tel sorunu değildir. Bizler yeterince bakıp, görmeyi denesek; belki de piyasada satılan, evimize getirip, çocuklara yedirdiğimiz ürünlerin büyük çoğunluğunu yiyemeyiz. Çünkü denetim, denetleme sağlığa önem verme; hâla önemli sırada değil; benim güzel ülkemde.

 Ben hep düşünmüşümdür; şehrimizin dükkânlarını denetleyen memurlar; gıda bilgisi ve öğretime dayalı eğitimleri ne kadar yeterlidir diye? Yine hep düşünmüşümdür; Dükkânların denetimini yapan memur; ne kadar korkusuz ve ne kadar çok toplumunun sağlığını ön planda tutuyor diye?

 Son sözüm; biz ne kadar titiz ve duyarlıysak, memurumuz da, üreticimiz de o kadar titiz ve duyarlıdır! Biz ne kadar bilgili ve eğitimliysek, kurumlarımız da o kadar eğitimli ve cesaretli olurlar; toplumlarını korumak adına.

 Balık baştan kokmuş, her taraf kokar dostlarım. Ama derelerin ırmakların, denizlerin temizlenip yeniden balık üretmek, taze hale getirmek de bizim; yalnız bizim elimizde olduğunu da belirtmek isterim. O yüzden, yemek yediğimiz lokantayı, ekmek aldığımız fırıncıyı, yoğurt aldığımız yoğurtçuyu art niyetsiz, geleceğimiz adına, güzel soylu çocuklarımız adına denetlemeli, kendi insan tepkimizi yüksek sesle yapmalıyız.

 Yoksa eskilerin vazgeçilmez dizisi kaçak ve Richard Kimble gibi kaçışın harika öyküsünün garip, zavallı ama onurlu, insanı olmaya devam ederiz.
Güven

4 yorum:

Dalgaları Aşmak dedi ki...

Ben de kendi çapımda aldığım ürünlere dikkar eden,olumsuz bir şey ile karşılaştığım zaman şikayetimi bildiren yani bireysel denetimimi yapan biriyim ama amalar var işte...Çok güzel şeyler yazdıklarınız Güven, hepsine katılıyorum.Ama, ama ,o güzelim sebzelerimiz artık kök salmayan hibrit tohumlardan, o güzelim mis gibi Ayaş dometesinin tohumu artık Fransa'dan ,tabii artık kokmuyor.Derelerimiz ırmaklarımız ...1600 küsür HES ruhsatı dağıtıldı. Çocuklarımızın geleceği yok ediliyor büyük bir gözü karalıkla.Ve yükselen seslere kulaklar sağır...

GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Dalgaları Aşmak. Merhaba bize gülümseyen,tebessüm eden tabiat. Biliyormusun, tabiatın o harika sabrı ve akıl sahibi insana haddini her seferinde bildirmiş ve bildirecek oluşu; ölümsüz bir beden gibi sevindiriyor beni. Büyük iyiler,küçük kötülerin kuklasıdır; bilirim. Amalarımız, korkularımız çoktur bilirim...

Adsız dedi ki...

Merhaba Güven..İşte biz aman sendeciyiz. Bu marka kötüyse öbürünü alırım. Neden uğraşıyım şikayet etmiye.Bu yoğuttan çıkan görüneni ya içindeki bozulmasın diye kullandıkları katkı maddeleri.
Dalgaları aşmak arkadaşımızı
kutluyorum onun dediği gibi her şey dışarıya bağımlı..
Köylüler eğitilmiyor, gelişi
güzel suni gübre Bilinçsizce.
Devlet millet olarak üstümüze düşeni yapmıyoruz..Marketten aldığımız gıdalara dikkat etsek
en azından üstündeki etiketleri incelesek. Zaten ilk önce kendimizi korumuş oluruz..
Teşekkürler emeğine, kalemine..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Ege, günaydınlar. İlgi ve hassasiyet; insanı,çevresini önemli saymaya başladığı an,duyarlılığımız da yeşermiş tabiatın tazeliğine,huzuruna kavuşucaktır diye düşünüyorum.Tabiat, en kirli, en şiddetli, en hoyrat zamanlarda bile dinginliğe, arınmışlığa katkı sağlayarak yaklaşır.İnsan,ölümlü canlı, ölümsüz ve bencil duyguların esiri olmasa, böyle acımasızlıklar, böyle vurdumduymazlıklar yeşerir miydi hiç? ...