30 Ekim 2010 Cumartesi

BİRİSİ DAHA VAR

Kamera; Güven İda 'Kaz' Dağları

 Tabiatın gerçek döngüsünü anladıkça
kendimizi de yetersizliğimizi de, ölümlü
bedenlerde ölümsüzlüğümüzü de anlamlandıra
bileceğiz diye düşünürüm.

BİRİSİ DAHA VAR



 Sarı saçları beyaza dönüşmüş, bilgi ile felsefeyi yoğurmuş kadın; “ Ateş Rus kültüründe sudan daha temizdir, mutlak arınmayı ve kurtuluşu simgeler.” diyor. Ateş, insanlığı bugüne getiren, insanlıktan daha eski, belki de dünyanın oluşumu ile var olan bir madde. Bazen korkular, bazen en ihtiyaçlar için kullanırız ateşi.

 Ateş, en güvenilir dost olmuşken, en güvenilmez düşmandır da aynı zamanda! İda Dağlarının yüksek bir tepesi olan Sarı Kız tepesinden bir başka kadın sesleniyor; “ Birisi daha var” diyor. Kim o birisi? Niçin var? Dediğimde büyük sessizlik; zamanın olmadığı “hacimsiz”  olduğu içsizliğe yaslanıyorum. Sanki sessizlik büyük patlamaya gebe gibi! Bir ressam dünyevi boyutların çok ötesinde bir resim çiziyor. Çılgın bir besteci duymadığımız tınıların bestesini yapmış; dev orkestrası ile milyonlarca seyirciye sesleniyor.

 Sanat aşkını muazzam bir gösteriye çevirmiş kadın ve adam rumba yapıyorlardı. Kadın çalan müziği durdurup adama seslendi; “ Öyle isteksiz sarılmayacaksın. Rumba, insanın dikey durup yatay hareket etmesidir. Kadın resim, erkek çerçeve gibi sarılmalı.” dansçı kadın bu uyarıları yaptıktan sonra ateşin bir başka gösterimi, ateşli bir dans; kadın ile erkeğin zarif bedenlerinde erotizme dönüşüyordu. Erkek, almış olduğu uyarıyı büyük bir sanat ateşine çevirmiş, kadına bir çerçeve gibi sarıldıkça kadın inanılmaz bir çeviklikle mesafeyi koruyordu. Anlaşılan bu dans, ateş ile barutun bir arada durup da patlama yapmadan sunulan en güzel sanat gösterimi…

 Orta yaş sınırını biraz geçmiş olan beyaz saçlı, bilge bakışlı kadın yine konuştu; “ Ateş Rus kültüründe sudan daha temizdir, mutlak arınmayı ve kurtuluşu simgeler.” Beyaz saçlı kadın susunca İda Dağlarında duran, saçları rüzgârın yardımıyla dalgalanan beyaz elbisesinin eteği uçuşan kadın da konuştu; “ Rus şair Vladimir Mayakovski intihar ederek ölen şair arkadaşı Sergey Yesenin için yazdığı şiir: Eğlenceye ayrılacak yeri yok gezegenimin/ Yarınlardan, koparıp almalıdır mutluluğu insan! Şu yaşamda en kolay olan şey ölmek/Asıl olan güç olan yepyeni bir yaşama başlamak!” dedi.

 Vladimir Mayakovski dostu Yesenin’in ölmesinden elbette etkilenmiş, bu etki onun felsefesini mısralara “ asıl olan, güç olan yepyeni bir yaşama başlamak” felsefesi ile yansımıştır. Fakat yaşamı bu kadar anlamlı ve aynı zamanda zorlu bulan Mayakovski de arkadaşı Yesenin gibi intihar ederek sonlamıştır hayatını…

 Aynı kadın, aynı ses, aynı tepeden seslendi; “ Birisi daha var! Ölenleri, terk edenleri, kaybedenleri, ümitsizliğe düşenleri görüp, her şeyin bittiğini sanmayın. Unutmayın; ‘birisi daha var!” dedi ve sustu.

 Saçlarında siyah bir teli hiç kalmamış kadın yine aynı bilgelik ile konuştu; “ Şu yaşamda yeni bir şey değildir ölüm.” Evet, bu yaşamda yeni bir şey değildir ölüm; Mayakovski, belli ki dostu Yeseni’in ölümü üzerine, yaşamı erdemli bir şekilde savunurken, ölümü de unutulmaması gereken en gerekli uyarı gibi hatırlatıyor.

 Sanırım yaşadığımız bu zamanlar, çeyrek yüzyıl sonra bizim kendi uygarlık tarihimize çelişkiler, yangılılar, zorlamalar, kandırılmalar, yanıltmalar ve korkutmalar ile geçen yıllar olarak, tarihin değişmez sayfalarında yerini alacak. Her şey çok çabuk yıpranıp, çok çabuk değerini ve anlamını kaybediyor. Değişmeyen tek şey varsa; o da, din sorunu olmayan, dil sorunu olan halkımın “din” sorunu “türban” sorunu ikilemi ile kitlenmiş, ülkemin üzerine bıçak gibi saplanmıştır. Ancak çok büyük ve keskin bir bıçak bu kadar geçmişi olan bir ülkeyi önce ikiye, sonra yediye böler. Sanki mitolojik bir hikâyenin büyük dinletilerinin gösterileri yapılıyor. İnanmak ne kadar zor; gerçeklerin her gün aynı tazelikte tekrarlanmalarına…

 Büyük ninem, babaannem, annem; başı örtülü, kendi mütevazı kabul edişlerinde dindar insanlardır. Ne babamın; dine, büyük eğilim göstermemesi, ne benim; annem, ninelerim ile çelişkili bir kargaşaya neden olmuştur. Değişen döngünün akıla, bilime, sanata uzanan yolculuğunda; erkeği, üstün bir yere koyup, kadını sürekli korunan, sürekli yarım sayan bir anlayış; bunca yıllık bekleyişin nezaketini bir kenara bırakmıştır! İnanılmaz bir öfke ile başarısız yönetimlerini, sonu yaklaşan aile kültürlerimizi, iş hayatlarımızı; genç kızlarımızın sorunu diye ortaya attıkları örtüler ile bir güzel örtmüştürler!

 Hâlbuki samimi anlayışların gerçek inanmışları olsalardı, bu ülkede şimdi örtünmeyi, örtüyü tartışmak yerine çoktan çözülmüş olan türban meselemiz saygın bir şekilde iç aydınlığı ile dış aydınlanmanın kavuşmasını yaşardı! Niye yaşamıyor? Çünkü ülkeyi meşgul edecek, ülkenin inanılmaz kayıplarını düşündürmeyecek, irdelemeyecek ana bir sorun haline getirildi.

 Eğitim yapılan yerlerin üst üste yığılmış çocukları, öğretmen olmayan sınıfların bolluğu, malzeme ve okul eksikleri, sürekli açılan üniversitelerden oluk gibi akan işsiz gençler; neden düşünülüp merkeze oturtulmaz? Çünkü merkeze oturtulacak eğitim ve gençlik; yarınlarda, daha bilgili, daha mutlu, daha cesur, daha konuşkan olacaklardır! Böyle bir gençlik istenmiyor ki; eğitim ana sorun gibi düşünülsün ve onun için tüm iktidar, muhalefet seferber olsun!

 Orta yaşı biraz geçmiş, siyah bir tek saç teli kalmamış beyaz saçlı kadın, yine seslendi; “ Atilla Tuna’yı geçti/Hanibal Alpleri/Sezar da Rubikon nehrini geçti/Bense kendi kendimi geçtim/ Ardımda ki bütün gülleri yakıp.” Anlaşılan bilge duruşlu beyaz saçlı kadın, Can Yüceli de seviyor…

 Belki de duruşumu, kaybeden gençlerimizin, işçilerimizin, çiftçimizin, folklorumuzun acılı demlerinde sürekli gezinmiş olmamdan ötürü, İda Dağlarında ki Sarı Kız Tepesinde dimdik duran, beyaz elbiseli kadın da konuştu; “ Birisi daha var! Sen hüzünle, acı ile sevgi ve nefret ile besleneceksin. Senin elinden gelen yazmak, lütfen devam et.” dedi.

 Acaba, sürekli sessizliğe, mutsuzluğa, korkuya ve iflasların başkentine dönüşen bu güzel ülkenin elinden gelen başka şeyler yok mu? Tek hüner; bir tarafın adamı ve kadını olarak televizyona çıkıp; öfke tükürükleri mi saçmak, gazete köşelerinde kin bulutları mı üflemektir elimizden gelen?

