21 Ekim 2010 Perşembe

YOKLUĞUN SANATI

Kamera; Güven    Ayasofya-İstanbul
Kutsal Bilgelik
Bu güzel eser hangi yokluğun sanatı olarak
çıkmış olabilir? İnancın mı? Mimarinin mi?
Yoksa, bir misyonun mu?
Şu an hangi amacın sanatı olursa olsun,
bir başyapıt gibi bakıyor, bulunduğu
tepenin özgür dokunulmazlığından...

Kamera; Güven   Yeni Cami -İstanbul
Bu güzel eser Turhan Hatice Sultan veya
Nadya Sultan'a ne kadar çok şey borçludur;
mimari adına, inanç adına, misyon adına...

YOKLUĞUN SANATI


 Yokluk, insan denen canlıya kendi sanatını keşfettirir. Yokluğun hüzünleri, özlemleri, istekleri büyük bir isteğe dönüşür. Ve o isteğin sahibi olan ayrıcalıklı insanlar kendi sanatlarını, eserlerini çıkarırlar ortaya. Bu sanat, bazen bin yıllık Selçuklu Halısında, motiflerde, eskimeyen-solmayan renklerde gizlidir. Tekerliğin bulunuşunda, buharın tonlarca demire raylar üzerinde can verişinde gizlidir…

 Soğuğun azaldığı, ıslaklığın arttığı günde, bir iş için gitmiş olduğum kurumdan geri dönüyordum. Adım adım geçtim şehrimin dar kaldırımlarından. Bazen kaldırımı olmayan yerlerden, yani ana caddeden yürüdüm zoraki kabul edişin buruk gülümsemesinde. Bu şehrin planını, mühendisliğini yapan insanların ve o insanlara kucak açan diğer insanların var olan sanatı, nasıl yok edip, şehrin içine ettiklerini her gün ki gibi yine görüp irdeledim.

 Sanki yokluk bu şehre, Tekirdağ şehrime hiç uğramamış. Çünkü var olan varlıklar güvence verir, kolay yoldan ulaşılacak nimetlere. Gerçek bir sanat, kalıcı bir eser; yokluğun, acıların ve büyük mutlulukların mayalanması ile doğar ve baş kaldırır hoyrat yapı rezilliklerine.

Yürüdüğüm yollarda diğer insanlar da yürüyordu ben gibi. Sessizliği bozan araç gürültülerinden başka bir şey değildi. Sokakları, mahalleleri paylaşmış köpekler, kediler çöplerin taze yiyeceklerini bulma içinde uğraş veriyorlardı.

 Yaklaşık on günden bu yana beynimde bağdaş kurmuş “ yokluğun sanatı” hâla somut bir yazıya dönüşmemişti. Attığım her adımda, oturduğum her iskemlede benle birlikte yürüyor, benle birlikte oturuyordu. Yazı yazma işi böyledir işte! Bir anının, bir söylemin, bir uğraşın, sanatın peşine takılır onun etrafında dönmeye başlarsınız. Bazen yorulursunuz, peşine takıldığınız sizin etrafınızda dönmeye başlar…

 Şehrimin varlığını, yokluğunu güz gününün bol ıslaklığında, biraz azalmış nemli gününde sorguladım. Bir taraftan da araçların altında daha yazmaya doymamışken mevtanın bahçesine girmeme çabası gösteriyordum. İçimdeki ses, bu kadar yoğun düşünceleri besleyen bedenimin bir gün yoldan karşıya geçerken hırslı bir şoförün hoyrat bakışları arasında ezileceğimi anlatıyor bana…

 Şehrimin küçük esnafları bir bir kapanıyordu. Kiralık yazan bir sürü boş dükkân boşu boşuna bekliyordu boşluğun soylu kubbesinin altında. Daha şimdiden otuzu geçen market zenginliği sarmıştı şehrimin her yanını. Büyük marketler küçük dükkânların sonunu çoktan getirdiler. Yokluğun en karanlık zamanlarında var olan küçük dükkânlar… Dükkân sahipleri mahallelinin dert ortaklarıydı. Tanıdığım ilk dükkân sahibi Hasan Efendiydi. Doğduğum İpsala ilçesinin Paşaköy sınırları içinde. Adı gibi efendi bir insandı. Daima temiz giyinir, eski insanların hoşgörülü gülümsemesi içinde işini önemser, her sabah vaktinde açar, siler süpürürdü dükkânını. Berber Ahmet Efendi de öyle, sinemacımız Mehmet efendi de. Rumeli Diyarının göç mevsimi çoktan sona ermiş, yerli kültürlerinin nimetlerini kendi topraklarımızdan sonra çıkarır olmuştuk.

 Yokluğun gaz lambalı dönemlerinde insan daha ne ister ki yaşadığı yerde? Bakkal Hasan Efendimiz, Berber Ahmet Efendimiz, Sinemacı Mehmet Efendimiz, Ayakkabıcı Enver Efendimiz, pastanemiz, İbrahim Efendimiz vardı. Meriç Nehri az ötemizde, kavun, karpuz, fasulye tarlalarımızın yanı başından süzülüyordu Ege Denizine doğru. Bakkal Hasan Efendi yokluğun litre ölçüldüğü, gramla tartıldığı zamanlarda gaz satardı aydınlanmanın lambaları için. Her evde, bir fener, birkaç lamba bulunurdu. Yokluğu şikâyet saymamış, yokluğu, varlığa giden bir kapı görmüş ninemin lambası küçük ve daima is içindeydi. Kör bir ışığın tatlı süzülüşünü yapardı sımsıcak; ninenin, dedemin yanı başında.

