5 Ağustos 2010 Perşembe

DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ(6-7 EYLÜL OLAYLARI)

Kamera; Güven       Tekirdağ

Ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi avuçlarımdaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre
ölümün boyu bir karış.
Ve haberi yok başına geleceklerin
hiçbirinden.
Onun başına gelecekleri bir ben
biloyrum.Çünkü inandım bütün
inandıklarına.
Sevdim seveceği bütün kadınları.
Yazdım yazacağı bütün şiirleri.
Yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla.
Bütün uykularınu uyudum gördüm
göreceği bütün düşleri
bütün yitirilecekleri yitirdim.
Saçları saman sarısı kirpikleri
mavi.Kara paltosunun yakası
ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim...
            N.Hikmet


DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ(6–7 EYLÜL OLAYLARI)


Güzel ülkemin güzel marşları vardır. Gençlik Marşını bilmeyenimiz, duymayanımız yok gibidir. Oldukça heyecan verici, oldukça insani bir marştır. Birinci Dünya Savaşında Ali Ulvi Elöve tarafından bestelenen bu marş, savaşın acılarını, yorgunluğunu çeken halkımın biraz daha metanetli olması için bestelenmiş ve okunmuş.

Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar, diye başlayıp;

Dağlar taşlar güzel kuşlar
Ya bun insanlar insanlar
Güneş ufuktan bir gün doğar
Yürüyelim arkadaşlar

Sesimizi yer gök su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin.

Kulağa hoş gelen, insana heyecan ve moral veren bu marş, Atatürk tarafından da 1919’da Samsun’a çıktığında söylendiği biliniyor. Marşlar, savaşlar, ağıtlar, acılar ve ümitler birbirini izlemiş. Sonra, devrimler ve Cumhuriyet geliyor. İnsanın daha insanca yaşayabileceği, seçme ve seçilmenin, hak ve adaletin daha yoğun olacağı yılların heyecanı tüm yurdu sarmış.

Bu topraklar bin bir çeşit çiçeği yetiştirir de bin bir çeşit insanı yetiştirmez mi? Osmanlı İmparatorluğundan bize miras kalan güzel ülkemin kurtarılmış son toprak parçası üzerinde onlarca farklı kimliğin, folklorun yaşadığı belki de dünyada eşi benzeri az olan yerlerdendi. Ne zaman? Cumhuriyetin ilk yıllarında böyleydi.

Yeni bir ülke yeni bir rejim ve devrimleri oturtmak çok kolay olmadı. Çok sancılar çekildi. Çok hüzünler, çok ayrıklılar yaşandı. Ama yüzyıllardır beklenen devrimler ülke insanı için vazgeçilmez oldu. İlerleyen yıllarda çok partili döneme geçildi. Devrimlerin insana uzanan ilkeleri ağırdan ağıra sorgulanmaya başlandı. Yeter ki halk istesin! Halk isterse Genç Cumhuriyetin ilkeleri de değişebilirdi! O günün 1950’lı yılların siyasetçileri hazırladıkları, coşturdukları halka böyle sesleniyordu; “ siz isterseniz her şey olabilir” deniyordu.

1955 yılına gelindiğinde çok partili demokrasi daha sindirilememiş, kendi halkını sindirme heyecanı içinde ülke gerilmeye, kutuplaşmaya başlamıştı. Kendi halkının bir kesiminle barışık olmayan o günün siyasetçi kadroları, gayrimüslimler ile de barışık sayılmazlardı. Gayrimüslimler çalışkan ve zengin olarak algılanıyordu. Çalışkanlıklarını ve zenginliklerini küçük bir kor ateşinin yok edeceği de biliniyordu.