Güven

28 Ekim 2010 Perşembe

YÜZ BİR PARE TOP ATIŞI, CUMHURİYET

Saint Joseph Atatürk Köşesi
Yoktan varedilen ülke, varlık içinde yokluğa
sürükleniyor... Düşündürücü... Korkutucu...
Uyandırıcı mı? ...


                           YÜZ BİR PARE TOP ATIŞI, CUMHURİYET


 Sancılı, acılı, kanlı ve savaşlı yıllar henüz bitmiş görünürken güzel soylu bir çocuk doğar. Bunun adı; Cumhuriyettir. Cumhuriyet bir yönetim şeklinden öte, bir devrin, çürümüşlüğün, sona erip, yepyeni bir devrin de başladığının adıdır. Cumhuriyete inanmışlar öyle azimli, öyle inanç dolu ki, tarihin sarı ve onurlu sayfalarına tarafsız gözler ve vicdanla bakarsak; Cumhuriyet için; Mustafa Kemal, en yakın arkadaşlarını, kardeşim dediklerini bile gerektiğinde gözünü bile kırpmadan usta manevralarla geri çekilmeye mecbur bırakmıştır.

 Mustafa Kemal, İsmet İnönü iyi bir satranç ustası olmasalardı sanırım çoktan mat edilmiş, bu ülkenin adı da hiçbir zaman Cumhuriyet olmazdı. Görünen o ki, Kurtuluş Savaşında büyük fayda sağlayan komutanların bazıları bile, değişime daha var, diyorlardı. Elbette değişim, bazı çevrelerin ışık görecek olması, öz benliğimize, onurumuza, varlığımıza kendi kendimize sahiplenecek oluşumuz; yıllarca askerlik, çiftçilik yapmış bu güzel halkı; farklı düşünceler içine dalanların tarafından da yönlendirileceği bir gerçektir…

 Karar verilmiş, bu ülkenin çoktan belli olan yönetim şekli Cumhuriyettir, denmiştir. İlk telgraf İstanbul’a çekilmiş. Sona ülkenin diğer şehirlerine bildirilmiş, o gün, ülkenin tüm şehirlerinde yüz bir pare top atılması, Cumhuriyetin kutlanması buyrulmuştur. 23 Ekim 1923 günün gecesi güzel İstanbul’a gecenin sessiz karanlığı çökerken, Selimiye Kışlasından top sesleri duyulmaya başlamıştır. Bu sesler, yorgun, suskun, kırgın, hasta ülkenin de yenilenme, iyileşme sesleriydi aynı zamanda…

 Mustafa Kemal Nutuk da der ki; “ Cumhuriyetin ilanı günü, an acımasızca saldıranların başında, ‘Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer almış olduğunu görerek şaşıp kalacağımı hiç sanmayınız. Tersine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek inançlarını irdeleyip saptamakta hiç de duraksamayacaklardır.”

 Günümüzde bile Osmanlı soyundan olup da, yakın zamanda ölen Osman Ertuğrul Efendi dâhil birçoğu, Cumhuriyetin kurulmasını ve Osmanlı soyundan olanların o günün şartlarında uzaklaştırılmasını doğru buluyorlar. Ama bir kesim var ki, ne Cumhuriyeti, ne aydınlığı, ne de kendi irademiz ile kendimizin “hak” sahibi oluşunu bir türlü azmedemiyor. Ne garip bir durum bu! Geçmişe, tarihimize elbette sonuna kadar saygı duymak, Cumhuriyet gencinin vazgeçilmezi olmalı! Olmalı ki, abartıları, gereksiz kahramanlıkları ayıklayıp, iğneyi kendimize batırmayı da öğrenelim.

 O günleri anlamak, değerlendirmek için neredeyse bir yüzyıla yaklaşan döneme gitmeliyiz. O dönemin Cumhuriyeti hangi harabe üzerine kurulmuş, kimler sayesinde ve hangi mücadelelerden geçerek olmuş; birçok kaynaktan okuyup, vicdanımızın sesi ile yoğurmalıyız. Eğer gerekli tarihi bilgi ve vicdanımız varsa; o dönemin korkunçluğu karşısında, aydınlığa, özümüze uzanan Cumhuriyeti ayakta ve elleriniz şişine kadar alkışlarsınız…

 Yepyeni, heyecan dolu Cumhuriyetçiler 12 milyonluk yorgun ve bitkin bir halkın küllerini karıştırarak, günlerce çabalayarak küçük kıvılcımlarla büyük ateşe doğru yol almışlar. 12 milyonluk ülkenin 3 milyonu bulaşıcı hastalıklarla mücadele ediyor. Bebek ölümleri % 60. Verem, sıtma, frengi tüm ülkede kol geziyor. Eczane sayısı on taneden fazla değil. Devletin 337 doktoru var. 200’e yakın ebesi. 40 bin köy; 200 ebe ve 337 doktordan hizmet alacak; bu mümkün müdür? İşte viran Osmanlı, böyle bir çürümüşlük içinde, sadece harika saltanatının mutluluğunu sürme telaşı içindeydi…

 Dört tana fabrikası, ağır sanayi denen hiçbir şey yok. 1914 yılı içinde bütün Osmanlı sınırları içinde lisede okuyan kız öğrenci sayısı 232 kişi. Çocuklarımızın okula ancak 4’te 1’i okula göndermişiz. İşte, Cumhuriyet böyle bir gerçeğin acıları, yoksulluğu, umutları, heyecanı üzerine kuruldu.

 Aradan neredeyse yüzyıla yakın zaman geçti, bizler hâla tarihimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Hâla savaştığımız, aldığımız yerlerle övüne duralım; çöküşe giden soylu gerçekleri hep bir başka bahara erteleyelim. İnsan tarihinle övünmeyi de bilmeli, tarihini irdelemeyi de. 36 padişahımızın iyi yanlarını da, eksik yanlarını da bilmeli, korkmadan, abartmadan ama insanca da tarihin hakkını vermeliyiz.

Yıl 22 Kasım 1923’ü gösterirken Mustafa Kemal’in kardeşim dedikleri, ülkemiz için önemli fedakârlıklar yapan Rauf Bey ve taraftarları Cumhuriyetin erken geldiğinin telaşını, tepkilerini gösteriyorlar.

 Cumhuriyetin kurulmasından bir ay bile geçmeden Padişah ve Halifelik taraftarları o günün gazeteleri ve Kurtuluş savaşında önemli işler yapmış komutanları da kendi tarafına çekerek karşıt tepkilerde bulunmuşlardır.

 Ama unutulan bir şey vardı; yeni doğmuş çocuk yaşatılacak, o büyüyene kadar başında nöbet tutacak Mustafa Kemal gibi deha, İsmet İnönü gibi vatanperver, insanlar vardı. Coşku büyüktü. Amaç, inanç büyüktü… Kim karşıt oluşturacaksa, ciddi ve daha kararlı olacak inanmışlığa, soylu güce sahip olmalıydılar…

 Bugünün esas gerçeği şudur ki dostlarım; ne tarihi, ne felsefeyi seviyoruz. Bize emanet edilen ve bizden başka hiç kimsenin onurlandırıp yaşatamayacağı harika bir ülkenin inanılmaz renkli güzel insanlarının birikimiyiz. Doğulusu, batılısı, güneylisi, kuzeylisi; üzerlerine bulaşmış kirlerden arındırılırsa, katmer bağlamış vicdanları çok az zımparalanırsa; birbirinin terinden, folklorundan, inancından, derisinden asla korkmamış bu insanlar inanıyorum ki birbirlerine ve Cumhuriyetlerine sımsıkı sarılacaklardır.

 Peki, bu arınma, bu zımparalama nasıl olacak? Ezber öğretilerden kaçarak! Kendi özümüzü inkâr etmeyerek! Bu topraklarda gerçekten de mutlu ve huzurlu olmak istediğimizin farkına vararak! … En önemlisi, birilerinin kölesi, uşağı olmak yerine kendi kendimizi yönetecek bilgileri, öğrenimleri nereden bulursak oradan almaya çalışarak…

 Bu yüzden Halk Evleri, bu yüzden Köy Enstitüleri Kurulmuştu. Bu yüzden, bu ülke insanının anlayacağı dil ve din anlayışı ile ilim ve bilimin gerçeklerine yakın olması sağlanmak istenmişti…

Güven

25 Ekim 2010 Pazartesi

AYDINLANMA

Kamera; Güven    Moda-İstanbul

Kamera; Güven  Moda-İstanbul
Taş yapı, ahşap pancurlar ve yaşlı
ağaçlar; dilinden anlasaydım kim bilir
nelar anlatırlardı bana! ...

