22 Ekim 2010 Cuma

BURASI TÜRKİYE

Kamera; Güven Saint Joseph Fransız Lisesi
Bu kopmpozisyon Fransız Lisesinde Sanat
Atölyesinde Selçuk Hoca ve öğrencileri
tarafından büyük emekler verilerek yapılmıştır.
İstanbul'u anlatan çok güzel bir çalışma;
Asya'dan Avrupa'ya bakış...

Selçuk Hoca ve öğrencilerine şükranlarımı
sunuyorum. Bu güzel okulun , koridorlarını, sınıflarını,
müzisini, bahçelerini, sanat atölyesini, kalplerini
bana açtıkları için; minnet duygularımı yolluyorum.


BURASI TÜRKİYE



 Sinema güzel sanatların bir dalı olarak kabul edilir. Birkaç saatlik görsel ve işitsel seyre dayalı gösterim, belki de beş altı ayda tamamlanıp önümüze konulur. Sinemanın özgür olması, sinemanın emek harcanarak ve toplumsal konulara duyarlı olarak yapılması ve seyirciye gösterimi, çok önemlidir. Belki de hayatımızın kendi içindeki dövünmelerin bir sonudur; o an, seyrettiğimiz bir film! Film, gerçeği yansıtır, gerçeğin içinden çıkıp beyaz perdeye ışımıştır. İşte o ışık, yönetmenin, sanatçının ellerinde, bedeninde gerçek bir sanata dönüşüp, kalıcı bir besin, beslenme kaynağı oluşturur.

 Türk Alman ortak yapımı olan film, Fatih Akın’ın yönetmenliğini bir kez daha gözler önüne serip, sanat adına irdelemek gerekir diye düşünüyorum. Sanata adanmış insanların toplumsal olayların gerçek seslerinden kaçmaması gerektiğinin anlatımı bu filmde çok güzel vurgulanmış. Kafa karıştırmadan, gerçeklerden kaçmadan, duygu sömürücü yapmadan, acıları bile kendi doğallığı içinde yaşatan, insan olan insanın yüreğini gönüllü kabartacağı bir sanat eseri…

 Film altı karakter üzerine yoğunlaşmış ve iç içe geçmiş yaşamların anlatımı, gösterimiyle bütünleşmiş. Almanya ve Türkiye şehirlerinde çekilmiş film sahnesinin çok küçük bölümünde Alman genç kadın, Türk kadın arkadaşı için Türkiye’ye gelmiştir. 1 Mayıs olaylarını kınayan, Amerikan sömürüsüne, kurnazlığına hayır diyen bir gençtir Türk kadını. Ve bir Mayıs olaylarına sahip çıkıp gizli bir örgüte katılmaktan dolayı hapishaneye girmiştir. İşte bu hazin sonu değiştirmek Türk kadın arkadaşını kurtarmak adına Alman genç kadın Türkiye’ye gelir. Çaresizdir… Yeterince parası yoktur. Türkiye’yi tanımıyordur. Türk hapishanesine düşmüş arkadaşını görmek ister. Bir avukat ister. Avukat, akraba olmadıkları için görüşemeyeceklerini söyler. Ve arkadaşının en az 15–20 yıl ceza alacağından söz eder. Alman genç kadın isyan eder; bu nasıl kanun, bu nasıl adalet, der! Türk avukat Türkiye adalet sistemi içindeki yanlı ve karışık öykülere o kadar alışıktır ki, isyan eden Alman kadına gayet pişkince seslenir; “Burası Türkiye” der…

 Bazen sayfalar, kitaplar dolusu anlatsan, pişkin bir mimikle, güzel bir rolle, bir cümlede anlatacağını anlatamaz, veremezsiniz! Türk Avukat, anlatıldığı dönemin karışıklığını, adaletin batmakta olduğunu bir cümle ile çok güzel vurguluyor.

Burası Türkiye

 Acaba şimdi ne değişti? Öldürülen sanatçılarımız, gençlerimiz, askerlerimiz adaletin vicdanında beyaz bir sayfaya düşen sonuçlanmanın onurunu yaşadılar mı? Onların çocukları, akrabaları kaybettikleri değerlerin faillerinin meçhule karışmışlığından kurtulmuş olduklarını düşünüyor musunuz? 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda içlenen siyasi amaçlı cinayetlerin hangisi aydınlandı? Acaba aydınlanmaya başlasa, vicdanlar kaldırabilecek mi vahşetin esas görünen kısmı göründükçe?

 Demokrasi, insan hakları, çok seslilik, düşünme özgürlüğü, şeffaf bir adalet sistemi varsa; bu korku, bu sindirilmişlik, bu kayırmacılık; niye? Neden ilkönce adaletten çok bir yakın, bir tanıdık, bir hemşeri ararız? Demokrasinin, adaletin olduğu bu diyarda; hâla mafya, aşiret, kan davaları kendi kültürü içinde harika bir çoğalma ile genişliyor ve gerekli bir anlamlandırma içine koyuluyorsa, topal olan adalet ve demokrasi anlayışımız daha ne kadar kendi haline bırakılacak?

 W.Shakespeare’nin bir eserinde yaşlı kral ile genç soylu adam arasında bir konuşma geçer. Kral, genç soylu adamın babasını övgü dolu sözler ile onurlandırır;

“ Bir saraylı gibi, aşağılama, kin ve şiddet yoktu babanın gururlu karakterinde. Eğer olsaydı bile, uyarırdı onu adaşları, kendi kendine onurlu bilirdi ne zaman konuşup konuşmayacağını. Ve dilinin bileğine ne zaman baş eğeceğine, kendinden aşağı olanlara bile, sanki ondan yüksek kişilermiş gibi davranırdı. Ve o seçkin yüce başını eğer, gururlandırırdı onları alçakgönüllü haliyle.”

 Ölümün hemen kenarında olan kral, bir başka soylu insanın yaşarken yaşam tarzı ile ne kadar iyi işler yaptığını anlatması, belki de kendinde eksik olan, yapamadığı, para ile satın alamadığı soyluluğu kaybetmiş bir özlemle istiyordur!

 Fatih Akın’ın Alman Türk ortak yapımı filminin ismi de Yaşamın Kıyısında. W.Shakespeare’nin kitabındaki kral karakteri de, yaşamın kıyısında hasta bir kral. Acaba, sürekli değişen karakterler ile tekrarlanan dramlar; Allahın bu ülkeye bir yazgı olarak yazdığı senaryolar mıdır? Öyle sanmam hiç!

 Bu ülkenin kralları ne yaşarken, ne yaşamın kıyısında dolanırken özeleştiri, irdeleme ve felsefe içine girmişlerdir. Bu ülkenin kralları, sanattan korkmuş, tiyatro ve sinemanın özel destekleyicileri olamamışlardır. Bu ülkenin kralları; “ Tanrı zenginleri sever.” felsefesi ile büyüyüp, kendi ulusunun sevdalı türküsünü söylemek yerine, Amerikan sevdasının olmayacak aşkına adanmışlardır…
Güven

2 yorum:

bilge dedi ki...

Bir gün o duydukları büyük aşk onları müthiş bir hayal kırıklığına uğratacak ..bundan eminim sevgi ve dostluklarımı gönderiyorum..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Ne hazindir ki Bilge; o "bir gün" geldi artık. Fakat, talihsizlikleri büyük bur zavallılık ile karşılayan ve yorumlamaktan korkan; miskin,kurnaz ve kibirli insancıklar; gelmemiş gibi kadere boyun eğip, rengi,kokuyu ve sevgiyi masallarda aramanın telaşındadırlar..