21 Temmuz 2010 Çarşamba

YAŞLI ADAM ve ÇİÇEKLER

Kamera; Güven -      Tekirdağ
Tozu ile,eğri-büğrü yollarıyla sevdiğim şehir.

Ah bu liman, bu deniz olmasaydı; ben bu şehri
severmiydim vazgeçilmez ana kokusu
gibi! Severmiydim doğanın dağını,
tepesini,çölünü,ırmağını,ormanını
sevdiğim gibi...


YAŞLI ADAM ve ÇİÇEKLER



 Her çiçeğin kendine has kokusu, rengi ve hikâyesi vardır. Kimi çiçek, yükseklerde yaşamayı sever. Kimi ise alçaklarda renk sunar, koku yayar. Bazıları yamaçlara, bazıları tepelere yayılmayı uygun görür. Çiçekler olmasaydı bizi büyüleyen ve hayatı biraz daha anlamlı hale getiren kokular olur muydu hiç? Karanfilin yanık kokusu, yasemin çiçeğinin gizemi ve duruluğu, gülün baş döndürücü kokuları olmasaydı bize bu duyarlılığı vere bilirler miydi?

Çiçekler, belki de insanoğlunun hayatında en güzel ve en vazgeçilmez gerçeklerdendir. Ovaların, yaylaların, bayırların, dağların muhteşem süsü ve güzelliği olan çiçekler…

Aslında bu çalışmam küçük beyaz bir yasemin çiçeğinin bende bıraktığı derin izin etkisinde yapılan bir çalışmadır. Belki de yasemin çiçeğin o hüzünlü hikâyesi, o yaşlı adamda olmasaydı ben de böyle bir yazıyı şu an düşünmeyecektim.

Gün yeni doğmuş daha şafağın bıraktığı çiğ damlacıklarının izi bile duruyordu. Küçük sahil kasabasının tahta masalı, tahta sandalyeli çay bahçesinin taze çay koktuğu yere geldim. Çay kokusu, çocukluğumun dedelerimizin tahta sandalyeli kahvelerinin çay kokusunu anlatıyordu bana. Normal hayatımın ¾ lük zamanı bana şunu öğretti ki; kokular insan hayatında çok önemlidir. İnsan ne sevdiği kokuyu, ne de sevmediği kokuyu unutur! İsterse üstünden bin yıl geçsin. Harika beynimiz, koku hücrelerimiz onu bir şekilde bir yere hapseder.

Çay bahçesi sarmaşık, güller, karanfiller, yaseminler ile doluydu. Gelen kokular bir çiçeğe ait olmaktan çıkmış, tüm çiçeklerin ortak kokusu oluşmuştu. Ayırt edilen en önemli koku; taze çay kokusuydu. Yaşlı kahveci bu saatte çayı hazır hale getirdiyse belli ki şafak vakti gelmişti buraya. Kahveciliğin en önemli şartı da erken gelip çayı demlemektir. Çayı usulüne göre demleyip dinlendireceksiniz. Ortalığı temizleyip-toparlayacaksınız…

Denizden taze yosun kokuları çayın ve bahçedeki çiçeklerin kokularıyla buluşuyordu. O ana kadar fark etmediğim yaşlı adamı çayımı yudumlarken fark ettim. Temiz giyimli titiz bir adam olmalıydı. Denize, sanki denizden çok ötelere bakıyordu. Onun da masasında dumanları tüten bir çay vardı. Yarısına kadar içilmiş aklına geldikçe küçük bir yudum alıyordu. Yan tarafta duran boş sandalyede bir baston, bir de palto duruyordu. Masanın üstünde kaşe bir kasket ve siyah bir el çantası…

Yaşlı adamın kıyafeti gençleri kıskandıracak kadar uyumlu ve yakışmıştı. Bej rengi kaşe pantolon üstüne siyah bir gömlek ve onun üstüne de beyaz renkli süveter giymişti. Kısa kesimli saçları ve daha bu sabah olduğu sakal tıraşı yorgun yüzünü, çökmüş omuzlarını imrenerek seyrettim. Sanki bu adam benim yaşlı halimin bana özel bir sunumuydu. Bakımlı ve titiz… Hayata dair büyük pişmanlıklara iç çekmeyerek bakan ve hayatı sevmişliğin güzel onurlu yaşlı hali…