Kamera; Güven Saint Joseph Lisesi
Selçuk Bey, 25 yıldır sanat ürettiği Atölyesinde
Sanata adanmış,santçılar yetiştirmiş insanların
bedensel zenginliği ne kadar değerli ve
manalı oluyor...

Kamera, Güven 
Okulun koridorlarında kayboldum; ruhum ile bedenimin
kişisel didişmesini, yetersiz okul ve sınıflarımızı,
kutsal yerine konulup sonra da unutulan öğretmenlerimizi
düşündüm...

Kamera; Güven Saint Joseph Lisesi Moda
Koridorlarında kaybolduğum okulun dinlenece
halindeki mutlu sınıflarına süzüldüm; tıpkı
ışığın süzüldüğü gibi..

Kamera; Güven  
Bu eser; Selçuk Bey ve Öğrencilerine ait.
Sanat,sanatı yapan eller ile kim bilir
ne soylu doğum sancıları çekiyordur!

Kamera; Güven  Saint Joseph Lisesi-Otoportre
Bu eser Selçuk Bey'in öğrencisi; Bogatay Korulu'ya
ait.

Kamera; Güven Saint Joseph Lisesi
Okulun Doğa Bilimleri Müzesi
Bir okulun müzesi de olur mu demeyin! Eğer
tabata inanmış bir okul varsa ve öğretilerin
özünde de doğayı sevmek, korumak anlayışı
bulunuyorsa; harika bir müzenin soru işaretleri
ile dolu zengin birikimleri olan eserleri
görebilirsiniz. Soru işareti dedim; çünkü
burada yaşayan bir çok canlının soyu
tükenmiş. Elbette ki bu soy tüketimini
sağlayan soylu insanoğludur... İşte,
bu yüzden önemlidir okulların öze, felsefeye
tarihe, sanata adanmaları...

Kamera; Güven  Doğal Bilimleri Müzesi

Kamera; Güven Doğa Bilimleri Müzesi
Nesli tükenmiş bir kaplan türü.
Müzenin duvarında şöyle bir yazı var;

"Dünya'yı kaybettikten sonra, Ay'ı kazanmışın
ne işe yarar."

Kamera; Güven Saint joseph Lisesi
Doğa Bilimleri Müzesi
Bu küçük bey; Teo. Gülmeyi müze aşkı, tabiat aşkı
ile birleştirmiş Yaprak Chapdelaine.
Sevgili eşi, Laurent'e oğulları Teo'ya şükranlarımı
sunuyorum.
Küçük Teo'ya seslendim; "oyuncak müzesine
gittin mi Teo?" Teo; gitmedim ve nerede ki
der gibi baktı bana. Bir an önce anne ve
baban seni oraya getirsin, senin adaşın
dede Teo'da orada,siz çocukları
bekliyor. Teo, gülümsedi...
Oyuncak Müzesi, Göztepe-İstanbul'da
Sunay Akın'ın bin bir emekle müzeleştirdiği
güzel ve özel bir mekan...

Kamera; Tamer Hoca
Selçuk Hoca ile sohbetin demlenmiş halini
içerken :)) Tanrım, koşulsuz, siyasi amaçların içine
düşmeden, biraz sanat, biraz tarih, biraz ilim adına
uyuşuk bedenlerimizi düşündürmek ne hoş...

Kamera; Güven Saint Joseph Lisesi
İnsanı insan yapan gece; karanlığı ile ığşığı ile
bize "merhaba" dedi. Bedenler çıraklığın,çobanlığın
saf duyguları ile bazen mide adına, bazen de
boşluğun bomboş beyinleri adına yine
beslendi. Yüce yaratıcı, yine ışığı ve karanlığı
olan gün ve gecede nefes aldık, iç çektik,
gönül kabarttık; minnet duyguları ile ;
değmen benim gamlı keyifime,değmen...

AYDINLANMA



 Aydınlık bir günün yollarına çıkmak, beni de Tamer Hocayı da mutlu etmişti. Daha aylar öncesinden Selçuk Hocamıza söz vermiştik; sanatın öğretileri, sanatçının eserleri adına; 140. yılı kutlanacak Saint Joseph Fransız Lisesine geleceğiz dedik. Sözümüzde de durduk. Gün o gündü; aydınlığın mimariye, sanata, öğretilere, öğretime aktığı gün…

 Bir okul düşünün ki, düşler ülkesindeymiş gibi düş ile gerçeğin kendisine dokunduruyor; izin veriyor size. Hangi, öğreti; sopa ve korku ile gerçek bir yenilenmeye, devamlılığı olan bir kültüre dönüşür? Bir öğreti, bir felsefe ne kadar açık ve ortadaysa, o ilimin yapıldığı yer o kadar aydınlıktır. İstanbul Moda’da bulunan Saint Joseph Fransız Lisesinin ön bahçesine girer girmez; burada bir şeylerin fazlalık olduğunu gördüm. Fazlalık kelimesini mecaz anlamda kullanıyorum. Okulun ön bahçesi tabiatın çiçekleri, ağaçları ile barışık olduğunun en güzel ispatını gözlerimize, burnumuza verdiği ödüller ile gösterdi.

 Kuranın ilk emri; “ Yaratan rabbin adıyla oku” Okumak için okumayı öğrenmeli ve öğretmeli. Okunacak bilgileri anlamak için ilimlerden haberdar olmalı! Nasıl, derseniz? Okulları bugünkü öğrencilerin ihtiyaçlarının tamamını karşılayacak hale getirmekle olur ve başlar derim! Çok mu zor? Elbette zor! Çünkü aydınlanmanın esas amacı ve özü hâla anlaşılmayıp anlatılmak istenmiyor. Öğrenme ve öğretiler; zorlayıcı, korkutucu değil; yorucu ve eğlenceli, merak ettirici, sorgulayıcı olmalı…

 Bir insan ulusal kimliğine, çıkarlarına fayda sağlamak istiyorsa, bir başka ulusa ve o ulusların yapmış oldukları ilimlere, sanatlara, sporlara önem ve değer vermeli. Bir ulusun bir başka ulusa hayranlık duyacak kadar kendinden öte olması da kendi ulusuna hiçbir fayda vermez. Yapılan her iyi ve faydalı şey, takdire, saygıya ihtiyaç duyar.

 Bir insan, dağ başında yaşamıyor, vadilerin derinliğinde kaybolmamışsa çevresine ister akademik, ister sosyal bir doğrunun gerekçesi adına fayda sağlamak istiyorsa; ilimin, sanatın, değişimin yapıldığı yerlere de gitmeli. Tamer hoca ve ben; böyle bir yere, neredeyse koşarak gittik. Gün, aydınlık, gönlümüz meraklı ve Saint Joseph Fransız Lisesinin bahçesinde gördüğümüz manzara da muhteşemdi. Taş yapı, ışığı süzecek usta işi mimarinin mimar, mühendis ve işçi ellerinden çıkmış. Okulun koridorları, kendi sanatını oluşturmuş. Binanın katlarını birbirine bağlayan mermer basamaklar; belki de binlerce genç insanın öğrenime aç bedenlerin en güzel tanıklığını yapmışlardır. Belki de bu okulun yükünü en fazla onlar ve öğretmenler çekti; hiçbir ses çıkarmadan, hiçbir heyecan kaybetmeden; genç insanlardan yarınlara akacak zamanlar adına…

 Batılı düşüncenin, misyonu da, misyoneri de sanatı, ilimi, mimariyi, öğretmeni; başköşeye oturtmuş… Peki, bizler Atatürk’ün başköşeye oturttuğu ilimi, sanatı, öğretmenleri, öğrencileri nereye oturta bildik? Gülüyorsunuz değil mi? Hem de acı acı…

 Saint Joseph Fransız Lisesinin koridorlarında uzun bir süre kayboldum. Ahşap kapıları, camları, sıraları olan 140. yılı kutlanan bu okul; düşler kurdurdu bana. Ahşap sıraları, aydınlık büyük camları olan boş sınıfların yakınında düşümdeki bir öğrenciye sordum;

“Genç insan, sen okuduğun bir okulda nelerin olmasını istersin? Söyle bana? Hiç çekinmeden, korkmadan, ancak bir cinden isteyeceğin şeyleri iste benden?”

 Düşümdeki genç insan hiç ummadığım bir nezaketle konuştu bana. Dedi ki; “ Samimiyetinize güvenerek ve bunun düş zenginliği olduğunu bilerek ben de okulumda olması gerekenleri korkusuzca söylüyorum size; sınıfların temiz, aydınlık ve yirmi öğrenciden oluşmasını isterim. Laboratuarlarımızın fizik, kimya, biyoloji derslerine cevap verecek zenginlikte olmasını isterdim. Müzik için müzik salonları, dans için dans solonu olmasını isterdim. Dinlenme salonu, sanat salonu, şeref salonu, Atatürk salonu olmasını isterdim. Temiz ve aydınlık bir lokantamız, dinlenirken, çay kahve içebileceğimiz tabiat kokuları ile donatılmış yerlerimizin olmasını isterdim. Spor yapabileceğimiz geniş sahalarımızın, ormanımızın, müzemizin, tiyatro salonumuzun, başında Selçuk Hocamızın olduğu sanat salonu olsun isterdim.”

 Düşüm, düşümdeki genç insan; birden yok oldu; duyduğum iki genç bayanın Fransızca dili ile konuşmaları üzerine. Kulağa ne kadar hoş geliyor. Almanya’da yaşamış bir dostum, batı da Fransızca dili için; “ dişi “ bir dil, Fransız dili, bir kadına benzetirlermiş. Ve şimdi, düşümün tam ortasında iki genç bayan, okulda öğretilen dilin keyfini çıkarıyorlar.

 Düş ile gerçek; gerçek ile düş; Saint Joseph Fransız Lisesinde tam anlamıyla gözler önünde. Az önce düşümde ki genç insanın okulunda olmasını istediği her şey olduğu gibi bu okulda var. Müzesi de, yüzme havuzu da, ağzına kadar kitapları, değerli eserler ile dolu kütüphaneleri de, spor alanları da, sanat salonları da, lokantası da, ormanı da, bahçeleri de, yaşlı ağaçları da hepsi var bu okulda. 80 öğretmenin 21 Fransız. Buradaki bilimlerin, güzel sanatların, sporun ve en önemlisi tabiatın varlığı; hâla kaybolmamış olması; insanlık adına, akıl adına, sanat ve tabiat adına mutlu olmamı sağladı. Aslında mutluluk kelimesi bile yeterli değil, yazmadığım, anlatmadığım güzelliklerin üçboyutlu, sesli, renkli, düşündürücü gösterileri adına…

 Selçuk Hocamızın ilgisi o akşamın kutlama akşamı, telaş akşamı olmasına rağmen, centilmenceydi. Kapalı olan doğa müzesi rica üzerine açıldı. Müzenin proje tasarımcıları Laurent ve Yaprak Chapdelaine o kadar nazik, o kadar heyecanlıydılar ki; onlara en içten teşekkürlerimi minnet duygusu ile anlatmak isterim. Doğa Bilimleri Merkezi, 100 yıllık inanılmaz çalışmaların da görsel, akademiksel, toplumsal anlatımı. Bu müze, tabiatın korunmaz ise nelere kaybedeceğini daha şimdiden genç bedenlere anlatıyor. Doğa müzesinin zenginliği, bakımlılığı karşısında saygı ile eğiliyorum…

 Saint Joseph Fransız Lisesinin sanat atölyesinin başında Selçuk Hocamız var. Burasını 25 yıl önce sunulan imkânları en iyi değerlendirerek kurmuş, sanata, ilime inanmış cesur bir insan; Selçuk Hoca. Aydınlık Atölyesine çıktığımızda burasının aynı zamanda, gerçek bir sanat yuvasının doğumhanesinin olduğunun da anlamış olduk. Bitmiş Resimler, heykeller, grafik çalışmaları, dekorlar; yarım olanlar; hepsi burada insan bedenin kendi düşlerini gerçekleştirip doğurduğu bu yerde, biz de ışığın, sanatın keyifli heyecanını tattık.

 Okulun geniş, tarihi ve aydınlık koridorlarında sık sık kayboldum. Bu benim düşüm, benim keşfim gibi geldi bana. Bir ara Tamer Hoca ile karşılaştık. Kapısı açık mumlar ile aydınlatılmış salona genç insanların; erkek ve kadınların nazik davetiyle buyur edildik. Keman sesi ve loşluğu delen mum ışıkları; üfleyiciler, şiirsel komandolar etrafta kelebekler gibi süzülüyorlardı.

 Sessizlik, derin bir geçiş töreni arınmasının çekim kuvveti ile kendine çekiyordu bizi. Yerlerimize geçip, loşluğa açılan gözlerimiz ile baktığımızda keman sesinin derinlerden bizi ulaştığı bu yerde; şiirsel komandolar sırasıyla ellerinde bulunan içi oyulmuş kamışlar ile yanımıza yaklaşıp, kulağınıza Fransızca ve Türkçe şiirle üflüyorlar. Şiirler üflendikçe, bize, bedenlerimize yapışmış kirler, yanlışlıklar, kabalıklar, çirkinlikler bir bir yok olmaya, insanın nazik ve zarif bedeni ortaya çıkmaya başladı…

Güven

















22 Ekim 2010 Cuma

BURASI TÜRKİYE

Kamera; Güven Saint Joseph Fransız Lisesi
Bu kopmpozisyon Fransız Lisesinde Sanat
Atölyesinde Selçuk Hoca ve öğrencileri
tarafından büyük emekler verilerek yapılmıştır.
İstanbul'u anlatan çok güzel bir çalışma;
Asya'dan Avrupa'ya bakış...

Selçuk Hoca ve öğrencilerine şükranlarımı
sunuyorum. Bu güzel okulun , koridorlarını, sınıflarını,
müzisini, bahçelerini, sanat atölyesini, kalplerini
bana açtıkları için; minnet duygularımı yolluyorum.


BURASI TÜRKİYE



 Sinema güzel sanatların bir dalı olarak kabul edilir. Birkaç saatlik görsel ve işitsel seyre dayalı gösterim, belki de beş altı ayda tamamlanıp önümüze konulur. Sinemanın özgür olması, sinemanın emek harcanarak ve toplumsal konulara duyarlı olarak yapılması ve seyirciye gösterimi, çok önemlidir. Belki de hayatımızın kendi içindeki dövünmelerin bir sonudur; o an, seyrettiğimiz bir film! Film, gerçeği yansıtır, gerçeğin içinden çıkıp beyaz perdeye ışımıştır. İşte o ışık, yönetmenin, sanatçının ellerinde, bedeninde gerçek bir sanata dönüşüp, kalıcı bir besin, beslenme kaynağı oluşturur.

 Türk Alman ortak yapımı olan film, Fatih Akın’ın yönetmenliğini bir kez daha gözler önüne serip, sanat adına irdelemek gerekir diye düşünüyorum. Sanata adanmış insanların toplumsal olayların gerçek seslerinden kaçmaması gerektiğinin anlatımı bu filmde çok güzel vurgulanmış. Kafa karıştırmadan, gerçeklerden kaçmadan, duygu sömürücü yapmadan, acıları bile kendi doğallığı içinde yaşatan, insan olan insanın yüreğini gönüllü kabartacağı bir sanat eseri…

 Film altı karakter üzerine yoğunlaşmış ve iç içe geçmiş yaşamların anlatımı, gösterimiyle bütünleşmiş. Almanya ve Türkiye şehirlerinde çekilmiş film sahnesinin çok küçük bölümünde Alman genç kadın, Türk kadın arkadaşı için Türkiye’ye gelmiştir. 1 Mayıs olaylarını kınayan, Amerikan sömürüsüne, kurnazlığına hayır diyen bir gençtir Türk kadını. Ve bir Mayıs olaylarına sahip çıkıp gizli bir örgüte katılmaktan dolayı hapishaneye girmiştir. İşte bu hazin sonu değiştirmek Türk kadın arkadaşını kurtarmak adına Alman genç kadın Türkiye’ye gelir. Çaresizdir… Yeterince parası yoktur. Türkiye’yi tanımıyordur. Türk hapishanesine düşmüş arkadaşını görmek ister. Bir avukat ister. Avukat, akraba olmadıkları için görüşemeyeceklerini söyler. Ve arkadaşının en az 15–20 yıl ceza alacağından söz eder. Alman genç kadın isyan eder; bu nasıl kanun, bu nasıl adalet, der! Türk avukat Türkiye adalet sistemi içindeki yanlı ve karışık öykülere o kadar alışıktır ki, isyan eden Alman kadına gayet pişkince seslenir; “Burası Türkiye” der…

 Bazen sayfalar, kitaplar dolusu anlatsan, pişkin bir mimikle, güzel bir rolle, bir cümlede anlatacağını anlatamaz, veremezsiniz! Türk Avukat, anlatıldığı dönemin karışıklığını, adaletin batmakta olduğunu bir cümle ile çok güzel vurguluyor.