Osmanlı’dan bu yana içimizde yaşayan ve neredeyse etle tırnak gibi olduğumuz Rumlar, Yahudiler, Ermeniler 1955 yılının 6 Eylülünde bir kıvılcım ateşiyle inanılmaz bir vahşete dönüşmüştür. 5 binden fazla gayrimüslimin mekânı talan edilmiş, yıkılmış, yakılmıştır. Binlerce insan göç ettirilmiş, aklın yolu birken, duyguların kana kan, göze göz mantığı ile dışarıdaki Rumlara gözdağı vermek istenmiştir. Yunanistan’da ki Rumların yaptığı hataları neredeyse on binlerce insan ödemiştir. Ama asıl hesap; yine ülkemize kalmıştır. Bir takım açıkgözlerin zengin gayrimüslimlerin mallarında gözü olması, onların mallarını kolay yoldan kazanma isteği ve derin devletin aklını yitirmiş olması; Türk Tarihine ayrı bir leke olarak büyük bir çentik halinde geçmiştir.

Nedense bu hüzünlü çalışmama duygulandığın, büyük heyecan duyduğum bir marşla başlamak istedim. 6–7 Eylül olayların korkunç vahşetini belki de neredeyse bitmiş, bitirilmiş bir halkın son nefesinde söylediği bir marşın bana hâla verebileceği bir heyecan, bir ümit, bir moral olabileceğini hissettim.

Belki de tüm ömrüm boyunca anlayamayacağım bir şey varsa; bu ülke; kendi renklerine, kendi seslerine, kokularına, toprağına, suyuna, folklarına onlarca kez ihanet edişitir!. Ölüm, öldürme, masum insanları zorla göç ettirme ve yüzlerce insana tecavüz etme; hiçbir gerekçenin soylu açıklaması olamaz! Ele, Türklüğü, ahlakı, insanlığı, soylu geçmişi ile övünen biz insanların; böyle ucuz oyunlara gelmemiz inanılmaz bir ayıptır. 1955’li yıllardaki adaletimizin, güvenliğimizin nasıl katledildiği sanırım unutulmaz acı gerçeğimizdir.

O günün oyunu yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Ama iş işten çoktan geçmiştir. Dağ başını duman almış, dağ yolları çoktan kapanmıştır. Evet, yürüyelim arkadaşlar, sesimizi yer gök su dinlesin. Ama nerede bu dağlar, nerede bu kuşlar, nerede bu İNSANLAR diye sormayalım! Yoksa yüksek vicdanımız bizi suçlu ilan eder.

Birçok vahşette olduğu gibi 6–7 Eylül olaylarında da gizli eller girmiştir devreye. Bir biri ile tek beden gibi olmuş gayrimüslimler ile Türkler, yanık türkülerini, bayram sevinçlerini, alış-verişlerini birlikte paylaşıyor, birlikte yaşıyorlardı.

Özel Harp Dairesi Başkanlığı’nda bulunmuş orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu bir süre de Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görevini yürütmüştür. Sabri Yirmibeşoğlu ; “ 6–7 Eylül bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” diye açıklamalarda bulunmuştur. Ne muhteşem bir plan! Aklın yolu birdir! Ama akıl bazen, vahşete, yağmaya, yakmaya ve yıkmaya plan üretir…

Devlet ve devleti yürüten mekanizmaların insanları; kendi yurdunda, kendi vatandaşı olan gayrimüslimlere muhteşem bir plan uygulamıştır. Nasıl? Adaletli olmayarak. İnsancıl olmayarak. Hukuk ve yasalara uymayarak…

Derin yerlerin kirli ve nasırlı elleri bir kez muhteşem işler çıkarmaya başladı mı asla sonu gelmez. Gelmediği gibi. 1950’li yıllarda gayrimüslimlere, 1960’lı yıllarda kendi kınalı kuzularına kıyar… Neden? Devletin, milletin yüksek ve soylu geleceği için! …

Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar; yürüyelim…

 Dostlarım; suç ülkenin torağında, denizinde, dağında, havasında değil! Asla değil... Asıl suç; bu güzel cennete sızmış insanlığı katletmeye ant içmiş canavarlarda. Onların da bizim gibi elleri, ayakları ve kocaman mideleri var. Onların da kanlarını pompalayan, temizleyen bir kalpleri var güya! Ama bedenleri kirli kan üretiyorsa; onlar ne yapsın?...
Güven

Hiç yorum yok: