30 Kasım 2010 Salı

ZİNCİRLERİMİZİ KIRABİLİR MİYİZ ?

Kamera; Güven  
Boğaziçi Köprüsü ve Beylerbeyi Sarayı; muhteşem
boğaz; hiçbir etkiye kulak asmadan akıyor; güneyden,
kuzeye,kuzeyden güneye doğru...
Dostlar, bu muhteşem saray, Osmanlı uygarlığının
çökme zamanı, büyüklük, hâla ölmedik,ayaktayız;
diye kendini anlatmak istediği zamanların borçla
yapılmış eseri.
Günümüzden 150 yıl önce de gösterişin büyük çoğunluğu,
borçla yapılırdı. Günümüzden 300 yıl önce de, sanat,
ilim,tarih, felsefe konuşmak yerine, borçlanma
kurnazlıkları ile durumu idare etmeye
çalışırlardı.
Bu güzel soylu millete, cimrilik ile savurganlığın
arasıdaki harika ince çizgiyi anlatmadıkça,
Bu soylu güzel ulusa, maneviyatın, örtünmeden
pis günahlardan öte, sanat, ilim, felsefe, tarih,
matematik ile de gerçeğe kavuşacağını
anlatmadıkça; önce ayaklarımıza, sonra boynumuza,
sonra da burnumuza bağlanan soylu halkalardan,
zincirlerden sittin sene kurtulamayacağız...

ZİNCİRLERİMİZİ KIRABİLİR MİYİZ ?



 Kendisinde ulusal sevgiyi öldürmemiş, kendisinden başka ulusunu düşünen insanların şah şahlı görünen yaşamlarına rağmen; bedenlerimizde “zincirler” hissediyoruz. Eksik bir şeylerin, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu görüyoruz. Ah oldu, olacak, muhalefet partilerimiz güçlenip yeni bir şeyler söyleyip, yepyeni umutları yarınlardan bugüne getirecek diye bekleyen, beklerken ölüp giden binlerce insanımız oldu. Bedenlerimize yapışmış, geçirilmiş zincirler o kadar sağlam ve dayanıklı ki, bir türlü zincirleri kıramıyoruz. Sanıyorum, kırmak da istemiyoruz gibi…

 Muhalefetimizin bekçisi, yarınların iktidarı olabilecek partimizin lideri, Ana muhalefet partimizin başkanı Kılıçdaroğlu’nun Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını ziyaret etmesine inanılmaz bir tepki gösteriyor. Belli ki tabanı kaymaya başlayan partisinin hiç olmasa tabanını ayakta tutayım telaşı var… Bu telaş niye? AKP’nin MHP’yi bitirme, eritme politikaları yüzünden elbet! MHP diğer muhalefet partimiz gibi oyları çantada keklik görüp vaziyeti idare etme politikalarını, yan gelip yatma beceriksizliklerini Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını ziyaret ile örtmek istiyor.

 İktidara yürümek isteyen muhalefet partilerimizin bu kadar kısır, bu kadar dar ve sadece siyasi şov amaçlı günlük politikalar yapmaları; ne kadar eksik geniş görüşlülük ve amaç sahibi olduklarını da gösteriyor. Her iki sanatçıyı suçlarken, Yılmaz Güney’in öldürdüğü Hâkim’in mezarını da ziyaret etmeye çağırıyor. Bu çağrı, aynı zamanda sen benim ölüme saygı duyarsan, bende senin ölüne saygı dayarım mantığının kısır ve iğrenç teklifi değimlidir. Saygı, her ölümlüye yapılmalı ve gösterilmelidir. Adalet, her yaşayan insan için aynı olmalıdır…

 Muhalefet partileri onun mezarı daha önemli, bunun mezarı daha önemsizliği üzerine politika üretemezler. Üretiyorlarsa bilin ki ülke insanlarının, vatandaşlarının bedenlerini acıtan, inim inim inleten zincirlerini düşünmediklerinden kaynaklanıyordur.

 Günümüzden 2470 yıl önce yaşamış Eflatun’un “Mağara’dan Çıkış Öyküsü” vardır.

 Hikâyeleşmiş bir anlatım ile dile getirilen öyküsü, mağara girişine sırtı dönük duran ve zincire vurulmuş bir insandan söz etmektedir. Bu insanın gördükleri, mağaranın dışındakilerin mağaranın duvarına yansıyan gölgelerinden ibarettir. Bu, dünyada, şuuru açılmamış, yaşadığını sanan gerçeklerle temasa geçmeyen insanın sembolünü anlatır. Gölgelerden kendini kurtarmaya çalışan, zincirlere bağlı insanı bu şekilde anlatmak istemiş. Hikâyesinde bir başka insanı da zincirlerini kırmış ve mağaranın dışına çıkarak güneş ışığına kavuşmuş olarak anlatır.

 Burada sözünü ettiği zincirlerini kırmış, güneş ışığına kavuşmuş adam, gerçekleri fark etmiş, irdeleyen, uyanmış ve sürekli öğrenmek, öğretmek ile meşgul olan bir insan sembolüdür. O artık gölgeleri değil, eskiden gördüğü gölgelerin sahiplerini görmeye başlamıştır.

 Eflatun, “gölgeler” ve “gölgelerin sahipleri” sembolleriyle, uyanmanın nasıl bir şey olduğunu burada herkesin anlayabileceği bir şekilde izah etmiştir.

 Şimdi, şu anda, ülkemin insanlarının büyük bir çoğunluğunun sorunları var mı yok mudur? Bu gerçeği sesli ve korkmadan söyleye biliyor muyuz, söyleyemiyor muyuz? Gerçekleri örtmek için; ” mezarlarımızı” ve “sanatçılarımızı” sanatları ile değil de yerel söylemleri ile anıp ülke gündemini kendi günlük zevkimiz için kullanıyor muyuz, kullanmıyor muyuz? Esas mesele budur. Ne mezarlıkların ziyareti, ne sanatçıların sevabı, günahı; ülke işsizliğini, işçilerin korunmasızlığını, batan işadamlarımızı, icra dosyalarımızın taşmasını yok eder. Elbet, sanata adanmış sanatçıya saygı; ne mezarlıkta başlar, ne mezarlıkta biter… Asıl olan şudur ki muhalefet partilerimiz günlük sığı politikalar yerine amacı olan kalıcı ve onurlu politikalar üretmek zorunda. Soyut düşünceden, kısır kavgadan uzak; somut ve net projeler, teklifler, umutlar sunmalılar…

 Adaleti, sanatı, sporu, sevabı sadece kendisi için, kendi taraftarları için isteyenlerin sığ politikaları, politikasızlığımızı, yozlaşmamızı, küskünlüğümüzü daha da arttırdı. Yakından ve siyasi bir taraf tutmadan takip ettiğim muhalefetimizin sığ, siyasi manevraları işin başında olan AKP’ye inanılmaz nefes aldırışları, rahatlamalar yaratıyor. İşte bu rahatlamalar sayesinde unuttukları halkı; zincire vurulmuş, kendi gölgeleri ile uğraşan artık hasta olmuş on binlerce insanı; muhalefet partilerinin vicdanlı, hukuklu, adaletli politikaları hatırlatacaktır…

Güven

26 Kasım 2010 Cuma

ŞAİRİN AŞKLARI

Kamera; Güven    Bozcaada
 Bedenin istekleri sonsuza uzanmak ister. Ruh,sonlu
insan bedenine "dur ve çevrene bak" derse, sonsuzun
meraklısı insan, sonlu bedenin hemen yakınındaki
güzellikleri farkeder. Bir martı çığlığında, bir çocuk
seslenişinde, rüzgarın kuru çalıları sallayışında bile
insana akan bir şeyler vardır...

ŞAİRİN AŞKLARI



 Ülkemizin gündemindeki kara mizah ve ölümcül olaylar öyle yığıldı ki aşk, sözcüğünü ağzıma alırken korkuyorum, düşünceye dalıyorum. Acaba ; “aşk” bu diyarı çoktan ter eğledi de sen; suskun ve güzel insanları rahatsız mı etmek istersin? Bu soruyu, bu çekinceyi yaşıyorum!

 Aşklar masallarda, hikâyelerde olur, demeyin sakın! Aşk, evreni en samimi ve en acemi duygular ile kucaklayan her insanda olur. Ne erkek, ne kadın ayırt eder; aşkın soylu büyüsü. Neredeyse hayatının üçte birini hapishanede geçirmiş şairimiz Nazım Hikmet; şiirleri kadar, konuşulacak, anlatılacak aşkları da belki de bugünü görüp, aşksız zamanlara hediye etmiştir…

 Genç Nazım’ın ilk zamanlarının “kara gözlü” sevgilisidir, aşkıdır Sabiha. Gözlerin siyah kadın/O kadar güzelsin ki, derken Nazım; dünya gözüyle daha çok güzelliğin büyüsünü yaşayıp, mısralara geçeceğinden habersizdi.

 17 yaşında, boylu poslu bir gençtir Nazım, Azize’ye âşık oluğunda. Bir şair aşkı en güzel nasıl anlatır? Elbette mısraların, insan ömrünü, insan kıskacını delen güç ile. O da öyle yaptı ve Azizesi için; Bir ilahi gibi içten duyulur/Seven gönüllere aşina sesin, diyerek kim bilir kaç gece ve gün iç geçirdi?