Burası Türkiye

 Acaba şimdi ne değişti? Öldürülen sanatçılarımız, gençlerimiz, askerlerimiz adaletin vicdanında beyaz bir sayfaya düşen sonuçlanmanın onurunu yaşadılar mı? Onların çocukları, akrabaları kaybettikleri değerlerin faillerinin meçhule karışmışlığından kurtulmuş olduklarını düşünüyor musunuz? 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda içlenen siyasi amaçlı cinayetlerin hangisi aydınlandı? Acaba aydınlanmaya başlasa, vicdanlar kaldırabilecek mi vahşetin esas görünen kısmı göründükçe?

 Demokrasi, insan hakları, çok seslilik, düşünme özgürlüğü, şeffaf bir adalet sistemi varsa; bu korku, bu sindirilmişlik, bu kayırmacılık; niye? Neden ilkönce adaletten çok bir yakın, bir tanıdık, bir hemşeri ararız? Demokrasinin, adaletin olduğu bu diyarda; hâla mafya, aşiret, kan davaları kendi kültürü içinde harika bir çoğalma ile genişliyor ve gerekli bir anlamlandırma içine koyuluyorsa, topal olan adalet ve demokrasi anlayışımız daha ne kadar kendi haline bırakılacak?

 W.Shakespeare’nin bir eserinde yaşlı kral ile genç soylu adam arasında bir konuşma geçer. Kral, genç soylu adamın babasını övgü dolu sözler ile onurlandırır;

“ Bir saraylı gibi, aşağılama, kin ve şiddet yoktu babanın gururlu karakterinde. Eğer olsaydı bile, uyarırdı onu adaşları, kendi kendine onurlu bilirdi ne zaman konuşup konuşmayacağını. Ve dilinin bileğine ne zaman baş eğeceğine, kendinden aşağı olanlara bile, sanki ondan yüksek kişilermiş gibi davranırdı. Ve o seçkin yüce başını eğer, gururlandırırdı onları alçakgönüllü haliyle.”

 Ölümün hemen kenarında olan kral, bir başka soylu insanın yaşarken yaşam tarzı ile ne kadar iyi işler yaptığını anlatması, belki de kendinde eksik olan, yapamadığı, para ile satın alamadığı soyluluğu kaybetmiş bir özlemle istiyordur!

 Fatih Akın’ın Alman Türk ortak yapımı filminin ismi de Yaşamın Kıyısında. W.Shakespeare’nin kitabındaki kral karakteri de, yaşamın kıyısında hasta bir kral. Acaba, sürekli değişen karakterler ile tekrarlanan dramlar; Allahın bu ülkeye bir yazgı olarak yazdığı senaryolar mıdır? Öyle sanmam hiç!

 Bu ülkenin kralları ne yaşarken, ne yaşamın kıyısında dolanırken özeleştiri, irdeleme ve felsefe içine girmişlerdir. Bu ülkenin kralları, sanattan korkmuş, tiyatro ve sinemanın özel destekleyicileri olamamışlardır. Bu ülkenin kralları; “ Tanrı zenginleri sever.” felsefesi ile büyüyüp, kendi ulusunun sevdalı türküsünü söylemek yerine, Amerikan sevdasının olmayacak aşkına adanmışlardır…
Güven

21 Ekim 2010 Perşembe

YOKLUĞUN SANATI

Kamera; Güven    Ayasofya-İstanbul
Kutsal Bilgelik
Bu güzel eser hangi yokluğun sanatı olarak
çıkmış olabilir? İnancın mı? Mimarinin mi?
Yoksa, bir misyonun mu?
Şu an hangi amacın sanatı olursa olsun,
bir başyapıt gibi bakıyor, bulunduğu
tepenin özgür dokunulmazlığından...

Kamera; Güven   Yeni Cami -İstanbul
Bu güzel eser Turhan Hatice Sultan veya
Nadya Sultan'a ne kadar çok şey borçludur;
mimari adına, inanç adına, misyon adına...

YOKLUĞUN SANATI


 Yokluk, insan denen canlıya kendi sanatını keşfettirir. Yokluğun hüzünleri, özlemleri, istekleri büyük bir isteğe dönüşür. Ve o isteğin sahibi olan ayrıcalıklı insanlar kendi sanatlarını, eserlerini çıkarırlar ortaya. Bu sanat, bazen bin yıllık Selçuklu Halısında, motiflerde, eskimeyen-solmayan renklerde gizlidir. Tekerliğin bulunuşunda, buharın tonlarca demire raylar üzerinde can verişinde gizlidir…

 Soğuğun azaldığı, ıslaklığın arttığı günde, bir iş için gitmiş olduğum kurumdan geri dönüyordum. Adım adım geçtim şehrimin dar kaldırımlarından. Bazen kaldırımı olmayan yerlerden, yani ana caddeden yürüdüm zoraki kabul edişin buruk gülümsemesinde. Bu şehrin planını, mühendisliğini yapan insanların ve o insanlara kucak açan diğer insanların var olan sanatı, nasıl yok edip, şehrin içine ettiklerini her gün ki gibi yine görüp irdeledim.

 Sanki yokluk bu şehre, Tekirdağ şehrime hiç uğramamış. Çünkü var olan varlıklar güvence verir, kolay yoldan ulaşılacak nimetlere. Gerçek bir sanat, kalıcı bir eser; yokluğun, acıların ve büyük mutlulukların mayalanması ile doğar ve baş kaldırır hoyrat yapı rezilliklerine.

Yürüdüğüm yollarda diğer insanlar da yürüyordu ben gibi. Sessizliği bozan araç gürültülerinden başka bir şey değildi. Sokakları, mahalleleri paylaşmış köpekler, kediler çöplerin taze yiyeceklerini bulma içinde uğraş veriyorlardı.

 Yaklaşık on günden bu yana beynimde bağdaş kurmuş “ yokluğun sanatı” hâla somut bir yazıya dönüşmemişti. Attığım her adımda, oturduğum her iskemlede benle birlikte yürüyor, benle birlikte oturuyordu. Yazı yazma işi böyledir işte! Bir anının, bir söylemin, bir uğraşın, sanatın peşine takılır onun etrafında dönmeye başlarsınız. Bazen yorulursunuz, peşine takıldığınız sizin etrafınızda dönmeye başlar…

 Şehrimin varlığını, yokluğunu güz gününün bol ıslaklığında, biraz azalmış nemli gününde sorguladım. Bir taraftan da araçların altında daha yazmaya doymamışken mevtanın bahçesine girmeme çabası gösteriyordum. İçimdeki ses, bu kadar yoğun düşünceleri besleyen bedenimin bir gün yoldan karşıya geçerken hırslı bir şoförün hoyrat bakışları arasında ezileceğimi anlatıyor bana…

 Şehrimin küçük esnafları bir bir kapanıyordu. Kiralık yazan bir sürü boş dükkân boşu boşuna bekliyordu boşluğun soylu kubbesinin altında. Daha şimdiden otuzu geçen market zenginliği sarmıştı şehrimin her yanını. Büyük marketler küçük dükkânların sonunu çoktan getirdiler. Yokluğun en karanlık zamanlarında var olan küçük dükkânlar… Dükkân sahipleri mahallelinin dert ortaklarıydı. Tanıdığım ilk dükkân sahibi Hasan Efendiydi. Doğduğum İpsala ilçesinin Paşaköy sınırları içinde. Adı gibi efendi bir insandı. Daima temiz giyinir, eski insanların hoşgörülü gülümsemesi içinde işini önemser, her sabah vaktinde açar, siler süpürürdü dükkânını. Berber Ahmet Efendi de öyle, sinemacımız Mehmet efendi de. Rumeli Diyarının göç mevsimi çoktan sona ermiş, yerli kültürlerinin nimetlerini kendi topraklarımızdan sonra çıkarır olmuştuk.