 Şimdi şehirde yaşayışımın, şehirli oluşumun bilmem kaç yılında bolluğun bereketi içinde Tekirdağ Şehrimin daracık, eğri-büğrü kaldırımları üstünde yürüyorum. Yokluğun varlık ile birleştiği zengin olduğumuz bu zamanda zengin olmuş yalanları içinde yokluğun gaz kokulu, is içindeki lambalı günlerini özlüyorum.

 Yokluk günlerinin son kalan küçük esnafı Mehmet Efendinin dükkânına uğradım. Hafif terleyen bedenimi biraz dinlendirmek, hararetimi biraz düşürmek, yokluğun gaz lambalı günlerinin küçük esnaf özlemini biraz gidermek adına girdim ahşap kaplı dükkâna. İçindeki insan, üçüncü kuşak esnaflardandı. Dededen, babaya ve ona kalmış dükkân, bir yüzyılı geride bırakalı yirmi yıl olmuş. Yaşlı dükkânın, rafları da bel vermişler yılların geçmişe süzülüşlerine.

 Merhaba Mehmet Amca! Merhaba, hoş geldiniz. Bana bir gazoz verir misiniz? Tabi burada mı içeceksin. Evet, hem biraz da dinlenmiş olurum. Dükkânın sahibi Mehmet Efendi, mazide bıraktığım köyümün Hasan Efendisi gibiydi. Geriye dönük kırk yıllık bakışım, bugün ile dünü bir araya getirdi. Soğuk gazozu Hasan Efendinin dükkânında çocuk ellerlimle tutuğum gibi tutup şifa şurubu içer gibi içtim.

 1970’li yılların başı olan çocukluk anılarım en serin, en bozulmayan köşede barınmaya devam edecek belli. O köşede bağdaş kurmuş Hasan Efendi, Ahmet Efendi, Mehmet Efendi kavga etmeden efendice oturacaklar. Yıl 2010 ve bizler varlıklarımız ile övünüyoruz. Sürekli tüketerek büyüyen sermayelerimizle, sürekli dışa bağımlı olan politikalarımızla siyasetin en çirkin olanını yapıyoruz. Kavga, güvensizlik, kuşkular en ileri kültür haline geldi…

 Yıl 2010, serin bir günün Tekirdağ Şehrinin son kalan küçük esnafının dükkânı içinde bir gazoz içiyorum. Gazoz içmek için başımı kaldırdığımda Mehmet Efendinin yorgun raflarında geçmişin lambaları duruyordu. Lambaların gazı yoktu, yanmıyordu ama içimin geçmişe olan yangını başlamıştı. Sordum;

“ Hâla bulunduruyor musunuz bu lambaları?” Dükkân sahibi Mehmet Efendi; “ Soranlar oluyor. Geçmişi hatırlamak isteyenler olduğu için bulunduruyoruz. İstanbul’da bu lambaları yapan bir iki kişi kaldı. Bizler de son satıcılarıyız.”

 Bir tane lamba alıp işyerine geldim. Çalışma masamın karşısındaki küçük rafa koydum. Şansıma arkadaşım Yunus da işyerine uğradı. Bana biraz gaz bulur musun, ricasını hemen yerine getirip, yarım litre gazla geldi. Gaz, aynı geçmişin acı kokulu gazıydı. Lamba da öyle, geçmişin karanlığı bölen, etrafında dizilmiş annelerin hırka, çorap ördükleri, öğrencilerin kitap okudukları, ödev yaptıkları lambanın aynısıydı… Ben de aynı benim; geçmişi ile kavga etmeyen, bugünü geleceğe havale etmeyen, hayatın sınırlarını kendi sınırlı bedenimle amatörce arayan o küçük çocuk; Meriç Nehri kıyısında ılgın ağaçları ile kumların arasında oynayan, dünya ile evreni nazikçe sorgulayan çocuk…
Güven









4 yorum:

ANNEMİNELİ dedi ki...

Merhabalar,öncelikle blog buluşmamıza verdiğin destege gönülden teşekkürlerrr..
Sonrada paylaşımın çok hoş olduğunu belirteyim,ellerin dert görmesin...Öpüyorum.....

GÜVEN SERİN dedi ki...

Selam olsun size sevgili hocam. Saygılarımı sunarım ben...

bilge dedi ki...

bir mimar olarak söyleyecek söz bulamıyorum sevgili güven sanata verilen değer kazanç kaygısı gütmeden yapılan işler her zaman benim gözümde görkemli olmuşlardır..gaz lambasını iyi bilirim köye gidince camları temizlenir gazı eksikse konur ve o gaz lambası ışığında hem sohbet edilir hemde boş durulmaz bir şeyler üretilirdi..her şeyden önemlisi sohbetler edilirdi şimdi ne oldu teknoloji ilerledi..sohbetler azaldı..ve insanlar o koskoca teknoloji iinde yapayalnızlar sevgilerimle..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Sende şahitsin ki Bilge; bilgi çığ gibi akıp geçiyor insanların önünden. Ama görünen o ki bir çok dere ve ırmak kirlilik taşıyor artık.

Sanırım kirlenmeyen tek bir madde kaldı o da ateş! Ateş Rus kültüründe sudan daha temiz ve mutlak arınmayı sağlarmış.

Unutulmuş sohbetler, beş - on kelime ile ; güya mutlluluk ve aşk arayışları... Gülerim ben, acı acı, tebüssüm ederek gülerim...