25 Ağustos 2010 Çarşamba

İRTİFA KAYBEDİYORUZ

Tekirdağ Öğretmen Evi
Bazen irtifa kaybetmiş,bazen de irtifa içindesinizdir!
İrtifanın manevi duygusu en alçaklarda da
yaşanır,en üstte yaşanan heyecanlar gibi!
İrtifayı manen ve madden korumak için,
en iyi ilaçlardan birisi satrançtır! Büyülü
yolculuğa çıkar,bedenin kılcal damarları içinde
aşk yaşamaya başlarsınız. Kimseleri
üzmeden,gürültü-patırtı yapmadan...
Gerçi son oyun da Tamer Beyi
birazcıık üzdüm ya neyse:))
Kamera; Güven  Kumbağ-Tekirdağ
Doğa Irmak ile birlikteyiz. Bir yaz akşamı ve
rüzgâr alabildiğince zorluyor kendi dönüşümü için!
Biz, 50 m. yüksek tepenin yükseltisinden bakıyoruz
asil denize,adalara,gök yükseltisindeki bulutlara...

Kamera; Güven  Kumbağ -Tekirdağ
Doğa Irmak uçtu uçacak! Rüzgâr, tepenin
irtifası ile dost olmuş rüzgâr bizi de
sınaka istiyor. Ve biz,Doğa Irmak ile birlikte
uçmamak için birbirimize sarılıyoruz. Dün
beynimi aydınlatan gazete, bugün bedenimize
minder oluyor. Oturuyoruz. Seyre dalıyoruz
kendi ruhlarımızın özgür olduğu bedenlerinde.

İRTİFA KAYBEDİYORUZ



Yükseklere çıkmak, yükseklerde yaşamak; insanlığın ve insanların büyük düşüdür. Ama ne hazindir ki büyük uygarlıklar da hep aşağılarda kök salmış, yol almışlardır. Yükseklik, yükselmek; insanoğlunun vazgeçilmez rüyasıdır. Büyük insanlığa sadece bir dünya yetmiyor. Yetmeyecek gibi de görünüyor. Daha başka dünyalar, daha başka renkler, sesler, madenler, canlılar; bizi kendine çeker.

Bazı insanlar doğuştan şanslıdır diye tartışılır! Bazı insanların tuzu hep kurudur. Bazı insanlar da şans ve kaderi hiçbir öncü desteğe gerek duymadan kendileri kovalarlar. Ve asıl olan şans ve kaderin önceden belirlenip sizi hasta edecek kadar iyi olması da değildir. Yalnız kendi başına iyi ve iyiliğin irtifasına ulaşmak; o insanı kötülüğe, kötülere muhtaç hale getirir. Çünkü insan; hayat serüveninde tüm duygular ile baş edebilecek savunma mekanizması geliştirdiği zaman; gerçek ve süreklilik arz eden mutluluğu yakalar. Yoksa sürekli destek alarak çıkılan irtifalar; en ufak bakteri, en ufak, rüzgâr ve duygu saldırılarında aşağıya doğru savrulmaya başlatır bizi…

İşte bu yüzdendir nine ve dedenin bin bir sevgi ile büyüttüğü torunun irtifa kaybetmesi! Bu yüzdendir tek çocuğun harika ödüller, destekler ile başarıdan başarıya koşup; büyük yorgunluğu erken yaşaması!

İnsanoğlu ne kadar irtifa kaybederse kaybetsin dayanıklılık sınırını, dayanma gücünü denemek ister. Eğer büyük çoğunluğun pes ettiği gibi bırakılsaydı başlanan her iş; bugün ne ilaçlar, ne aşılar, ne aletler, ne de araçlar, masallar, hikayeler, ne de büyük aşklar olabilirdi. Bütün bu gelişmelerin anası; küçük çoğunluğun merakı, irtifa kazanması ve bedeninde taşıdığı büyük heyecandır. Küçük ve meraklı çoğunluk; genlerinde taşıdıkları yükselti heyecanını bitmez bir devinim ile hep tekrarlayacaklardır. Onları engellemek mümkün değildir. Onlar ölüm ile sınanırlar bazı zaman. “Vazgeç, af dile” Yoksa sonun ölümdür uyarıları alırlar.