 Yokluğun gaz lambalı dönemlerinde insan daha ne ister ki yaşadığı yerde? Bakkal Hasan Efendimiz, Berber Ahmet Efendimiz, Sinemacı Mehmet Efendimiz, Ayakkabıcı Enver Efendimiz, pastanemiz, İbrahim Efendimiz vardı. Meriç Nehri az ötemizde, kavun, karpuz, fasulye tarlalarımızın yanı başından süzülüyordu Ege Denizine doğru. Bakkal Hasan Efendi yokluğun litre ölçüldüğü, gramla tartıldığı zamanlarda gaz satardı aydınlanmanın lambaları için. Her evde, bir fener, birkaç lamba bulunurdu. Yokluğu şikâyet saymamış, yokluğu, varlığa giden bir kapı görmüş ninemin lambası küçük ve daima is içindeydi. Kör bir ışığın tatlı süzülüşünü yapardı sımsıcak; ninenin, dedemin yanı başında.

 Şimdi şehirde yaşayışımın, şehirli oluşumun bilmem kaç yılında bolluğun bereketi içinde Tekirdağ Şehrimin daracık, eğri-büğrü kaldırımları üstünde yürüyorum. Yokluğun varlık ile birleştiği zengin olduğumuz bu zamanda zengin olmuş yalanları içinde yokluğun gaz kokulu, is içindeki lambalı günlerini özlüyorum.

 Yokluk günlerinin son kalan küçük esnafı Mehmet Efendinin dükkânına uğradım. Hafif terleyen bedenimi biraz dinlendirmek, hararetimi biraz düşürmek, yokluğun gaz lambalı günlerinin küçük esnaf özlemini biraz gidermek adına girdim ahşap kaplı dükkâna. İçindeki insan, üçüncü kuşak esnaflardandı. Dededen, babaya ve ona kalmış dükkân, bir yüzyılı geride bırakalı yirmi yıl olmuş. Yaşlı dükkânın, rafları da bel vermişler yılların geçmişe süzülüşlerine.

 Merhaba Mehmet Amca! Merhaba, hoş geldiniz. Bana bir gazoz verir misiniz? Tabi burada mı içeceksin. Evet, hem biraz da dinlenmiş olurum. Dükkânın sahibi Mehmet Efendi, mazide bıraktığım köyümün Hasan Efendisi gibiydi. Geriye dönük kırk yıllık bakışım, bugün ile dünü bir araya getirdi. Soğuk gazozu Hasan Efendinin dükkânında çocuk ellerlimle tutuğum gibi tutup şifa şurubu içer gibi içtim.

 1970’li yılların başı olan çocukluk anılarım en serin, en bozulmayan köşede barınmaya devam edecek belli. O köşede bağdaş kurmuş Hasan Efendi, Ahmet Efendi, Mehmet Efendi kavga etmeden efendice oturacaklar. Yıl 2010 ve bizler varlıklarımız ile övünüyoruz. Sürekli tüketerek büyüyen sermayelerimizle, sürekli dışa bağımlı olan politikalarımızla siyasetin en çirkin olanını yapıyoruz. Kavga, güvensizlik, kuşkular en ileri kültür haline geldi…

 Yıl 2010, serin bir günün Tekirdağ Şehrinin son kalan küçük esnafının dükkânı içinde bir gazoz içiyorum. Gazoz içmek için başımı kaldırdığımda Mehmet Efendinin yorgun raflarında geçmişin lambaları duruyordu. Lambaların gazı yoktu, yanmıyordu ama içimin geçmişe olan yangını başlamıştı. Sordum;

“ Hâla bulunduruyor musunuz bu lambaları?” Dükkân sahibi Mehmet Efendi; “ Soranlar oluyor. Geçmişi hatırlamak isteyenler olduğu için bulunduruyoruz. İstanbul’da bu lambaları yapan bir iki kişi kaldı. Bizler de son satıcılarıyız.”

 Bir tane lamba alıp işyerine geldim. Çalışma masamın karşısındaki küçük rafa koydum. Şansıma arkadaşım Yunus da işyerine uğradı. Bana biraz gaz bulur musun, ricasını hemen yerine getirip, yarım litre gazla geldi. Gaz, aynı geçmişin acı kokulu gazıydı. Lamba da öyle, geçmişin karanlığı bölen, etrafında dizilmiş annelerin hırka, çorap ördükleri, öğrencilerin kitap okudukları, ödev yaptıkları lambanın aynısıydı… Ben de aynı benim; geçmişi ile kavga etmeyen, bugünü geleceğe havale etmeyen, hayatın sınırlarını kendi sınırlı bedenimle amatörce arayan o küçük çocuk; Meriç Nehri kıyısında ılgın ağaçları ile kumların arasında oynayan, dünya ile evreni nazikçe sorgulayan çocuk…
Güven









16 Ekim 2010 Cumartesi

YAŞAM DÖNGÜSÜ

Kamera; Güven         İstanbul
Karaköy Liman Antreposu, Modern Sanat
Müzesi yanı.
Derisi alınmış insan bedeni korkutmasın sizi! Bunun
adı, harika bir yüzleşme. Döngünün, nasıl
başlayıp nasıl bittiğinin harika öyküsü...

Kamera; Güven    İstanbul
Düşünüyorsam varsın elbet! O zaman;
varlığının kiymetini bil! Hiç kimse,garip
ve zavallı değildir; ta ki, kendi öyle
kabul etmediği sürece...

Kamera, Güven    İstanbul
Bedenimizin kasları liflerine ayrıldığı zaman
bir yelpazeye dönüşüyor. İspatı mı? Gidiniz ve
kendi gözlerinizle görünüz, öğretinin insanı
aşan kısnımı.

Kamera; Güven    İstanbul
Tamen Hocam ile ilkkez tarihi ve kültürel bir
geziye çıktım. Bir keçi gibi dolaşan ve
ölümcül bir koşuşturmaca içine dalan
ben; doğrusu nazlı bebekleri pek
sevmediğim için yalnızlığın soylu
rüzgarına sarılırım.
Tamer Hocam, öyle bir gösteri yaptı ki
insanın diyesi geliyor; " on, on, on puan"
Koşulsuz, mazsız ve öğretilere aç bir
şekilde keçi gibi dayanıklı Tamer Hoca'ya
teşekkürümü borç biliyorum.

Kamera; Tamer Hoca  İstanbul
Ben, insan zekasından korkmuşam. İnsan zekası
önünde tapınma hissiyatı duymuşam. Ben, insanın
sıkışmış,korkmuş,hayvanlaşmış bedenlerinin
hiçbir şey üretmeyeceğine inanmışam;kavgadan ve
soylu kurnazlıklardan başka...

Kamera; Güven     İstanbul-Karaköy
Bu bedeni öpesim,kokasım,bu bedene
sarılasım geldi. Eğir ki hayırsever iş adamı
Samuel Ullman'ın özlü sözünün felsefesine
inandıysa!
"Kimse, sırf belirli bir yaşa geldi diye ihtiyarlamaz.
Bizler ideallerimizden vazgeçerek ihtiyarlarız.
Yıllar teni buruşturabilir,
ama hevesimizden vazgeçmek ruhumuzu
buruşturur."

Kamera; Tamer Hoca   Moda
Barış Manço Müzesi dış bahçesi
Çocuklar, sanatçının sanatına esin olan
ölümsüz neşe taşıyan çocuklar;
merhabayın,selam olsun size.

Kamera; Güven  Barış Manço Müzesi Moda

Bir genç kız; aynı duygular ile usulca giriyor
içeriye. Yine aynı sessiz neşe ve heyecan
içinde annesini arıyor; "anne geldim, şimdi
içerdeyim" diyor. O deyiş, o sesleniş; insana
inanmış, sanata adanmış sanatçıya
duyduğumuz sevgiydi. Doldum, aktım,
dört mevsimi yaşadım; o genç kızın taze
heyecanında ve sanata,sanatçıya akan
güzel bedeninde...

Kamera; Güven   İstanbul -Moda
Barış Manço'nun gezdiği ülkelerden biriktirdiği
vazoları. Sanatı ,insanı sevdiği gibi
sevmiş bu vazoları. Hiç kimseye elletmezmiş:))
"Aman ah! Siz zahmet buyurmayın, ben
onları yıkar temizlerim."
Bu harika adam, belki de zarifliğini,insan
sevgisini çok az bir dikkatsizlik ile
kırılacak vazoları kırmayarak, yaşatarak
kültürleştirmişti...

Kamera; Güven   Barış Manço Müzesi-Moda
Selam Olsun Dostlar...

" simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız.
Uzaklarda bir yerde güneşler doğuyor.
Dönence... Kupkuru bir ağacın dalıyım
yapayalnız... Uzaklarda bir yerde
bir şeyler kök salıyor. Görüyorum,
dönence..."