 Nazım Hikmet, olgunlaştıkça coşar, coştukça aç bir çocuk gibi güzel ve alımlı kadınlara koşar. Mısralardır yine en önem verdiği ve en içli zamanda sığındığı. Bu sefer Nazım’ın karşısına zarif, çekici bedeni ile Nüzhet Hanım çıkar. Nazım Nüzhet Hanım için;

 Sen/Benim/Minare boyu çam gövdeme/Yumuşak beyaz/Bir kurt gibi girdin/Kemirdin. Nazım Hüzhet Hanım için Kurt, şiirini yazdığında yıl 1922’dir. Genç Türkiye Devleti Cumhuriyeti ilan etmek için gün sayıyordu. Ankara’da uykusuz geceler, inanılmaz heyecanlar vardır. Yeni bir Cumhuriyet, yeni bir devlet; esareti, savaşı, korkuları, yoksulluğu, karanlığı yenip, uygarlığın, aydınlığın, insanca yaşamanın özlemini çeken bir avuç insanın sevdaları da öyle yaşanıyordu.

 Nazım için Nüzhet Hanım o kadar önemlidir ki Moskova’da öğrenciyken evliliğini Nüzhet Hanımla yaptı. Bu evlilik, Cumhuriyetin arifesinde olmuştu. 1924’yılında da son buldu. Türkiye Cumhuriyeti taptaze ve yenilikçi devrimleri ile inanılmaz bir mücadelenin yok ile var arasındaki insanüstü savaşını veriyordu. Usta şair Nazım Hikmet’te açık bıraktığı gönlünü, doğanın bonkör üretkenliği gibi şiirlere, aşklara koşuyordu.

 Nüzhet Hanım Nazım ile boşanmalarına sağlık sebebini gösterse de, yakınlarına; “ Bir ‘dev’in arkasından koşamayacağım.” demiştir. Evet, dostlarım, insan sadece kasları, banka hesapları, verdiği korkular ile bir dev olamaz! Şiirleriyle de, nezaketiyle de, insanlığı ve aşklarıyla da bir dev olur insan! Nazım Hikmet gibi… Nazım Hikmet şiirinde;

“ O mavi gözlü bir devdi/Minnacık bir kadını sevdi/Kadının hayali minnacık bir evdi/ Bahçesinde ebruli/Hanımeli/Açan bir ev.”

 Mavi Dev Şiiri, Nazım Hikmet’i sevenleri düşünce yönünden ikiye ayırdı. Bir gurup bu şiiri, eşi Nüzhet Hanım için yazdı derken, ikinci gurup da ikinci eşi Piraye Hanım için yazdı demiştir. Ama çoğunluk Nüzhet Hanım’a yazıldığına, ona adandığına inanmıştır.

 Hatice Zekiye –Piraye Nazım’ın sevgilisi, aşkı, kadını tam tamına evlilikleri yirmi yıl sürmüştür. Piraye için çok şeyler yazıldı, çok şeyler okundu… Piraye, hanımefendiliğini, sessizliğe gömdüğü sevdayı 45 yıl sakladı. 1995 yılında yaşamın son adımını ölüme atarken bile bu geçmiş, bu sevda, ticari, öfke, kızgınlık, hesap sorma duyguları ile hiç kimselere bırakılmadı. Büyük sevda, büyük bir suskunlukla, yaşandı, görkemli bir şekilde tarihin derin kabul ediş yolculuğundan sağ-salim çıkıp, şiirlerin, sevdalıların, sanatçıların nazik, soylu ellerine teslim edildi.

 Piraye, endamı ile Nazım’ı büyülemişti. Nazım, Piraye’ye bir ilaheye inandığı gibi, taptığı gibi tapmıştı. Büyük usta da büyük aşkını geçmişin temiz ve çıkarsız ellerine teslim etmiştir. Fakat şiirlere susamışlık kadar yeni aşklara da susayan Nazım; Piraye ile ayrılık arifesinde Bursa Cezaevinde hapis yatarken, Münevver Hanım’a âşık oldu.

 Yorgun adam ırmağı, gölü, denizi hapishanede kendi hayalinde yaratmış ve Münevver Hanım ile bulduğu küçük yelkenliği özgürlüğe birkaç adım kala yakalamıştı.

 1950 yılı, 12 Şubatı gösterirken Münevver Hanım’ın doğum günüdür. Nazım Hikmet, aşkı için, onun doğum günü anısına şöyle seslenecektir; “ Yapraklara dallara, yeşillere allara/Nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.

 Sonra, yıl 1954’ü gösterdiğinde, öldürülme korkusu ile sevdiği ülkesini terk ettiği Moskova’dan seslenecek; “ Yeditepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü.” diyecektir.

 Nazım Çankırı Hapishanesinde kalırken, hapisten önce bir başka alımlı ve sanatçı bir kadın olan Semiha Berksoy ile de bir sevda yolculuğu yapmıştı. Nazım Hikmet Çankırı hapishanesinde kalırken, Semiha Hanım Nazım’ı ziyaret etmiştir. Bunun üzerine o dönemin valisi Nevzat Tandoğan, Semiha Hanımı çağırır ve sorar; “ Nazım Hikmet ile görüşmüşsünüz. O rezil adamı niçin gidip gördünüz?

-Onu seviyorum
Ne! O komünisti mi seviyorsun? O adi rezil adamı! …
Onu seviyorum, onu seviyorum, der Semiha Hanım.

İşte dostlarım sevgi, sevda böyle bir şeydir. Kimisi ömrü boyunca birkaç ömrü üst üste eklese, bir sevdayı tamamlayamaz, sevda nasıl bir şey, nasıl kokar, bir boşluğu nasıl doldurur; onu bile anlayamadan göçüp gider…

Büyüklük, ne kas yığınında, ne banka hesaplarında, ne de mafyalık da! Esas büyüklük, sevdalarını insan gibi yaşamakta!

 Sevdanın, sevginin, emeğin, adaletin, hakkın savaşın vermiş büyük ustaya, yine onun bir şiiri ile selam ediyorum;

“ Yaşamak güzel şey be kardeşim.”

Güven



23 Kasım 2010 Salı

HER ÖLÜM ERKEN ÖLÜMDÜR ATİLLA ÖĞRETMEN

Kamera; Güven
Her ölüm erken ölümdür Atilla Öğretmen;
her ölüm... Seninde ışığa odun taşıyan,
eli ateşin ışığından korkmayan bedeninin
öğretmenler günü kutlu olsun.

Atilla öğretmen, öğretmen arkadaşlarıyla birlikte;
ölüme meydan okuyan gülüşü, ölümcül
olmayan sevisi ile birlikte...
Kamera; Güven Namık Kemal Lisesi Öğrencileri
Lütfen şu masumiyete, şu sevgiye, şu duruşa ;
bakar mısınız! ...Atilla öğretmenin öğrencileri; tıpkı
onun gibi sevgi,samimiyet ve erdem yüklüler.

Kamera; Güven Namık Kemal Lisesi

 Gördüm ki bir insan, insanda yaşadığı sürece
ölmüyor. Gördüm ki yaşarken ölenler var,
ölmüşken yaşayanlar... İnsan denen sanat eseri,
tabiatın doğallığına sığındığı sürece, ne ölüm;
erken, ne ölüm; geç oluyor...
Ben, bu güzel çocuklarla bir saat yol aldım
ve o bir saat içinde beden ile ruhumun
dizginlerine gem vurmaktan korktum.
Gördüm ki, batan, eskiyen, yokolan
hiçbir şey yok; farkedip önemsediğiniz an;
önemli bir insan olduğunuz andır...
Onlar dışa akıttılar duygularını arınmışlık adına.
Ben, içe akıttım duygularımı, olgnulaşma adına.
Sonuçta aynı insanlığın yolcuları olduğumuzu
anladık; bizi besleyen gıdalardan başka
şeylerinde olduğunu farkederek...

Kamera; Güven  Tekirdağ Namık Kemal Anadolu Lisesi
Atilla öğretmenin çocuklarıyla biraz da insanlaştıktan sonra
okuldan ayrılmamı geçiktirdim. Bir süre boş koridorlarda
kayboldum öylesine. Sonra, okulun bahçesinde deli
feylesoflar gibi dolandım durdum; temiz, gülen bir
ruhun el sallayışını görene dek...

HER ÖLÜM ERKEN ÖLÜMDÜR, ATİLLA ÖĞRETMEN



 Güzel ülkemin az gülen acılı ve bol baharatlı insanlarına mikrofonu uzatsam; “ölüm” üzerine bir şeyler söyleyin desem; acaba neler söylenir, hangi ağıtlar yakılır, destanlar okunurdu? Cenaze törenlerinde en çok konuşulan ve neredeyse karnıma sancılar girmesine neden olan sözlerden birisi de; “kaç yaşındaydı?” diye sorup; “ erkenmiş, zamanı gelmiş” gibi moral arayan garip sözcüklerden kaçmak isterim.

 Şairini dediği gibi ; “ Her ölüm erken ölümdür, biliyorum Tanrım.” İnsanoğlu ölümsüzlüğün sırrını bulsaydı, ölüm üzerine bu kadar kafa yormayacaktık. Ama mademki ölüm var, ayrılık var biz de insanız; duygulardan, kandan, kalpten oluşmuş bir bedenimiz; bizi ölümü de yaşamı da sorgulamaya yöneltiyor.

 Abidin Dino, ölümüne çok az kala; yaşın, yaşlılığın, hastalığının acılarını duyumsarken bile; “ ölüm mü, ne büyük buluş” diyerek ölümün korkulacak bir şey olmadığını da anlatmıştır bize. Yaşlı ve acılı bedenin, kurtuluş için bir başka çözüm yoludur belki de ölüm!

 Milyar yaşındaki gezegenimizin milyarlık insan sayısı; her gün doğum ve ölümleri görmemize, duymamıza neden oluyor. Ne ilk, ne de son olacaktır duyacaklarımız, derinlerden gelip de akıtacağımız yaşlarımız… Atilla öğretmen 45 yaşında, idealistliğin doruğunda yaşayan bir insandı. Bir insan ile sıkça konuşmadan, derin tanışmadan da sevilebileceğinin, sayılabileceğinin buluşunu yaşadım; Atilla öğretmen ile yaptığım 10 yıllık komşuluk hayatımda.