İrtifaların cesur insanları bazı zamanlar; ölümü yenmek için safra atarlar dışarıya. Ölüm ile yargılandıkları mahkemede af dilerler. Ama dışarı çıktıklarında; “ siz ne derseniz deyin dünya yine de dönüyor ve yuvarlaktır.” diyeceklerdir. Bazıları ölümlerinin kendi aydınlık felsefelerine katık sağlayacağına inandığı için “ölürüm de vazgeçmem” derler. Ve bilirler ki ölümleri irtifa kaybetmekten çok yeni irtifaların zorlanacağının büyük başlangıcı olur.

Sokrates zehir dolu tası kaçabileceği halde, af dileyip kurtulabileceği halde bu yüzden içmiştir. Ölümün, aydınlanmayı, ışığı, düşünceyi öldüremeyeceğini bildiği için baldıran zehrini içmiştir. Ölüm cezasına çarptırılmış ama ölümün irtifa kaybettirmeyeceğini bildiği için tepki göstermeden içmiştir. Sokrates baldıran dolu zehir tasını sonuna kadar içerken dostları ve karısı gözyaşı döküyordu. O gayet soğukkanlı olarak, çok susamış bir adamın su içişi gibi içmiştir; büyük güçlerin sahipleri olan kalabalığın zehir dolu tasını. Onun için o anda ağlayan karısı; “ Ama sen suçsuzsun “ diye bağırırken, Sokrates ölümünden birkaç dakika önce karısına seslenmiş; “ Bir de suçlu mu olmalıyım?”

Lovoısıer, kimya biliminde çıkmış olduğu irtifada o dönemin yobazları onu aşağıya indirmek isterler. Kimya bilimini reddeden yobazlara kafasını gösterip; “ Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz.” dediği için tutuklanır. Lovoısıer irtifa kaybettirileceği zamana kadar kimya alanında önemli yollar aldı. Bugün modern kimyanın babası olarak kabul görüyor. Kimya alanında önemli buluşlar, deneyler yapan Lovoısıer gelişmelere her devirde karşı çıkan, kendi durgun dünyalarında sürekli hastalık üreten insanlar onun kellesini almaya karar vermişlerdi. Ona da verilen ceza ölüm cezasıydı. Giyotine çıkarılıp boynu kesilecekti. Lovoısıer, matematikçi Lagrenge’i çağırdı. “ Kellem giyotinde sepete düştüğünde gözlerime bak; eğer iki kere göz kırpıyorsam bil ki, insan kafası kesildikten sonra bir süre beyninin düşünmekte olduğunu anlarız.”

İrtifaların heyecanına, ışığına, aydınlatıcılığına inanmış insanlar; ne verdikleri kelleler ile ne de çektikleri eziyetler ile ümitsizliğe kapılıyorlar. Yaptığı işe, aydınlanmaya, insanlığa yarar sağlamaya inanmış olan insanların önüne geçmek, onların düşüncelerini, yaptıkları işi durdurmak mümkün olmuyor. Lovoısıer kellesinin yere düştüğü zamanda bile iki kere göz kırpabileceğini, kendi alanında öldükten sonra bile deney yapmak istiyordu. Lovoısıer’in arkadaşı matematikçi Logrange ; “ Lovoısıer’in son saniyede bile ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar ufunet üretmek için asırlarca karanlıkta sürüneceklerdir…”

Küçük kalabalığın büyük düşünürleri, öncü bilim insanları kendi alanlarında hiçbir zaman irtifa kaybetmediler. Onlar için her kaybediş, yeniden ve sürekli başlamanın gereğiydi. Her düşüş, yeniden kalkışın yeniden yol alışın başlangıcı değil midir? Elbette…

Düşüncenin ışığı Osmanlı’nın en görkemli zamanlarında yakılıp, söndürülmeden korunsaydı; bugün birçok buluşta öncü isim; biz Türkler olurduk. Bugün uzayda yol alan 10–15 aracımız bizim tarafımızdan yollanmış başka yolculuların insanlığa adanmış irtifaları olurdu. Bugün, dünyaya yön veren birkaç ülke, hâla güçlerini koruyorlarsa; bilin ki irtifalara çıkmak isteyen beyinleri, düşünürleri, kimyacıları, fizikçileri, matematikçileri, edebiyatçıları, şairleri, yazarları, tarihçileri önemsedikleri için, önemsedikleri içindir.