Kamera; Güven  İstanbul -Moda
Barış Manço Müzesi
Bu güzel mimarisi olan bina, güzelliğini,içinde yaşamış
ve hâla huzurlu varlığını hissettiğiniz sanatçıya
borçlu. Ahşap merdivenlerin tınısında, duvarlardaki
notalarda; bir başka anlatım var; açlığa,susuzluğa
adanmış bedenler için...
Kamera, Güven Moda

"Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi?
Yaz dostum selam almayana yiğit denir mi?
Yaz dostum; boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?
Yaz dostum; kimse geçmez bu dünyadan mal
ile" ...

Kamera; Güven Barış Manço Müzesi

Milyonlarca söz,yaşanmışlık ve ibret; insanın
algısı kadar önem arzeder. Gerisi o insan için
anlamı olmayan boşluk kadar anlamsızdır."
Ruha iyi gelen şeylerden birisi de müzik; güzel
sanatların ruha seslenişleri, üfleyişleri...

YAŞAM DÖNGÜSÜ


Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal, batı ile savaştığı halde yüzünü batıya dönmesinin önemli nedeni vardı! İlim ve sanatın batı da olan bolluğu, ülkemizi de düşmüş olduğu gariplikten kurtaracak önemli bir güç olarak gördü. Batı kurnazdır, batı sömürgecidir, batı müthiş oyunların da var edicisi, yöneticisidir. Buraya kadar her şey doğru olmasına doğru ama batı aynı zamanda meraklıdır. Öğrenmeye açtır. Bilgiyi nerede olursa olsun koklar ve ona kavuşuncaya kadar elinden gelen her şeyi yapar… Batı, ilimin, sanatın da kovalayanı ve aynı zamanda yaratanıdır.

Kendini bırakmak; bilge bir kadercilik anlayışı ile bilim ve sanata yaslanmayıp cehaletin kurtarıcı ellerini, büyük bir zaman hoyratlığına dönüştürmek bizim kendi garip sanatımız olmuştur!

Ülkemdeki geçim savaşlarının küçük ile büyük arasındaki korkunç dengesizliği hızla insan çölleşmesini desteklese de, direnen vah görünümündeki insanlar, belki de güvendikleri, ümitlerini kesmedikleri bu ülke insanı için insanüstü, insan zekâsını zorlayan çalışmaları da ülkemize getire biliyorlar. 17 Aralığa kadar gösterimde olacak sergi; bizlere çok yakın. Gizemin, her çeşit öykünün olduğu şehir; İstanbul şehridir. Sanatın da, çelişkili yaşamların da her çeşidini bu şehirde görebilirsiniz.

Ulaşımı çok kolay olan Karaköy, Tophane, Galata, sanki küllerinden yeniden yaşam buluyor. Sokak baskıları sizi korkutmasın! Sizi yıldırmasın! Esas olan sizi korkutacak olan; kendi büzülmüş, yaşam enerjinizi terk etmiş halinizdir. İnsan denen mucizeyi anlamak ve kendiniz ile yüzleşmek istiyorsanız; 17 Aralık 2010 tarihine kadar gösterimde olacak Alman Bilim Adamının “YAŞAM DÖNGÜSÜ” sergisine muhakkak katılınız.

İnsan anatomisi adına insan zekâsının bu kadar da olur mu, diyeceğiniz muhteşem bir sergi; bütün garipliklere rağmen ülkemize getirilmiş ve sanatseverlerle buluşmakta. Ben ve Tamer Hoca da ayağımıza üşenmeyip yaklaşık 18 saat süren İstanbul gününde güzelim sağanak yağmurun eşliğinde gerçek sanat şöleni yaşadık. İçmeden sarhoş da olunabiliniyormuş eğer…

Yaşam döngüsü, tüm canlılar için gizemli muhteşem bir gösteriye dönüşür. En başta yaşamın tazeliği, kendine has rengi ve kokularıyla, cazibeleriyle başlayan döngü; daha sonra tüm canlılar için bir başka yaşama; ölüme doğru yol alır.

Karaköy Limanı Antrepo 3, Modern Sanat Müzesi’nin hemen yanı başında Yaşam Döngüsü sergisi sizleri bekliyor. Sergi de gösterilen eserler, bağışlanmış gerçek insan bedenleri ile başka bir sanatın buluşmasından ayrı bir sanat çıkarmış ortaya.

Alman Bilim Adamı Gunther Von Hagens insan zekâsını öyle bir zorlamış ki, biraz sabır ve anlayarak dolaştığınız zaman; insan anatomisine saygı duyarken, kendi harika bedeninizin ne kadar önemli olduğunu fark ederek mutlu bir yüzle ve sanat sarhoşluğu ile boğazın esintili kenarında öylesine yürüyünüz…

Kapalı kalarak, baskı ve korkularla büyümenin hangi sanatlardan, teknolojilerden, gelişmelerden uzak kalıp; nasıl batıya muhtaçlık içinde inlediğimizin de sentezini yapacak olmanızı gönülden isterim!

İstediğimiz kadar övünelim, meziyetlerimizi yüceltelim; kendi özümüzü bilim ve sanatın, felsefenin emrine vermediğimiz sürece; bir iyi, iki kötü, masalları, gerçek ile düşleri arasında sürekli gidip geleceğizdir…

Sergiyi dolaşırken, insan anatomisinin keyfini, böyle formların ilk kez seyrine kavuşmuş olmanın şaşkınlığını yaşarken; Sergi Salonlarının duvarlarına asılan büyük fotoğraflar ve özlü sözler; belki de bu serginin somut anatomik anlatımlarının harika birer tamamlayıcısı durumundaydılar…

Bu sanatın var edicisi Alman Bilim Adamı Hangens Yaşam Döngüsü’nde anlatmak istediği insan için; “ İnsan bedeni anatomik bir hazine, büyük bir harika olarak görüyorum. Bu evrim, mühendislik ve zekâ harikası beni şaşırtmaya devam ediyor ve henüz tüm sırlarını bana açıklamış değil.”

Hagens, insan zekâsını zorlayan, üst seviyeye çıkaran merakla, buldukları ve paylaştıkları ile yetinmiyor. Aynı zamanda Hagens;

“ Ben insan bedenini güzelleştirerek sergiliyorum. İnsan anatomisi sanat olarak değerlendirilemez. Ancak ‘BAŞYAPIT’ olarak değerlendirile bilinir.”

Tamer Hoca ile birlikte bedenlerimizi biz de sonuna kadar zorladık. 18 saatlik günde, 13 saat ayakta kalarak, İstanbul şehrinin ve güzel ülkemin tüm çarpıklıklarına rağmen, inanılmaz gelişmelerine, seyrine; bilim ve sanata, felsefeye, sanatçısına inanmış bir avuç insanın nasıl yol aldığına da tanıklık ettik.

Yaşam Döngüsü Sergisi, bir değil, birkaç kez gezilmeli! Bu sergide, anlatabileceğiniz, şaşkına döneceğiniz, onlarca eser ve bilgi var. Beni etkileyen ve insan bedeni için önemli bir özlü sözü de alıntı olarak; Amerikalı hayırsever bir işadamı Samuel Ullman’ı anarak sizle paylaşıyorum;

  "Kimse sırf belirli bir yaşa geldi diye ihtiyarlamaz. Bizler yaşam ideallerimzden vazgecerek ihtiyarlarız. Yıllar  teni buruşturabilir.Ama heveslerimizden vazgeçmek ruhumuzu buruşturur."

Sanat dostlarım; 18 saat süren ve bir dakikası bile pişmanlık taşımayan gezimiz, başta da söylediğim gibi sanatla, sanatçıyla, öğrenimlerle doluydu. Sanat ve sanatçı adına gitmiş olduğumuz ikinci müze; yıllardır beklediğimiz, birçok kez kapısına kadar gidip de hâla müze olamamış Barış Manço’nun Moda’da ki evi oldu. O şirin, o mütevazı ve alımlı bina; artık Barış Manço Müzesi…

Müzeye katkılarını esirgemeyen Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ve sanatçı Sunay Akın’a tüm Barış Manço severler adına teşekkürü borç biliyorum.

Barış Manço severler, artık o kadar güzel ve huzurlu bir müzeye kavuştular ki; bence İstanbul’a gittiklerinde çok sık uğrayacakları Barış şarkıları, kokuları, felsefesi ile dolu bir yerle karşılaşacaklar…

Güven











13 Ekim 2010 Çarşamba

DAVET

Kamera; Güven Beyazıt Külliyesi
Edirne

DAVET


Biri geceye, diğeri güne…
Taştır taş olmasına.
Ahşaptır merdivenleri ama!