 Atilla öğretmen ile yollarımız en çok sabahları kesişiyordu. Ben yürüyüşten dönerken o okuluna, öğrencilerine gidiyordu. Daha yanına yaklaşmadan gülümseyen bir yüzle “günaydın” diyordu. Bu günaydınlar, merhabalar oluşturdu saygıdan geçen sevmişliğimizi…

 Bir gün; o zalim gündü. Günler ne kadar birbirine benzese de biz onları, çeşitli sayılar, anılar ile ayırmayı bilmişiz. İşte o gün de Atilla öğretmenin sayılar ile belirleyip diğer günlerden ayırdığımız gündü. Aynı yaşlarda olduğumuz Atilla öğretmen, öğrencilerine Facebook’ tan “ tatildeyim, geleceğim” dediği hastaneden seslendiği zaman; Atilla öğretmenin ilk kez sözünde durmadığı zamandı. Aslında o sözünde durmuş, kayıt zamanında yorucu bir sezon geçirip iki haftalığına tatile çıkarken seslenmişti arkadaşlarına; “ Hakkınızı Helal Edin” diye. Arkadaşı Kazım öğretmen de yadırgamış; “ Atilla hoca, iki haftalığına gidiyorsun, ölüme mi gidiyorsun.” diye tavır almıştı nazikçe.

 Aslında Atilla öğretmen tatile çıkmıştı çıkmasına ama hastanenin yolunu tutmuştu. Ve süreç, dünya ışığı, yaşam akışı, Atilla öğretmeni seçmişti. Son ana kadar umutlarını yitirmeyen, gülümsemesini bırakmayan doğru ve inanmış bir insandı. Belki bazılarımıza göre yaşadığı çok az bir zamana dayalıydı. Belki doymak bilmeyen insan için hiçbir zaman da yeterli değildi. Ama belli ki Atilla öğretmen az denen zamana daha kırışmayan tenine çok şeyler yüklemişti. O sevginin, gülümsemenin bir başka adıydı. Bir insanla, anılar, hatıralar oluşturmadan da sevilecek ender insanlardan birisiydi…

 Cenaze merasimlerini eleştirip, olması gereken samimiyette, sadelikte olmadığı için bu kültürün yozlaştığını yazdım bu köşeden. Atilla öğretmenin naaş’ı Ortacami’ye geldiğinde bende gittim. Gördüklerim için özellikle “muhteşem” kelimesini kullanacağım. Atilla öğretmene ölüm yakışmamıştı, bu ölüm de erken ölümdü ama kırmızı bayrağa sarılı naaş’ı ve her şeyden önce; orada bulunanlar gerçekten onu sevmiş insanlardı. Caminin bahçesi, samimiyet, sevgi kokuyordu.

 Genç bir insana, daha ideallerini tamamlamamış öğretmene ölüm yakışmıyordu ama caminin havlusu, samimiyete, sevgiye yakışıyordu. Genç öğrenciler vardı yaşlı çam ağaçlarının sakin duruşları altında. Hüzün, bu genç insanlara bu kadar yakışır, bu kadar anlamlı durur mu hiç? Onlar, sadece saygının gereği için değil, sevginin gereği için hüznü yaşıyorlardı. Çoğunun gözleri nemli ve kızarmıştı. Onurlu bedenlerinde sevginin izlerini taşıyorlardı.

 Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, gençliğe seslenişi ve emaneti; Atilla öğretmenin bedeninde ortaya çıkıyor gibiydi. Cumhuriyetin genç, aydın çocukları, öğretileri sevgi ile yoğurmuşlardı. Bu manzaraydı beni Atilla öğretmenin okuluna getiren. Yeni yapılmış yepyeni okula yepyeni duygular ile gittim. Kazım öğretmen, Hakan öğretmen, yeni gelmiş Müdür, Süleyman öğretmen ile tanıştım. 24 Kasım Öğretmenler Günü ve ben bu güne, Atilla öğretmenin ölümünü değil, yaşamında bıraktığı izleri, geleceğe, ölümsüzlüğe taşıyabileceği öğretileri görmek istedim.

 18 yıllık arkadaşı Müdür Yardımcısı Hakan öğretmen ile konuştuk. Bir dostluğun nazik, sevgi ve saygı dolu olan yollarında dolaştık. Dostluğun hüznü çok tazeydi. Ve o yüzden Hakan öğretmen ile sohbeti kısa kestim. Hakan öğretmenin yanından ayrılmadan önce Atilla öğretmenin odasına gitmek istediğimi söyledim. Hakan öğretmen de hüznünü daha da artırmamak adına açmamıştı kapısını bir süreden beri. Merdivenlerden ağır ağır yukarı çıktık. Öğrenciler derste, koridorlar boş ve ıssızdı. Merdivenlerin çaprazında küçük bir odanın yanında durduk. Oda kapısının sağ tarafında Atilla öğretmenin öğrencileri tarafından oluşturulmuş sevgi eseri duruyordu. Kırmızı pano üzerine beyaz bir kalp çizmişler. Kalbin için karanfiller ile süslenmiş. Orta yerine de Atilla öğretmenin fotoğrafını koymuşlar. Gülümsüyordu Atilla öğretmen. Bakışları hüzün ve yokluk üzerine değildi…

 Hakan öğretmen ile adasına girdik. Bir süreden beri açılmayan odanın ağır havası ve sanki hapsolmuş bir ruh havalandı göğe, yere, denize; sevginin olduğu her yöne… Müdür Yardımcısı Kazım öğretmene çıktım. 24 Kasım’ı Atilla öğretmene hazırladığım yazıyı anlattım. Kazım öğretmen, inanılmaz içten ve hiç zaman kaybettirmeden küçük bir pusulaya bir masaj yazdı. Nöbetçi öğrenciyi çağırdı. Mesaj yerine gitmiş, birkaç dakika sonra etrafımı hüzünlü gözler ve onurlu bedenleriyle Atilla öğretmemin öğrencileri kuşattı. Kazım öğretmen boş bir sınıfta istediğimiz kadar görüşebileceğimiz söyledi. Biz de öyle yaptık. Gençler, alcıydı, sevgi doluydu… Niyetimi öğrenince çekimserlikleri gitti. Ne soylu insanların en masum dudakları Atilla öğretmen için konuştu.

 Gördüm ki, Atilla öğretmen ölmemiş. Fiziki olarak aramızdan ayrılmış ama ölmemiş. Ve hatırladım filozofların değişini; “insan, insanın içinde ölürse, gerçek ölüm yaşanır.” Genç öğrenciler koşulsuz kalplerini açtılar bana. Bir öğretmeni değil, bir arkadaşı, bir babayı, bir dostu anlattılar…

 Sıra fotoğraf çekimine gelince buğulanmış gözlerinden utanan bir genç kız; “ne olur bu halimle çekmeyin.” dedi. Onun bu halinin en onurlu, en insanca bir hal olduğunu söyledim. Onu kutladım. Ve onun gözyaşları dışa akarken, benim gözyaşlarım tam tersine, kocaman bir mağaranın tavanından “şıp, şıp” sesler çıkararak aşağılara akıyordu…

 24 Kasım Öğretmenlerimizin gününü kutlarken, Atilla öğretmenin içimizde yaşadığının da günüdür diye düşünüyorum. Atilla öğretmen ile bir çay içimi kadar anı ve hatıramız olmamıştı ama anı ve hatıraların olmayışından da sevgi olacağının gerçek tanığı oldum.

 Yaşayan ve kalplerde yaşatılan tüm öğretmenlerimize selam ediyor, bir güne sığmayacak minnettarlığım ile önlerinde eğiliyorum…

Güven










20 Kasım 2010 Cumartesi

KAÇIŞ

Kamera; Güven   Tekirdağ Tepeleri ve Evren
İnsan kaçışını, arayışını ne zaman sonlandırır acaba?
Kendi adıma derim ki; hiçbir zaman... Evrenin bir
parçası olan insan, parçalardan bir bütün, bütünden de
bir anlam çıkardığı zaman; belki de bazı küçük
izahtleri yapacaktır kendisine; belki...

KAÇIŞ


 Bir zamanlar “kaçak” dizisi vardı. Sanırım bugünün orta yaşında olup da o diziyi izlemeyen, Richard Kimble’yi sevmeyen yoktur. Haksız yere suçlanan Kimble sürekli kaçmak zorundaydı. Her hafta, inanılmaz bir kovalamaca ve hayatta kalma savaşı içinde Kimble son anda yine kaçar; canını kurtarırdı. Elbette, kahramanımızın canını kurtarması bizleri de inanılmaz sevindirirdi.



 Artık siyah beyazlı televizyon günleri sona erdi. Evimizin her odasında televizyonlar, bilgisayarlar en küçük boyuttan, en büyük boyuta kadar hizmet sunuyor. Dikkat ederseniz hizmetler çoğaldıkça, renkler, teknoloji, sesler, ulaşma arttıkça biz de kendi kendimizden kaçar olduk. Bir yerde bir yanlışlık var ama nerede? Üret ve tüket eğrisi de yanlış uygulanır; cimrilik ile savurganlık eğrisi de… Adalet ile merhamet eğrisi de apayrı uygulanıyor… Sanırım asıl sorun; biz soylu vatandaşlarda…

 Akşam saatinde yoğurt almak amaçlı girmiş olduğum markette yoğurt dolabın başında bir başka yoğurt meraklısı ile karşılaştım. Adam yoğurt dolabında bulunan yoğurtlara kararsız bir şekilde bakıyor, üç markanın çeşitli ebatlarındaki yoğurtlarından bir türlü seçemiyordu. O seçmeyince ben de yoğurt kâsesine ulaşamıyordum. Neyse, sonunda kararsız yoğurt sevdalımız, bir kâse yoğurt aldı. Nedense yoğurt kâsesinin altına üstüne yine aynı kararsızlıkla baktı. Sanırım, bu markayı ilk kez alıyordu.

