20 Eylül 2010 Pazartesi

SESLER

Kamera; Güven  - Tekirdağ
İnsanın dostlarından birisi de küçük
bir çocuğun olması ne büyük bir
ayrıcalık! Küçük bir çocuk, tabiatın kokusu
ve heyecanı ile eşlik eder size.


Kamera; Güven  Tekirdağ
Tekirdağ Şehitler Abidesi ağaç topluluğu
belki bir koru bile değil ama, bize bir orman
çokluğunda, orman kadar güzel kokular,
görsellikler veriyor.


Kamera; Güven   Doğa Irmak e Abide
Ben şımarık kuşların sesini ve bedenlerini
ararken Doğa'da kendi oyunları içinde
yarının zorlu dünyasına hazırlanıyor...
SESLER



Gün yaşlanma derdi olmadan geceye yaklaşıyordu. Doğa Irmak ile akşamüstü gezintisine çıkmıştık. Bize en yakın ve sık gittiğimiz yere gitmeye karar verdik. Tekirdağ Şehitler Abidesi bizim için önemli bir dinlince mekânıydı.

Şehitler Abidesinin bulunduğu yerde bir dinginlik bulurduk her zaman. Yüzün üzerindeki çam ağacı, diğer seferlerden daha yoğun orman kokusu taşıyordu. Bu akşam hazan mevsiminin en yoğun kokularını duyuyorduk. Toprak, ağaç, yaprak ve orman kokusu…

Bu yüzdendin hazan mevsiminin çok özel oluşu. Döngünün yer değiştirdiği ölüm ile yaşamın birbirini eşitlediği güzel bir mevsimdir hazan mevsimi. Yeşil, kızıla, sarıya, yaşama dönüşecek, ölüme; yolculuğa çıkar. Kuşlar göçün son dalgalarını bu mevsimde tamamlar. İnsanlar bu mevsimde kış hazırlıklarını yaparlar.

Salçalar, turşular, pekmezler, tarhanalar, kuskuslar, makarnalar bu mevsimde beden türküleriyle birlikte üretilir. Doğa Irmak ile biz de bu mevsimde gittik Abidenin bulunduğu orman kokulu yere. Toprak, dal, yaprak ve orman kokusu; büyülü bir davetiyeydi sanki bizi oraya çeken.

Abidenin bulunduğu bu dingin yerde, 1915’li yıllarda gömülmüş genç askerler koyun koyuna yatıyordu. Çam ağaçlarının kökleri onların bedenlerine kadar uzanıyor, belki de onların ruhlarını çamların göğe açılan tepelerine taşıyordu. Abidenin manevi huzuru, bu sefer farklı bir coşkunun kuş seslerinin amansız buluşmasını yapıyordu.

Bu sessiz yere o kadar gelmiş ama bu coşkuyu, bu kuş çığlıklarını hiç duymamıştık. Abidenin yerli konukları kumrulardır. Burada yaşarlar, burada sevişirler, burada yavru büyütürler. Kumruların birbiriyle olan flörtleri, birbirlerine seslenişleri ve dansları, bu dingin yerin alışıldık gösterileriydi. Ama şimdi; şimdi başka bir coşku, başka sesler vardı dinginliğin bol olduğu, orman kokulu bu yerde.

Sesler, o kadar güçlü bir sevincin şımarıklığını yaşıyordu ki, bunu ancak mutluluğu toplu olarak yaşayan, çocukluğunu bu seslerle bütünleştiren birisi anlar. Tıpkı yabancı bir müziğin melodilerini dinleyerek anlattığı duygusal öyküyü anlamak gibi!

Daha günün ışıkları gecenin koynuna girmemişti. Ve biz Abidenin bulunduğu yerde harika bir şölenin içindeydik. Bende seslerin bu şımarık coşkusu içinde ayağa kalkmış, seslerin bedenlerini görmeye çalışıyordum. Yüksek çam ağaçları ve yoğun yaprakları kuşları görmemi engelliyordu. Ama bu sesler, beni çılgına çevirmeye yetmiş, çocukluğumun en haylaz zamanlarına gitmiştim.