Doğallığın olduğu bu yerde
Bir ruhun bedeni tüter.
Diğer ruhun bedeni başında!

Ahşabın tınılı sesi,
Loş ışık içinde bir insan bedeni!
Buyur gel; gir içeri…

Biri geceye, diğeri güne…
Taştır taş olmasına.
Ahşaptır merdivenleri ama!

Güven




12 Ekim 2010 Salı

ZİYARET

Kamera; Güven   Aziz Öğretmen-Edirne
Sağlık,insanın en kıymetli hazinesidir ama
hazine kaybolmaya başlayınca talaşı
başlar soylu insanın. Tüm hayatını harcar
gözünü kırpmadan da son çeyerek önemli
hale gelir giderayak


Kamera; Güven Beyazıt Külliyesi   Edirne
Günümüzden 500 yıl önce bazı hastalıklara(delilik)
su ve müzik ile tedavi uygulanan Beyazıt Külliyesi.
Sanırım şimdi ne müziğe ne de su sesine ayıracak
zamanımız yok!


Kamera, Güven  Beyazıt Külliyesi
Günümüzden 500 yıl önce hastalara,meşguliyet
ile tedavi uygulanırmış! Evet dostlarım, meşguliyet
kimi için bir yük olurken, kimi için onurlu ve
saygın bir kabul ediştir. Belki de bu dünyanın
insan üzerindeki en önemli harcı meşguliyettir.
Hayatın her kesiminden insanla konşun, eğer ki
meşgul olacağı bir işi varsa; o insan, kendi
formülü ile huzuru ve mutluluğu yakalamıştır.

ZİYARET



 Ağır ameliyattan çıkmış, bizlere yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgiyi anlatacak dostları ziyaret etmek; bir başka düşüncelere, felsefelere getirir beni. Henüz ameliyatın taze acıları hissedilir, narkozun insan bedenine yapmış olduğu baskı da duruyor, hastayı terk etmediğiyse o insanların yakınında olup, şifa olmak adına söylenecek en mütevazı sözü söylemek, en alçak gönüllü duruşu yapmak isterim.

İnsan bedeni zorlu bir ameliyatı geçirip, organların hücreleri hiç beklemedikleri ilaçlarla, müdahalelerle karşılaştıysa; doğal olan yaşamına zorlanarak kavuşur. Hastanın uyuşuk ağrılı bedeninde bir tüyün hafiflini değil de, kesilip-biçilen bedeninin ağırlaşmış hali etkilidir. Hortumlar, sondalar hastayı kuşatmış, kendi krallığını kurmuş ahtapot görümündedir. Hastaya şifa dağıtacak oda; serum kokusu içinde karşılar sizi. Ya hasta ve yakını; ağzınızdan çıkacak her sözün acıyı biraz hafifletecek bir şifaya dönüşmesini istemez mi? İster elbet, ister…

Hastaya “geçmiş olsun” deyip sonra da yakınına “Allah Kurtarsın” sözü ile ayrılmayı oldum olası tatmin edici, gerçekçi bulmadım. Bu sözler olsa olsa kendi kendimizi kandırmamızın harika, zorunlu bir ziyaretidir! Hiç gitmemek, yapaylığın torbasından işe yaramayacak bir sözü çıkarıp satmaya kalkmak iç de şifa olup yüreklere su serpmez…

Edirne yolculuğuma çıkmadan önce kitap dükkânına gittim. Aziz Öğretmenin zorlu ameliyatı geçmiş, yoğun bakımdan çıkmış haberini aldım. Ona gidecek en güzel hediyenin şiir kitabı olacağını düşündüm. Aziz Öğretmen, şiirleri, fıkraları ayrı bir sevgi ile kucakladığını biliyorum. Ama zorlu bir düşünce ve şiir adamına hasta yatağında iyi bir moral olsun diye alabileceğiniz bir kitabı almak kolay mı acaba?

Kitapçının şiir kitaplarının olduğu rafa gittiğimde henüz dükkâna gireli bir saat olmamıştı. Ve ben şiir kitaplarına daha yeni bakmaya başlıyordum. Birinci kitap, birinci şair, şiirler derken, kim bilir kaç kitap geçti elimden? Sayısını bende bilemiyorum. Rafta duran tüm kitapları inceleme iştahım iyice kabarmıştı.

Atilla İlah, Can Yücel, Edip Cansever, Halil Cibran, Ahmet Arif, Ataol Behramoğlu, Nazım Hikmet, hepsi tanınmış, sevilmiş ve kabul görmüş şairler. Çoğu kitap sayfalarındaki şiirleri bile okumaya kalktım. Amacım, Aziz Öğretmene getireceğim kitabın şiirlerinin de Aziz Öğretmene hasta yatağında şifa dağıtmasıydı. Bilirim Aziz Öğretmen hangi kitabı getirsem, şiirler adına alçakgönüllü bir kabul edişle, teşekkürü en içten yapacak!

Kitapçı dükkânına ben girdikten sonra kim bilir kaç kişi girdi çıktı? Ama ben, hâla bir şiir kitabı seçememiş olmanın ince telaşı içinde terlemeye başladım. Bir yandan terimi silerken, bir yandan da elimde birikmiş kitapları; bu mu, şu mu diye kararsızlık içinde asıl karara ulaşmaya çalışıyordum. Şiir kitaplarının hepsi güzel ve emeğe dayalı şiirlerin geçmişini taşıyordu. Ama bir şekilde benim aradığım şu an almak istediğim değillermiş gibi bir sesin de nefesini hissediyordum.

Sanırım bu kadar kitap karıştırdıktan sonra hâla bir kitap beğenememiş olmam, kitapçıyı da telaşa sokmuştur. Kim bilir içinden ne saygın sözler söylüyordur kendince kararsız bulduğu bendenize! Artık beğenmemişliğin zorunlu seçimini yapmak üzereydim ki, diğer kitapların arasında kalmış Orhan Veli’nin Tüm Şiirleri diye bir kitabını gördüm. Tamam, dedim; bu benim aradığım kitap olabilir.

Genç yaşta hayata hoşça kal, demiş Orhan Veli, doğrusu daha yolun yarısı, denen yaşta bile çok şeyler üretmişti. Ayırdığım diğer şiir kitaplarını özenle tekrar yerlerine koyup, Orhan Veli’nin şiir kitabını karıştırmaya başladım;

Epeyce sayfası olan şiir kitabı içinde neler yoktu ki? Sanki kitabın mısraları şairinin sesine, hayata mizah ile bakan bedenine dönüşmüştü. Yatağına mecbur, hortum ve sondasına zoraki yapışmış bir hastaya Orhan Veli’nin yenilikçi, halkın içinden seslendiği şiirler ile seslenmeyi daha uygun buldum nedense…

 Orhan Veli’nin şiir kitabı bir elimde ben, güz zamanı Edirne yolundayım. Aziz Öğretmene ameliyat sonrası yapacağım ilk ziyaret ve yapmış olduğum ilk uygulama ile ilk kez bir hastaya bir şiir kitabı ile Orhan Veli ile gittim.

 Değerli dostum Aziz Öğretmen ile bildik sözleri söylemedik. Kimi susarak, kimi ucundan felsefe yaparak birbirimizi anladığımız, kabul ettiğimiz manada yine aynı ölçüler ile vakit geçirdik.

 Bir ara biz sustuk Orhan Veli Konuştu; Pencere, en iyisi pencere; geçen kuşları görürsün, hiç olmazsa; dört duvarı göreceğine. Sonra; “ İstanbul’da Boğaziçi’nde, bir fakir Orhan Veli’yim, Veli’nin oğluyum, Tarifsiz kederler içinde. Urumelihisarı’na oturmuşum, oturmuşum da bir türkü tutturmuşum. Bu mısralar ile başladı Orhan Veli ve bu mısralar ile bitirdi, benim iki saatlik ziyaretimin iki dakikaymış gibi biten zamanını;

 Sanma ki derdim güneşten ötürü/Ne çıkar bahar geldiyse?/Bademler çiçek açtıysa?/Ucunda ölüm yok ya?/Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten/Güneşle gelen ölümden?/Ben ki her nisan biraz daha genç/Her bahar biraz daha aşığım; korkar mıyım?/ Ah dostum, derdim başka…

Güven