 Yoğurt kâsesini alan adam para kasasının yanına gitti. Kasada duran kız; “niye, şu yoğurttan almadın” deyince, kararsız adam; “ ya, ne bileyim, o yoğurttan hanın istemiyor. Geçen gün içinden ip mi tel mi ne çıkmış.” Bu lafı duyan kasada ki kız; “baltayı taşa vurmuş” taştan geri dönen baltanın sapı da kafasına çarpmış gibi olmuştu. Çünkü adamın karısının istemediği yoğurt markası ve kâsesi benim elimde duruyordu. Para kasasında oturan kız, benle göz göze gelip, başını öne eğdi. Muhtemelen az önce konuşulan “ip ve tel” mevzusunu duyduğumu ve benim de bir tepki gösterip göstermeyeceğimi hesaplıyordu.

 Adamın karısının alma dediği yoğurt üretilen yeri üç kez ziyaret ettim. Gerçekten de temizlik kuralları, iş disiplini çok önde. Yerel bir markamızın çok kısa zamanda şehirde ön sıralara çıktığını biliyorum. Ama tel ve ip olayı çok titiz de olsan, insana dayalı bir iş olduğu için hiç olmasını istemesek de, oluyor. Hoş değil… Ama asıl hoş olmayan, kalıcı hasarlar veren ve bu gün yaşanan hastalıklarda, kanser patlamalarında gıdalarımızın yapay, bol katkı ve bol zehirli oluşundadır…

 Yoğurt kâsesini elime alıp parasını ödedikten sonra yüzü kızaran market çalışanı kızı düşündüm. Yüzü kızaran insanın, mide zarı da kızarırmış! Acaba dedim, bu kızcağızın utangaçlığı, gıdalarımızı üreten, denetleyen kuruluşların ne kadar yüzlerini, ne kadar vicdanlarını ve ne kadar; mide zarlarını kızartıyor?

 Yoğurt kâsesi elimde dışarı çıktığımda sağanak yağmurun başladığını da gördüm; tıpkı taze gecenin karanlığının başladığı gibi. Kendimi zorlamadan düşünmeye başladım yürürken. En sevdiğim düşünme sporlarından birisidir; kimselere zarar vermeden, aklın ve ilimin koynuna yaslanıp düşüncenin içine girmek! Ve girdim de. Yoğurt alan adamı, daha önce almış olduğu yoğurdu beğense de, hanımı alma dedi diye; artık o yoğurtan almayışını, ürpererek irdeledim.

 Neden, diye düşüntüm; neden bizler kaçmayı, kaçıştırmayı, susmayı veya sadece o anlık tepki gösterip donuk yaşamları tercih ediyoruz? Acaba bu güzel halk, benim anlamadığım, benim algılayamadığım çok üstün bir yaşam iksiri mi keşfetti? Hani, sürekli yarınlara havale edip, çok uzun süre yaşayıp da, kötünün mağlup oluşunu mu bekler; benim soylu mağdur halkım?

Belli ki kararsız adam, daha önce yöremizde üretilen ve annelerimizin yoğurduna benzeyen yoğurttan alıyordu.  Ama artık almıyor. Çünkü içinde ip veya tel çıkmış. Peki, bu yoğurthaneye, gitmeyi, yoğurt üretilen yeri görmeyi düşündü mü hiç? Veya yoğurt satan dükkânın sahibine gelip; “bak arkadaş, bu yoğurttan bu çıktı. Yoksa, burada ki hijyen, iş disiplini emin ellerde değil mi?” diye sorgulayamaz mıydı? Acaba böyle yapmakla ne kaybederdi? Bir defa, hem kendi vicdanına, hem dükkân sahibine, hem de yoğurt üreticisine büyük bir iyilik yapardı. Çünkü aksayan bir işçi veya dikkatsizlik, daha işin başındayken çözülürdü.

 Aslında sorun sadece yoğurt sorunu, ip ve tel sorunu değildir. Bizler yeterince bakıp, görmeyi denesek; belki de piyasada satılan, evimize getirip, çocuklara yedirdiğimiz ürünlerin büyük çoğunluğunu yiyemeyiz. Çünkü denetim, denetleme sağlığa önem verme; hâla önemli sırada değil; benim güzel ülkemde.

 Ben hep düşünmüşümdür; şehrimizin dükkânlarını denetleyen memurlar; gıda bilgisi ve öğretime dayalı eğitimleri ne kadar yeterlidir diye? Yine hep düşünmüşümdür; Dükkânların denetimini yapan memur; ne kadar korkusuz ve ne kadar çok toplumunun sağlığını ön planda tutuyor diye?

 Son sözüm; biz ne kadar titiz ve duyarlıysak, memurumuz da, üreticimiz de o kadar titiz ve duyarlıdır! Biz ne kadar bilgili ve eğitimliysek, kurumlarımız da o kadar eğitimli ve cesaretli olurlar; toplumlarını korumak adına.

 Balık baştan kokmuş, her taraf kokar dostlarım. Ama derelerin ırmakların, denizlerin temizlenip yeniden balık üretmek, taze hale getirmek de bizim; yalnız bizim elimizde olduğunu da belirtmek isterim. O yüzden, yemek yediğimiz lokantayı, ekmek aldığımız fırıncıyı, yoğurt aldığımız yoğurtçuyu art niyetsiz, geleceğimiz adına, güzel soylu çocuklarımız adına denetlemeli, kendi insan tepkimizi yüksek sesle yapmalıyız.

 Yoksa eskilerin vazgeçilmez dizisi kaçak ve Richard Kimble gibi kaçışın harika öyküsünün garip, zavallı ama onurlu, insanı olmaya devam ederiz.
Güven

15 Kasım 2010 Pazartesi

ŞEYTANIMI ÖLDÜRDÜM

Kamera; Yunus İğneada -Kırklareli

Şeytanımı aradım sahilin incecik kumlarında. Karadeniz'e
sordum; "şeyatanımı gördünüz mü ?" Bugün
huysuz olmayan Karadeniz; "görmedik" dedi.
Kimse görmemişti şeytanımı ; kimse...
Ben dahil...

ŞEYTANIMI ÖLDÜRDÜM



 Bu kadar iddialı bir başlığı görünce elbette iddianın sahibi bu adam ne yapmak istiyor diye kafa yora bilirsiniz! Bu dünyaya Âdem Peygamber ile gelmiş ve neredeyse tüm kötülüklerden o sorumlu tutulmuş; yenilmez, kurnaz, zeki ve mahşere uzanan yaşam bonkörlüğünde biz insanlardan çok daha fazla şanslı olan iblisi nasıl öldürdüğüm merak konusudur; bazı akıllı dostlarımın düşüncesinde.

 Küçük kızım Doğa Irmak oldukça sosyal ve her çocuk gibi meraklıdır öğrenmenin derin gizemli heyecanlarına doğru. Akşam yürüyüşüne çıkmadan önce ; “ Baba ‘Şeytan’ ne demek?” iş günü yorgunluğu ve yürüyüşe koyulan bedenimin dingin bir an yaşamasını arzularken, daha adım atar atmaz “iblis ne demek” sorusunu duyunca yutkundum elbet. Öyle ya; sorduğu şeytan, her an peşimizde kim bilir ne şeytanlıklar planlıyordur. Ben daha şeytanı anlatmadan benim tepemde dikilmiş sonsuz kurnazlıklarını kuyruğunu sallayarak yapıyordur.

 Doğa Irmak, iblisi merak etmişti bir kere. Açıklayıcı bir cevap vermezsem şeytanı da peşime takacağı muhakkaktır. Ne yapmalı, bu şeytanı Doğa Irmağın, küçük bir kız çocuğunun anlayacağı bir dille nasıl anlatmalıyım? Sahi sizin çocuğunuz veya bir arkadaşınız yanınıza gelse; siz, sizin şeytanınızı nasıl tarif edersiniz? İnanmak ile inanmak arasında kıvranır ama bize ezberletilen korkuların soylu şeytanına, iblisine mi sığınırsınız?

 Şimdi Goethe yanımda olsaydı, Faust’a git bu adama yardım et, yanlış bir şeyler söyleyip küçük kızın kafasını karıştırmasın, derdi! Eminim derdi. Faust’da arkadaşı olan şeytana ‘Mefisto’ “ hadi Mefisto kendini tanıt da bu küçük kız şeytanın ne olduğunu öğrensin” derdi diye düşündüm. Ama yakınımda ne Faust ne de Mefisto vardı! Doğa Irmak da sabırsızlıkla cevap bekliyordu.

 Doğa Irmağın küçük bedenini, öğrenmeye aç ruhlu başını ellerimi arasın alıp; “ sen o iblisten sakın korkma. Senin şu güzel başın, ilim, sanat, felsefe, tarih” ile doldukça sana anlatılan iblisler, hinler bir bir yok olacaktır. Elbette Doğa Irmak tam manası ile tatmin olmamıştı. Yine sazı ele alıp; “ Doğa, şimdi bize öğretilen ve her an her yerde olan, bizlerin yaptığı her kötülüğü, her günahı yüklediğimiz iblis aslında insanın yarattığı başkahramandır.”