Yaşlı dut ağacının altında, sürüler halinde dut yemeye gelen sığırcık kuşlarını bekleyen haylaz bir çocuktum. Dut ağacı benimdi. Elimde bir sapan ve avcı ruhuna bürünmüş küçük bir çocuk…

Abidenin coşkusunu veren sesler de sığırcık kuşlarının sesleri gibiydi. Yukarılara, seslerin geldiği yerlere bakmaktan başım dönüyor ama gönlüm yere bakmayı istemiyordu. Görmeliydim o şımarık kuşları. Görmeli bu sefer elimde bir sapan olmadığını göstermeliydim. El sallamalı, onların haylaz oyunlarına katılma isteğimi bildirmeliydim…

Benim şaşkın halim ilkönce Doğa Irmağı şaşırttı. Sürekli yukarılara bakmam, sürekli yer değiştirip o ağaçtan bu ağaç altına gitmem; Doğa Irmağın alıştığı bir durum değildi. O kendine has çocuk gürültülerini yaptıkça sadece sus işareti yapıyordum. Biliyordum ki bu şımarık kuşlar buranın misafirleriydiler. Muhtemelen göç yolunda küçük bir mola halindeydiler.

Bu kuşlar kuzeyden gelip güneyin yolcularıydılar. Kim bilir kaç bin kilo metre uçacak her molada böyle şımarıkça, neşe içinde eğleneceklerdi.

Sesler, o kadar güzel, o kadar neşe doluydu ki, bir saniye bile kaçırmak istemedim. En sonunda seslerin sahibi olan kuşlardan birkaç tanesini gördüm. Bu kuşlar, buranın bildik kuşları değildi. Serçeden büyük, kumrudan küçük uzun kuyruklu göçmen kır kuşlarıydılar.

Tahmin ettiğim gibi neşe içindeki şımarmaları kısa sürdü. Gelmiş oldukları gibi birkaç saniye içinde havalanıp güneyin uzun yolculuğuna çıktılar. Onca kuşun havalanmasından geriye kalan; havada uçuşan iki tüy oldu. Biri gri, diğeri beyaz küçük birer tüy… Tüylerden birisi güney yönüne ağır ağır inerken, diğeri kuzey yönüne, bana doğru harika bir süzülüşle yöneldi.

Şairinin dediği gibi; “ağırlığı yoktu diyemem, tüyün de ağırlığı vardır.” Tüy de, yerçekimine başkaldıramayarak yere iner. Ağırlıksızlığın olduğu yer uzaydır. Sonsuzun olduğu yer, hemen üstümde, Abidenin yan yatmış çamlarının üstünde uzanıyordu. Bu uzanışın ne ağırlığı, ne de yönü hesaplana bilinirdi. Birbiri içine geçmiş galaksiler aklın sınırlarını zorlayan hızda dönüyor ve döngünün içinde bir başka galaksinin yanı başında büyülü bir erişilmezlik içinde yol alıyor…

Atalarımız; “gezen kurt aç kalmaz.” derler. Bir akşam gezintisi küçük bir hareket; coşkuyu, haylazlığı, sonsuzun sonlu bedeninde bir başka yaşamları çıkardı ortaya. Yaşamak, fark etmek ve bu farklılığın içinde kendine ait bedenin beden ile ruhunun onurlu saygınlığını kazanmak da ayrı bir güzellik, yaşamın coşku dolu haylaz sesleri arasında…

Güven





2 yorum:

Hamiyet Akan dedi ki...

Yazını okurken, aklıma çocukluğum geldi. Kapımızın önünde bir dut ağacı vardı. O kadar büyük ve haşmetliydi ki kollarına hem kuşları hem de beni saklardı. Sığınağımdı benim. Akşamdan sabaha dek otururdum yapraklarının arasında. Küçük karıncalar, cıvıldaşan serçeler arkadaşımdı. En mutlu olduğum zamanlarımdı ve o dut ağacı benim hayatımın en neşeli hatırlarını saklardı. Lakin bundan bir kaç yıl öncesinde yol yapacağız diye kestiler benim biricik arkadaşımı. Ağladım inan. Ama biliyor musun onu öyle çok sevmişim ki onun bir kaç metre ötesinde yani benim bahçemin içinde ölmeyen o köklerinden tekrardan filiz verdi ve iki yılda kocaman oldu. Şimdi gözüm gibi bakıyorum ona :)

Güven, tüm günlerinin neşe içinde, çocuksu sevinçlerle ve heyecanlarla dolu dolu geçmesini diliyorum.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Anlaşılan odur ki, bir şeyi çok isteyince o şey, gerçekleşme ihtimaline yakın olurmuş. Öyle derler ve ben de öyle kabul ediyorum.Dut ağacının anılarını yaşatacak genç dutun varoluşu, sanırım henüz insanlıın tabiat ile bütün bağlarının da kopmadığını gösteriyor. Çok güzel bir kazanım Hamiyet.
Anlaşılan odur ki değerli ve gerçek gözyaşları,niçin aktıklarını ve akacaklarını bilirler...