Dün ve bugün; yetiştirdiğimiz bedenlerin beyinlerini dışarıya göç ettiriyorsak; kurumlarımız devasa büyüklüğü erişip beden yığınlarının altında eziliyorsa; bilin ki; ilimi, bilimi, edebiyatı, felsefeyi yeterince önemsemediğimiz içindir…

Ülkem irtifa kaybederken ben de kaybediyorum. Boşluğun içinde içi doldurulmuş yaşamların içi dolu ülkelerindeki şehirleri düşünürken irtifa kaybediyorum. Bilginin ırmaklar gibi aktığı, teknolojinin insan beynini zorladığı bu anda; benim ülkem; hâla yabancıdır sanata. Yabancıdır düşüncenin irtifalarına… Ben, birken iki, ikiyken üç, üçken dört, dörtken beş olamıyorsam; olmuşluğun bilgi cennetine dalamıyorsam ve hâla bastırılmış, dayatılmış öğretileri yüksek sesle konuşamıyor; şükürler içinde kıvranıyorsam; kim bilir daha ne kadar çok safrayı dışa atacağız diye düşünüyorum…
Güven















6 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne diyebilirim ki!! Tek kelimeyle
Muhteşem..Bizler sadece bencilce kendi bugünü ve yarınımızı düşündükce, baştakiler sadece koltuk makam ve cep doldurma sevdasındayken ne diyebilirim.
Yetişen bir kaç işleyen beynide yurt dışına kaptırırken çok zor dostum çok zor irtifa kazanmamız..
Bu yazıyı çok kitlelerin okumasını çok isterdim..Kalemin daim olsun
Güven..Sevgiler..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Sonunda safra ata ata safralar kalmayacak ve bizler irtifa kazanmak yerine belki kötülkten arnmış dünaya tekrar geri döneceğiz... Ve ben bu dünyanın görkemini,zerafetini,aşklarını görmeyin başka dünyalar arayan kaba vahşi,bencil,miskin insanların arayışını normal zekam ile bile anlamlandıramam... :))

Ne diyem; değmen, değmen benim gamlı keyfime.

mete dedi ki...

Sayın abim,
bunları düşünüyordum ben de uzunca süre,
ama sizinki kadar ifade edmezdimbu ulvi meseleyi,
Lovoısıer' in anekdotunu okumuştum, duygulandım,
Ege bey' in bahsettiği insanlar, kalabalılar,
Çok kısa bir süre sonra unutulmaya mahkumlar, unutuluyorlar,
Antoine Lavoisier 1794 yılındaki anısını hala insanlar bu gün yaşıyorlar,
Budur ölümsüz olmak, budur insana yakışan,
Yoksa ne farkımız kalır koyunlardan.



Elinize beyninize sağlık!

GÜVEN SERİN dedi ki...

Teşekkürler Mete. İnsan,kendini daha mutlu, daha huzurlu ve daha dingin kılmak istiyorsa bir şeyler yapmalı,diye düşünürüm. Tabiatın harika zenginliği içinde en önemli zengnilik insana verilmiş. Kendini kitleyen önyargılardan,bilgi korkaklığından sıyrılmaya başladıkça insan olmanın harika zorlukları başlıyor...

Not; Bu arada, Ege Bey, değil Hanım Mete kardeşim.

Bilgiye,sevgiye,insanlığıa,tabiata olan ilgimiz daim olsun...

Makbule Abalı dedi ki...

Toplum olarak yıllardır pek çok değerde "irtifa kaybediyoruz". Onca sınanmaya, olumsuz koşullara rağmen henüz ayakta olmamızı, "safralarımızın" tükenmeyişini, dayanma gücümüze mi borçluyuz acaba...? Nadasa bırakılmış tarlalar bile ürün vermekten vazgeçmezken, üretken beyinler hiç tükenmesin...

GÜVEN SERİN dedi ki...

Evet Makbule Hanım,bizim ülkemiz ve bizim insanlarımız çok özel insanlardan oluşuyor gibi! 2001 Krizinde batılılar şaşmış bu işe! Neden ve nasıl dayanıyor bu insanlar diye.Ve merak etmişler biraz daha derine inmişler.Görmüşler ki, anneler, babalar, nineler, dedeler, teyzeler karşılık beklemeden yardım ediyorlar. Sanırım,bu yardımlar çok iyi irdelenmeli. Sosyallik,merhamet iyidir ama, uygarlaşmayı engelliyor, şımarık ve sorumsuz yöneticilere de katkı sağlıyorsa; yardımlar iyi irdelenmeli. Yoksa, kendi hayatını yaşayamayan suskun,çaresiz yaşayan insanlar mezarlığına döneriz,dönüyoruz diye düşünürüm ben...