 Doğa; “ yani şeytan bir hayal ürünümüdür?” diyerek şaşkınlık gösterdi. Ona anlatılan o küçük bedene daha şimdiden “iblisin” varlığı ile korku salan şeytanı şimdi hayatta olmayan nineme sorsaydık; ninem, iblisin dualarla, anlamını bile bilmediğimiz dualar ile yok olacağını, bize zarar veremeyeceğini söylerdi. Ninemin duası da boldu, hayır işleri de. Merhameti kendinden başka her canlıya gösterirdi…

 Goethe’nin şeytan ile mücadelesi ise Akıl, Tanrı Bilimi, Doğa Bilimi, Tıp ve Felsefe ilimlerini önemsemek ile olmuştur.

 Sizlere soruyorum dostlarım; dünya ilimlerini, sanat dallarını akademisyen gibi değil, sadece amatörce bile anlamaya çalışan, bu öğretilerden biraz faydalanmış insanlar; şeytan, hin-cin ve kâbuslarla uğraşırlar mı? Zaten asıl sorun daha ilkçağlardan bu yana aydınlanmanın var oluşunu sindirememekten gelmektedir. Kaza yapan birçok araçta, özellikle kamyonlarda büyük harfler ile dualar, “Allah Korusun” yazıları başköşeye asılmıştır. Ama ne hazindir ki kazaları yapan, suçu işleyen insandır. Şeytanın hiçbir kabahati olmadığı halde, kendi dünyamızda var ettiğimiz bu ölümcül derecede tehlikeli iblis, nedense aydınlıktan, bilgiden, akıldan kaçar? Neden acaba? Çünkü akıl, diğer bilimlere sahip çıkar. Bilimleri öğretileri de insana sahip çıkar.

 Mustafa Kemal, Cumhuriyet ilan edildikten sonra Bursa’dadır. Bursalılar Mustafa Kemal’e büyük coşku, sevgi gösterisinde bulunup; “ Yaşa Mustafa Kemal, Yaşa Gazim, seni çok seviyoruz. Sana inanıyoruz” tezahüratlarında bulunurlar. Mustafa Kemal söz alır; “ Bana, severek inanmayınız. Beni anlayarak, bana inanarak seviniz.” der.

 Şimdi geldiğimiz bu çağda, bilginin, ilimlerin çığ gibi genişlediği, uzayın derinliklerine bile el attığımız bu zamanda çocuklarımız; hâla şeytan, iblis, hin gibi kavramlarla meşgul oluyor. Bizler yeterince aydınlıktan yoksun, hâla Allah’ı bile korkular, günahlar yüzünden sevmeye çalışıp, inancın en güzel olanını bilgi ve felsefe ile yoğurmuyorsak; acaba, bu milletin şeytanı da, hini de, cini de, kazaları da, kurbanları da; biter mi?

 Cenaze ve düğün törenlerimize bir bakın Allah Aşkına! Artık, sevmeden, inanmadan da vazgeçtim, saygının bile olmadığı törenlerde ki yapaylık, yozluk nasıl da en güzel törenlerimizi o kadar çok insan içinde bile yapayalnız bırakmıştır…

 Baştan da söylediğim gibi dostlar; ben, benim şeytanımı öldürdüm. Aslında, benim şeytanım, benim yanımdan ayrılırken bana teşekkür bile etti. Çünkü insanlara bakıp da bu dünyanın bu kadar güzellikler ile bile çekilmez olduğuna karar vermişti. Benim ona yaptığım son vuruşu; bana teşekkür ederek; belki başka bir boyutta seninle arkadaş da olabilir, diyerek el sallayarak ayrıldı, artık bıkmış olduğu iblislik görevinden…

 Peki, benim şeytanım öldü de ben kusursuz, günahsız bir adam mı oldum? Hayır, asla… Ne kusursuzluk, ne de günahsızlıktır hayat boyu bana verilen hayatımın esas amacı. Ama bilirim ki insanın yaptığı ve yapacağı her iyi veya kötü; insanın bilgi ve becerisi onların da karışımı olan kaderiyle ilgilidir.

 Aklı ön planda tutmayan insan; her kusuru birilerine yüklemeyi yaşam biçimi haline dönüştürmüştür. İflas eden, kaza yapan, kötülüğü besleyip büyüten insan; en son anda bile kendini sorguya çekmez! Neden çok basittir. Çünkü bütün hatalarını, günahlarını yükleyeceği bir şeytan vardır nasıl olsa. Bir de tövbeden gelip, geçmişi güzel bir şekilde silip, geleceğin namuslu, huzurlu hayatına sığınmak isteyenler vardır…

 Şükürler olsun ki benim şeytanım ölmeyi kendi istedi. Ölürken bile mutlu ayrıldı. Ben şeytanımı öldürdüm. Ve ben, artık günahlarım, kötülülüklerim, iyiliklerimle kendi öğretilerim, öğreneceklerim ile yüzleşerek yaşayacağım…

 Asıl güzel olanı da, “beni arkamdan hançerlediler. Beni yaktılar-yıktılar. Beni, kandırdılar.” soylu yalanlara sığınmadan, bedenimin en çıplak haliyle buz gibi dondurucu bir havada yürümek bile gerekse; bu benim soğuğum, benim çıplaklığım deyip kendi yolumda yürüyeceğim; gök kubbenin sınırsız ve sonsuz zenginliği, boşluğu altında…
Güven
















12 Kasım 2010 Cuma

BAK ŞU TİLKİNİN YAPTIĞI İŞE !

Kamera; Güven Istranca (Yıldız) Ormanı
Bu diyarda tilkiler, çakallar, kurtlar, tavşanlar,
kuşlar, böcekler yaşar.Hiçbirisi soylu insandan
daha gaddar, daha acımasız değildir.
Bu diyarın tilkisi, biraz utangaç, biraz korkak,
biraz fırsatçı olmasaydı çoktan yok olmuşluğun
fotoğraflarını süslerdi.

BAK ŞU TİLKİNİN YAPTIĞI İŞE!



 Güzel ülkemin hemen her yöresinde yaşayan bir hayvandır tilki. Bunca tilki vahşetlerine rağmen, yaşama o kadar bağlanmış ve mücadelesi o kadar ileridir ki, bir türlü soyunu-sopunu kurutamadık bu hayvanın.

 Tilkiyi saygıdeğer buluruz ama tilkiyi de kendi doğası içinde anlamaya bir türlü çalışmayız. Tilkinin fırsatçılığını, kurnazlığın hikâyeleri ile ödüllendirdiğimiz de oldukça fazladır. Kurnaz ve aynı zamanda fırsatçıdır diye! Ve bu yüzden benzetiriz, çevremizde ki fırsatçı ve kurnaz insanları tilkiye. Bazen, onları kınamak için yapar, bazen de onları kendimizce onurlandırırız…

 Dünya düzeni, fırsatları yakalayanlar üzerine kurulmamış mıdır? Bütün insanlığın koştuğu, koşturulduğu yön, bu yön değil midir? Gemisini taşlara vuran kaptanı kaç kişi alkışlar ve onurlandırır? Fabrikasını kapatan, iflasını açıklayan patronun çevresi karşısında saygınlığı eskisi gibi olabilir mi?

 Algılamalarımız, alkışlarımız büyük çoğunluğu fırsatçılığı yükselişe, maddi zenginliğe dönüştürmüşlere değil midir? İşte bu yüzden tilki insan için önemli bir hayvandır. O kurnazlığın en değerli figürüdür. Ama bu kurnaz tilki, ne hazindir alımlı, bakımlı ve rüküş görünüşlü kadınlarımıza kürk olmaktan da kurtulamamıştır!

 Köyde yaşayan bir tanıdığım daha çok yeni yaşanmış tilki gerçeğini anlatınca tilki adına gülümsedim. Tavuklar adına ise, üzüldüm. Zavallı tavuklar, daracık kümeslerinde kim bilir ne çığlık attılar, tilkinin ayak seslerini kapıya dayanmış bulunca! Tavuk, üretken bir hayvan! Ne etinin, ne de yumurtasının biz insana yönelik pazarlandığının, yönlendirildiğinin gerçeğini sorgulamaz! O, sadece doğanın ona yüklediği üretimi yapar, gerisini insanoğlunun soylu vicdanına bırakır.

 Köyde yaşayan tanıdığımın başına gelen olay; köydeki kümeslerine giren tilkinin inanılmaz kurnaz oyunundan ibarettir. Kümeste yaşayan horoz dâhil 18 hayvanını kaçırmış. Yani kümesteki tavukları koruyacak horoz da tilkimin kurnaz pençesine geçmekten kurtulamamıştır.

 18 Tavuk ve horozu kaçıran tilki kim bilir kaç gün o planı, o hazırlığı yapmıştır! Çünkü köyde yaşayan tanıdığımın anlatmasına göre; o akşam evde değil, bir başka yerde misafirlikteymişler. Lütfen şu tilkinin harika takibine, zamanlamasına bakar mısınız? …

İnsan düşünmeden edemiyor; bir tilki bir seferinde kaç tavuk yer diye… Hadi ailesini de düşünen bir tilki olduğunu farz edelim, en fazla iki tane yeterli olmalıydı. İnsan şaşırmadan edemiyor; bir küçük tilki, 18 tavuk ve horozu ne yapacak diye! O zaman gelin hep birlikte düşünelim, tilkinin uzun vadeli kurnaz oyununu.

Şimdi empati kuralım, tilki gibi düşünelim desem, “hadi canım sende” diyip beni yuhalayacağınız diye korkarım. O yüzden tilkiye benzeyen kurnaz nöronlarımızı çalıştırıp tilkiyi anlamaya çalışalım!

 Birincisi, tilki bu ganimetin hepsini yemeyecek, büyük bir çoğunluğunu toprak altına saklayıp kış yiyeceğini garanti altına almış olacaktır. İkincisi, tilki çok uzun zamanda bu yana yapmış olduğu plan, suya düşmesin diye, gıdaklayan, bağıran tavukları ve horozu ilk önce infaz edip, büyük sessizliği sağlamıştır. Yani, tavuklar ses çıkarmayıp, tilkiye iki kurban sunmuş olsalardı belki tilki taze besinini alıp, “eyvallah” deyip giderdi…


 Değerli okuyucu bu tilki hikâyesinin nereye varacağınızı merak ediyorsunuz, biliyorum! Bende en haz sizin kadar heyecanlıyım doğrusu! Malumunuz referandum oldu ve bu referandum neredeyse ülkenin son şansı, kurtuluşuymuş gibi anlatılmaya çalışıldı. Anlatıldı mı peki? En azından % 58 anlamış görülüyor. Peki, % 42 anlamamışsa ne olacak? Elbette onun da bir çaresi vardır.

 AKP içerisinde önemli bir görev almış bir tanıdığım beni ziyarete geldi. Ne kadar siyasetin dışında kalmaya çalışsam da, bu galip dost, sürekli siyaset kulvarına yürümek istedi. Ve döndü, dolaştı, batı illerinde, % 42 Hayır diyenlerin diyarında önemli araştırmalar yapacaklarını söyledi. Nedenlerini tespit etmeye çalışacaklarmış! Neyin nedeni? Bu diyarlarda, AKP ne yapsa, ağzı ile kuş da tutsa; neden tam manası ile yükselişe geçemiyormuş, bunun araştırmasını yapma kararı almışlar…

 Görünen köy kılavuz istemese de, AKP neredeyse tüm ülkenin oyuna talip olma peşinde. Anlaşılan odur ki, demokrasi, muhalefet, erkek-kadın eşitliği, topraklarımızın korunması, yerli işverenlerin daha büyümesi, yabancı sermaye karşısında yerli gücümüzün korunması çok önemli değil. Şehirleşiyoruz, köylülükten kurtuluyoruz diye yığınak yapılan batı şehirleri eğitimin, kurtuluşun, refahın, sanatın, bilimin yükseldiği şehirler mi oldular? Hayır… Oy deposu, odun-kömür ve makarna bekleyen, yeşil kart, uyuşturucu bağımlılığının patlayan yerleri haline dönüştüler…

 Acaba AKP batıda, eğitimli kesimde, Cumhuriyete adanmış, Atatürk sevdasına gönülden inanmış yerlerde yükselişe geçmek yerine, sadece para ve din ekseninde yükselmenin yanlışlığını anlayıp, artık, tüm ülkeyi gönülden kucaklama gösterilerine yapmaya başlasa nasıl olur? Yoksa bizler kümeste bekleyen tavuk ve horozlar gibi fazla gürültü yapıp, susturulmak için birer birer, sessizliğin kültürüne mi uğurlanacağız?

Güven

9 Kasım 2010 Salı

O, ÖLDÜ AMA!

Kamera; Güven Istranca Tepeleri
Siz küçük meşelerin az oluşuna aldanmayın sakın!
Böyle başlar ormanın ilk hali; bir, iki, üç, dört derken
yüz,bin, on binler oluşur ormanın sonsuz döngüsü
adına... İnsan da öyle değil midir? Bir,iki, üç
fikir ve beden derken; iyiye, güzele ve başarıya
yol almaz mı sanatın en sanat canlısı...

O, ÖLDÜ AMA!



 İnsanın keşfi olan zaman; 10 Kasımı sabahını gösteriyordu. Yaratıcının zamanı hangi tarihi gösteriyordu bilinmez. On Kasım, yaslı gönüllerin, yaşlı gözlerin olduğu bir günün unutulmaz zamanını yaşıyordu. Zaman, kendi döngüsü içinde milyonlarca canlıyı doğurtup, öldürecek ve inanılmaz olaylara yine kendi imzası ile şahit olacaktır!

 Usta şairin Saman Sarısı şiirinde saat başı çalan borazan gece yarısı susmuştu. Bir ok saplanmıştı boğazına. Borazan iç rahatlığı ile ölmüştü. Ama şair yaklaşan düşmanı haber veremeden öldürülmenin acısını içinde hissediyordu… Şu an hissettiğimiz gibi!

 Mustafa Kemal’in kalbi ise sabah karşı, günün canlılara yeni “merhaba” dediği bir anda sessizliğe gömülmüştü. Oysa gün yeni başlamıştı. Borazanın durması gibi durmuştu Ata’nın kalbi. Bir ölümdü. Bir kaybediş. Bir devrin sona erdiği zamanın kendi başına delice aktığı belki de donduğu bir an… Muhtemelen boğazın martıları karınlarını doyurmuşlar, belki de gevezelik etmek için çatılara tünemişlerdi. Boğazın aktığı gibi vapurlar, insanlar akıyordur bir yerden bir yere doğru…

 Hayatının her anında insan, doğa ve sanat sevgisi içinde olmuştu. Mustafa Kemal’in bedeni, bir başka yolculuğa çıkmak için kalbin ritimli atışına son vermişti. Belki de insanın var oluşundan bu yana tekrarlanan sahne, aynı güzellikte, aynı hüzünlerin yaşlarında yine tekrarlanıyordu. Bir insan çıkıyor ortaya ve incecik bir oya işler gibi işliyor; bağrına taş basmış insanları. İnancı yok olmuş, derin acıları içinde karalar bağlamış insanlara; Hayır diyor; sizler insansınız! Sizler kendi kendine yetecek onurlu bedenlere ve zekâya sahipsiniz! Bunu diyordu o bedeni sabaha karşı duran, ölmüş kahraman…

 Yaşamın hangi aşamasında, hangi şanslara sahip olursanız olun, tabiatın inanılmaz mucizeleri de yaşamın içinde kendi koridorlarını bin bir türlü cesaret sınaması ile döşer, kendi kahramanını korkusuzca çıkarır. Mustafa Kemal Atatürk, yaşamın mucizevî koridorlarına döşenen her türlü sınamayı insan duygularını asla unutmayarak kahramanca geçmiştir. O bir küçük ağaç için ağlayacak kadar merhameti tanıyordu. O kendi topraklarını hiçbir maddi değere satmayacak kadar onurlu bir bedenin zekâsına sahipti. O, yanıltıcı, şamatacı, sanat düşmanı, sonradan görme ve pısırık bir bedenin zekâsı, kahramanı değildi.

O öldü ama o kimdi acaba?

Yedi yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Sekiz yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı…

On yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. On yedi yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

Yirmi dört yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve iki ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

Yirmi beş yaşında sürgüne gönderildi.

Yirmi yedi yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmalarıyla kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu.

Otuz yaşında kendisi başka şehirleri düşman işgalinden kurtarmaya çalışıyorken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.

Otuz yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

Otuz yedi yaşında böbrek hastalığından Viyana’da iki ay hasta ve yalnız halde yattı.
Otuz yedi yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
Otuz sekiz yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.

Otuz sekiz yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.

Otuz sekiz yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.
Otuz dokuz yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu? Kırk iki yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! Bu öykü efsanevi lider Atatürk’e aittir. İlknur Gültekin Kalıpçı’nın “İçimizdeki Atatürk” kitabında o kahraman için bunlar yazıyordu.

 Şimdi, ister küçük ister büyük mazeretlere sığınmış, hayat inancımızı, insan heyecanımızı bir kenara tekme ile itmiş bizler; Mustafa Kemal’in nelerden geçtiğini görüp, ölüme bile korkmayarak gidişini anlayabilip, bugünün Cumhuriyetine, bugünün yaşamına her aşamada bir katkı yapacağımızın farkına varıyor muyuz acaba? Her insan önemlidir. İnsan kendi önemini, kendine acıyarak, boşluğun içinde sallanmaya başlayarak kaybeder…

 O kahraman öldü ama esas olan kalplerdeki ölümdür. Ektiği insanların suskunluğuna bakmayın siz! Bu insanların suskun, buruk yüreklerinde o kadar büyük bir sevgi ve inanç vardır ki taşıp güzel ülkelerine zarar vermekten korkarlar. Bu soylu insanlar kendi doğal yataklarından ne zaman çıkacaklarını biliyorlardır elbet…

 Yüce Atatürk, yüce kahraman; ölüm ile ihanet ile onlarca, yüzlerce kez suçlandın! Ama inandığın bir şey vardı. Bu ülkede yaşayan, insanlığın kaybetmeyen daha gençliğini bile yaşayamadan yaşlanıp” bu canımız vatan için feda olsun” diyenlere inandı o! Senin emanetin olan Cumhuriyetin Edirne şehrinde doğup, Tekirdağ şehrinde yaşayan birisiyim. Senin inandığın gibi bende sana inandım. İnandım ki bu ülkenin toprağını, tarihini, insanını, folklorunu, seslerini, türkülerini; ne doğu, ne batı, ne güney, ne kuzey demeden bedenimde topladım…

 O öldü ama ona inanmışlar, ona güvenmişler ölmedi. Her ölüm, yaşama tutunurken, Atatürk sevgisini, felsefesini elden ele ölümden önceki doğumlara bir armağan, bir ödül olarak bırakıyor…

 Tıpkı şairin sevgilisine verdiği karanfili, sevgilisinin de sevgi adına bir başkasına vermesi, karanfilin elden ele bir sevdayı büyütmesi gibi Atatürk, Mustafa Kemal, büyüyor, yeşeriyor içimizde…
 Güven

6 Kasım 2010 Cumartesi

GÜZ ZAMANI KOKULARI

Kamera; Güven  Istranca (Yıldız)Dağları
Geçmişe gitmeyi, geleceğe uzanmayı birçok
insan istemiştir.İstiyordur. Halbuki geçmiş belki de
yanıbaşımızda bir ormanda, bir yaşlı kayada, denizde
saklı öylesine bakıyordur; şimdiye, şimdinin
biraz sonra olacak geleceğine...

Kamera; Güven  Istranca Balaban Köy Mevkii
Gece boyunca bir türkü yankılandı vadiden. Bir
ırmak, yatağına sığmayan bir nehir olmalıydı!
Yanına vardığımzda, sert beyaz kayalara sarılmış
onları yalayan, koklayan dereden biraz daha
büyük bir haylaz su akıntısı gördük.
Bakmayın dereye benzeyen haline! Yatağının
sorhoş, azgın izlerine bakılırsa, burası bir nehrin
gizlendiği, orman ile seviştiği saklı bir yer olmalı...

Kamera; Güven 
Istranca ormanları içinde o kadar çok dere, vadi,tepe
barındırıyor ki, tamamıyla tesadüfü geldiğiniz bir yer
"Tanrım burası ne kadar özel ve el değmemiş gibi"
diyorsunuz.

Kamera; Tamer Kaptan

 İçliğin tam orta yerinde istediğiniz empatiyi
kurabilir, istediğiniz zenginliğe ulaşabilirsiniz!
En sonunda göreceğiniz tek şey; insanın
tabi halinden başka bir şey değil. Hiçbir şato,
imparotorluk tabiatın doğal güzelliği,
huzuru ve büyüklüğü kadar güçlü değil...

Kamera; Tamer Kaptan
Sapdere Köyü-Demirköy
Salih amca 80 yaşını tamamlamış. 20 yaşından
sonra okumayı öğrenmiş. Tekirdağ'dan getiridğim
yerel gazeteleri verdim ona sevindi. Sonra yanımda
benim okuduğum gazete için sordum; "Cumhuriyet
okur musun Salih amca?" Gülümsedi; "Hangi
gazete olursa okurum." dedi. Sonra sana da
kominist demesinler bak! deyince, o soylu
yüzde, çocukça bir tebessüm belirdi.

Kamera; Güven Dupnisa Mağarası
Mağaranın ağzına geldiğinizde yerin içine doğru
ilerliyorsunuz. Sanki zamanın ötesine, geçip, dünyevi
alışkan ezberlerin hepsini terkediyorsunuz.
Loş ışıkların gölgesinde zamansızlığa doğru
ilerliyorsunuz.


Kamera; Güven  Istranca (Yıldız) Ormanları
Daha yaşanacak çok şey olmalı insanlık adına!
Bir tırtıl gibi kemireceğiz yeşili, dalı, budağı. Ve biz
yaşamak için öldüreceğiz; kendi soylu haklı
gerçeklerimiz için...

GÜZ ZAMANI KOKULARI



 Günleri, aylara, ayları yıllara ekleyen biz insanoğlu için yaşam; her zaman kısa ve çok çabuk gelen ölümlerle buluşmak anlamına gelir. Hiç ölmeyecekmişiz gibi uğraşların telafi edilmeyecek oyalayıcı şehvetli bakışlarında harcarız ömürlerimizi… Kavgalarımız, hayallerimi, düşlerimiz, zenginliklerimiz; bir ömre sığmayacak yetmezlik içinde yalvarır kandırır bizleri.

 Bazen düşünürüm; şiiri sevmek için şair mi olmalı? Tabiatı sevmek için; Doğa Bilimci mi olmalı? İnsan anatomisini sevmek için; doktor, mimariyi sevmek için; mimar; müziği sevmek için; müzisyen mi olmalı insan?

 Bedenimizin büyük bölümü suyla kaplı olmasına rağmen düşüncelerimiz; taş, ağır bir metal gibi, ağır yükler bindirir bizlere. Bir teoriye göre sulardan, bir inanca göre ise; göklerin, yedi kat ötesinden geldi atalarımız. Sonradan, bir suçlu hüviyetinde dünyaya taşınan, toprağa ayakbastı ve insanlığın düşlerini, sanatını; günah ve sevaplar üzerine yazmaya başladı…

 Tabiat öylemidir dostlar? Tabiat, bizler gibi korku, acı, sevda, kin çeker mi? Yoksa alabildiğine renk, desen, gizem, coşku ve bereket sunmak için tabiatın bütün oluşumları yarışa mı girer?

 Güzele, iyiye, rahata alışmak biz insanoğlunun en kolay öğrendiği yaşam biçimidir. Güzele, iyiye, rahata alışan insan; aynı zamanda, gurura ve yalnızlığa da yaklaşır; kötüyü, yorulmayı, emeği unutunca.

 İnsanların büyük çoğunluğu birbirine benzer. Yaşam döngümüz, sorunlarımız, düşlerimiz, sevdalarımız; üç aşağı, üç yukarı aynı gibidir. Uzaktan baktığınızda, bütün ormanlar, bütün dağlar da birbirine benzer sanırsınız. Ama öyle değildir dostlarım. Ne tepeler, ne vadiler, ne ormanlar ne de insanlar birbirinin aynısı değildir. Biraz daha yaklaşmak, güzel yaratıcının bize yüklediği duyu organlarımızı ödüllendirmek gerekir.

 Güz zamanı; bu zamandır dostlarım. Şimdi, toprağın, ağacın, çiçeğin dönüşüm zamanıdır. Köylü, köyüne, kasabalı kasabasına dönerken, toprak ve onun üzerindeki bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar da milyarlık döngünün sanatsal dönüşümü içinde hazır hale gelirler.

 Tabiatta ilk önce renkler değişmeye başlar. Yeşil, sarıya dönüşür. Sarı, kızıla, beyaza… Kayın ağaçları şehvetli kadınlar gibi beyaz ve bakımlı gövdelerini hiçbir utanma taşımadan çıkarırlar ortaya. Meşe ağaçları soğukları hisseder hissetmez, kahverengi özlemi içinde koşarlar yeşilden kahveye doğru. Uzun ve alımlı kayın ağaçları, küçük kayınlara yer açmak, güz güneşinden daha faydalanmaları için, erken dökerler yeşilden, sarıya ve sonra kızıla dönen yapraklarını. Küçük kayınlar oldukça mutludur, büyüklerin soyunuşları nedeniyle. Az da olsa güneşi görürler, havayı daha rahat solurlar, güz zamanın sessiz dinginliğinde.

 Tabiatın rengini ve kokularını anlamak için uzman olmaya gerek yoktur. Ama uzman olunursa da tabiatı rahatsız etmezsiniz. Ve bizim diyarımız Trakya’da yaşayıp da Ganos (Işıklar) ve Istranca (Yıldız) Dağlarını bilmemek ayıp değildir ama büyük kayıptır.

 Dostlarım Yunus Çakır ve Tamer Pala ile birlikte Güz Zamanı Kokuları gezisine çıktık. Küçük planlar ve gerekli yiyecekler ile yüklü aracımız hiçbir koşul taşımadan dağlara, ormanlara, vadilere yaklaştı. Siz, siz olun gezinin, tabiatın güzelliklerine, neşelerine koşmak istiyorsanız; eğri ile büğrü arasında sıkışmamış, kılı kırk yarmayan insanlarla yol almaya bakın! Yoksa geziniz, tabiat ile yaşayacağınız büyük aşk, daha başlamadan biter…

 Kamp Ateşi gurubumuzun değişmezi Yunus usta ve yeni katılımcı Tamer Kaptan, sanki bu iş için yaratılmış iki insan… Onlara baktığımda, bende olan heyecanın aynısını gördüm. Önceden planladığımız gibi, yollara, kuzeye doğru ilerledik. Ormanlar ile kaplı Yıldız Dağlarına yaklaştığımızda görünen manzara muhteşemdi. Görüntünün başrollerinde meşe ve kayın ağaçları vardı. Yeşil, sarı, kahverengi ve beyazlık… Her tepenin, her vadinin bitki örtüsü çok kısa zamanda değişiyor, dere yatakları, aynı zamanda nehir yatakları genişliğinde olduklarının gösterisini yapıyorlar. Oldukça geniş dere yatakları, kendi ormanı içinde kıvrılarak, çağlayarak, şarkılar besteleyerek akıyor…

 Ormanların toprak ve kayalar ile kaplı yerleri de doğallığın harika canlılığını sergiliyordu. Kayalar yemyeşil yosunlar ile örtünmüş. Yeşil bu kadar da güzel olur mu? Toprak, tamıyla yapraklar ile kaplanmış. Çürüyün yapraklar da ayrı bir telaş içinde milyonlarca böceğe yaşam yiyeceği hazırlamak ile meşguller.

 Kampımız Balaban Köyünü yaklaşık üç kilo metre geçtikten sonra ormanın derinliklerinde kuruldu. İlk kez geldiğimiz bir yer. Onca yol geldik, bir sürü küçük yol gördük ormanın içine uzanan. Ama hepsini nazikçe geçip, kamp kuracağımız yere, tabiatın zarif davetiymiş gibi seçkin bir konuk gibi öylesine girdik. Yol hiç bitmeyecekmiş gibi uzanıyordu, aşağılara, yukarılara. Orman en bonkör insandan daha bonkördü. Kamp Ateşi için yakacak kuru odun verdi bize. Çadırlarımızın iki yüz metre aşağısında güçlü bir dere uğulduyordu. Suyun akışı, sert ve beyaz kayalar ile buluşuyor, dağların tepelerine ve yamaç altına kurulu çadırlarımıza kadar geliyordu.

 Gök gecenin en güzel ışıklı örtüsüydü. Ağaçlar ve orman; Şairin türküsünü söylüyordu; “ Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine/ Bu hasret bizim.”

 Güz zamanı kokuları ve renkleri muhteşem bir yenilenme yapıyor insanda. Bir gece ve bir gün; nelerin yaşanıp nelerin yaşanmayacağının cevabını veriyor. O zaman, düşünüyorsunuz; dünya hareket halinde. Galaksimiz de öyle, diğer galaksiler de öyle… Evren de sürekli hareketler ile yaşam büyümesi, sonsuza yol alıyor. Peki, bu durgunluk, bu kavga, bu endişeler niye?

 Gündüz, gece kadar güzeldi. Gece yıldızlara, gölgelerde yükselen kayın ağaçlarına, seslerini duyduğumuz, çakallara, tilkilere, kuşlara aitken, gündüz; Sapdere Köyünden Salih Boğan amcaya, Dupnisa Mağarasına, güz çiğdemlerine, her an her yerde karşınıza çıkan temiz derelere, yer karanfillerine, güz güllerine aitti…

 Dupnisa Mağarası ziyaret dönüşü verdiğimiz molalarda insan denen bedenlerimiz hiçbir çirkin günahı taşımadan tabiatın güz kokuları içinde sarhoş âşıklar gibi sağa, sola, aşağı, yukarı baktım. Dedim ki, işte zenginlik, aşkı, sevgi ve büyük yaratıcı burada. Sen, güz kokularını duymazsan, kışı, yazı önemsemezsen, baharı fark etmezsen; Yaratıcı ne yapsın sana? …

 Seslenmek isterim; sevgiden yoksun olanlara, sevgiyi yüceltmişlere. Seslenmek isterim; kendilerine ait olmayan yüklere adanmışlara, insana insandan ötürü değil, şandan, şöhretten, paradan ötürü tapmışlara; güz zamanı, doğanın makyajsız ve soyunduğu, kendilerine ait özel kokuları etrafa saçtığı zamandır; bu böyle biline dostlarım…
Güven
















3 Kasım 2010 Çarşamba

GİZLİ EMİR

Kamera; Tamer Kaptan
 Gizli emirleri,gizli örgütleri düşünerek
çelişkilerin girdabına kapılmaktansa
doğanın gizemine, bin bir çeşit rengine
kokusuna dalmak çok daha iyidir
diye düşünüyorum.

Kamera; Yunus
Istranca (Yıldız) Dağları ormanlarında
doğa soyunmaya başlamış. Öyle güzel bir
gösterim var ki harika bir erotizm,pornografiden
çok öte yol alıyor...
Dostlarım; Doğanın makyajsız halini
şimdi görmeli derim!
GİZLİ EMİR



İnsan duygu yüklü bir canlı! Alışmış olduğu dostlarından vazgeçemiyor. En son Hüsmen Amca ile Ganos gezisinde birlikte olmuş, bana verdiği ekonomik zarardan sonra onu aramamıştım. Fakat gece ile gündüz tüm sıkıntıları kendi içinde cilaladığı gibi Hüsmen Amcayı da özlememe sebep oldu. Yine arayan ben oldum. Hüsmen Amca beni görünce mutlu oldu. Sanırım önemli olmanın önemi, insanları hep mutlu eder…

Daha merhaba der demez, Hüsmen Amca bu; hemen gündemi belirleyip başköşeye oturacak ya! Duydun mu, dedi. Neyi, demeden “Gizli Emir” gelecekmiş duydun mu dedi. Duymadım desem, sen nasıl gazetecisin diyecek. Duydum desem, beni faka bastırmak gibi hüneri vardır. Yukarı baktım bıyık yok. Aşağı baktım sakal da yok. Sadece kafa sallayıp, gizli emrin gizemi gibi, gizemli bir kafa sallama ile durumu idare ettim.

Hüsmen Amca siyasilerin bitmez tükenmez kavgaları, atışmaları, yerlerini çamur haline getirecek kadar zıplamaları benim karnımı ağrıtıyor artık, dediğimde Hüsmen Amca, “Merak etme sen, gizli emir çıksın, her şey düzelecek.” Ay Allah, bu işlerin gizli emir ile ne ilgisi var? Sen bilmesin böyle inci işleri, gizli emir gelsin, bütün yerler güllük-gülistanlık olacak. Cennete mi benzeyecek dünya? Evet, cennet gibi olacak. Ele şu gizli emir bir çıksın, sen gör bak; neler değişilecek.

Sınav yolsuzlukları, ihale düzenbazlıkları, alın teri harcamadan bir gecede zenginlikler, işsizlik, örtünme inancının kadınlardan çok siyasilerin işi haline dönüşmesi; hepsi düzelecek mi bunların? Elbette düzelecek. Ele bir gizli emir çıksın, gör sen! Ne zaman çıkacak bu gizli emir? Eli kulağında, ah çıktı, ah çıkacak! Ehe kime gelecek bu emir? Büyük ihtimalle ilkönce gazetecilere; yani ilkönce sizin haberiniz olacak. Elbette sizden önce de benim. Birlisin Hüsmen Amcanın kulağı deliktir.

Ay Allah! Hüsmen Amcaya baştan inanmamış görünsem de bu gizli emir telaşı beni de heyecanlandırdı. Yüz yıldır değişmeyen birçok şey, gizli emir ile değişecekmiş… Peki, Hüsmen Amca artık, hiçbir şeyi dert etmeyelim mi? Artık daha fazla demokrasi, daha fazla adalet, bölgeler arası kayırmacılık, ağalık, kan davaları sona mı erecek? Elbette… Sen hiçbir şeyi dert etme artık! Keyfine bak. Yazı yazıp da o güzel enerjini boşuna harcama. Yazsan bile, kuşlardan, çiçeklerden, derelerden söz et. Ama Hüsmen Amca, ben derelerden söz etsem, kirlenmiş, sanayi atıkları ile katledilmiş derelerimizden söz etmek isterim! Hayır, sakın ah! Oralarda dönen dönme dolaplar senin başını döndürür. Ben sana ne diyorum; yan gel yat sen. Yakında gizli emir çıkacak, hepsinin canına ot tıkanacak.

Bu adam, nasıl bu kadar pişkin oluyor. Öyle bir laf atıyor ki ortaya, inansam bin türlü, inanmasam bir türlü.

Hüsmen Amca sen Nazi Almanya’sında yaşayan papaz Martin’i bilir misin? Onun hikâyesini duydun mu hiç? Duymadım bre çocuk neymiş o hikâye? Şimdi senin gizli emri bekleme ümidi ile zaten kemer sıkmış, otuz yıldır inişli, çıkışlı özürlü bir demokrasi yaşamış ülke insanı, papaz Martin’in durumuna düşmesin sakın!

Hüsmen Amcanın canı sıkıldı; anlatacaksan anlat bre çocuk; neymiş papaz Martin’in hikâyesi?

Hüsmen Amcam Nazilerin Almanya’sında yıllar önce bir papaz yaşarmış. Adı Martin Niemöller. O papaz, o yıllarda yaşadıklarını günlüğüne yazmış; “ O günün Nazileri, Hitlerin başında olduğu hükümet ilk önce sosyalistleri topladılar sesimi çıkarmadım, çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikalcıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı da değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değilim. Sonra beni almaya geldiler; benim için ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”

Gizli Emir, gelecek diye tutturmuş Hüsmen Amca, gizemli diyarlara dalmış gibi oldu. Gizli Emrin gizemi de dağıldığı için artık papaz Martin’e mi kızdı, yoksa benim densizliğime mi, anlayamadım. Çok acele işi çıkmış bahanesiyle, daha benden birkaç tost, beş-on çay içmeden gizli emir gibi gizemli diyara gitti.

Kafam oldukça karışık dostlar. Hüsmen Amcanın gizli emir hikâyesi, Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir kitabını hatırlattı bana. Gazetecilerin, memurların, siyasilerin nasıl bir telaş içinde, ümit, umut ve korku içinde bekledikleri gizli emri…

Bir gerçek var ki, papaz Martin gibi sessiz olup işini iyi yaparsan, bu memlekette kendin ve ailen adına mutlu da olabilirsiniz diye düşünebilirsiniz. Ve azınlık bir insan topluluğu, yüksek zekâ ve emek harcayarak kendilerini esen rüzgâr ve fırtınalardan korumuşa benziyorlar. Fakat duygusal olan bu millet; akrabaları, komşuları, televizyonları ile iç içe yaşıyor. Ne kadar gamsız olursanız olun; size mağdur bakanları fark ediyorsunuz. Belki de siz de mağdursunuzdur ama “beterin de beteri vardır.” sözünü destur edinmiş bir insansanız; bir gün sizi de götürmeye gelenler, yüzünden bağırmak isterseniz sesinizi duyacak hiçbir kimse kalmayacaktır; buna ister inanın, ister inanmayın dostlar…

Güven


























2 Kasım 2010 Salı

DÜŞ İLE GERÇEK

Kamera; Güven  Dupnisa Mağara Civarı-Kırklareli

Kamera; Güven   Istranca(Yıldız) Dağları-Ormanları

 Dere yatağı öyle genişti ki, bazı aylar, bir ırmak,
bir nehir çağlamış buralardan...

DÜŞ İLE GERÇEK



Sesin ırmak oldu aktı kıtadan kıtaya.
Gün çoktan ilerlemiş batıya.
Sen, akıyordun koşulsuz; denize,
Sınırsız göğe…

Ben bir düşün orta yerinde.
Sen dokunuyorsun düş, gerçek diye!
Evrensel ahlak kendi yasalarıyla
Kutsuyordu ona sığınmış bedenleri.

Elledim önce. Sonra, dokunup, kokladım.
Düşün, gerçek olan bedenine imrendim,
Yaşlı ağaçların şahitliğinde…
Bir tarafım kuzeye, bir tarafım güneye.

Gıpta ettim koşulsuz bedenlerin
Korkusuzluklarını korkular ile dengelediler
Diye!

Rüyanın var olan bedenleri, gölgelerin içinden
Sıyrıldılar.
Bellidir, tabiatın seçilmiş ruhları, gerçek ile
Düş arasında bir oyun oynuyorlar…
Adı, sevgi ile beslenen, düş ve gerçeğin
Oyunu…

Güven