Yaşlı adamın masasına gitmeye can atıyordum. Küçük bir selamın bu işi çözeceğini de biliyordum. Ama ya yaşlı adam, sabahın bu tenhalığını kendine özel bir dinlenme zamanı sayıyorsa! Diye düşünürken, yaşlı adamın davetkâr sesi; “ Hoş geldin evlat” diye seslenişi rüyadan da uyanmama neden oldu. Yaşlı adam gerçekti… O konuşuyordu. Ve bu fırsatı kaçırmamalıydım. Selamına selamla karşılık verdim. Masasına gitmek için izin isteyince; “ Elbette gelebilirsin lütfen.” dedi. Masasına yanaştığımda nazikçe toparlandı. Ayağa kalkarak elimi sıktı. Eli, sımsıcak bir dost eliydi. Bu adama hangi açıdan bakarsanız bakın; size güven ve şefkat dağıtır görünüyordu.

Yaşlı adam kahveciye dönerek; “ İsmet, bize iki kahve yap.” dedi. Bizden başka müşterisi olmayan kahveci sanki bizi beklermişçesine hemen geldi. Hemen. Sizin ki nasıl olsun kardeşim.” Kahvemin nasıl olacağını öğrenen kahveci koşturarak ocağa gitti. Esinti kokuların da estiriyordu. Taptaze yosun kokuları içinde taptaze bir sohbete başladık.

Buralı mısın amca? Artık buralı oldum evlat. Çok zaman oldu geleli. Çok uzun bir zaman… Yalnız mı yaşıyorsun? Ben yalnızlığı severim evlat. Yalnızlık güzel ve onurludur…

Yaşlı adam cebinden sigara ve çakmağını çıkardı. Çakmak, yılların ağırlığını rengini solarak göstermişti. Yaşlı adam, bir çakmağa bir denize baktı. İç çekişiyle birlikte yüzü de değişti. Sanki kıtalar yer değiştiriyor, yaşlı adam; kendi kıyametini bu küçük zamanda gerçekleştiriyordu. Kıyamet sonrası büyük sessizlik… Hiç konuşmadan kahvelerimizi içip sigaralarımızı yudumladık.

Sen nerelisin evlat? Batı’dan amca. Ben batıdan Trakya’dan geldim buraya. Ama bilesen ki; ben şuralıyım, ben buralıyım; bana göre şeyler değil bunlar. Yaşlı adam gülümsedi. Hafifçe başını salladı. Ve “ Anladım evlat anladım sen dünyalısın yani.” Birlikte güldük. Az konuşup da çok anlamak-anlaşılmak ne muhteşem bir duygu…

Ne o benim adımı, ne ben onunkini merak ediyorduk. Ne mesleklerimiz, ne, ne kadar kazandığımız umurumuzdaydı. Biz, o anın keyfini, samimiyetini, güvencini yaşıyorduk. Bir limana sokulmuş iki tekne gibiydik. Anılarımız, coşkularımız ve anlamı acılarımız vardı anlatacak. Ama her insana açılmayan çok güçlü kapılar ile kapanmış gönül odalarımız da vardı.

Yaşlı adam sanki beynimi okumuşçasına ; “benim neden burada olduğumu, bu tenha kasabayı neden tercih ettiğimi merak ediyorsun değil mi evlat?” Evet, anlatmak istersen dinlerim amca. Kocaman ve çok ağır ahşap bir kapıyı açar gibi hiç acele etmeden gönül kapısını ardına kadar açtı.

 Muhteşem kapıdan gönül odasına girerken kutsal bir yere girerken duyduğum ürpertiyi hissettim. Güvenilmek, gönülden davet edilmek; ne yüce, ne paha biçilmez bir şeydi! Oda ardına kadar açılınca, renkler ve kokular, acılar, coşkular kucakladı beni. Ve asıl önemlisi; yaşlı adamın yarım kalan bir aşk hikâyesi ve göğsünün üstündeki cebinde küçük bir bez kesede duran artık toz hale gelmiş yasemin çiçeğinin kuru yapraklarıydı…

Güven 

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzeldi yine orada olmak yanınızda sessiz sedasız sohbetinizi dinlemek istedim.Hele şu hüzünlü yarım aşk hikayesini dinlemek için içim gitti.Çiçek kokuları burnuma geldi kesif kesif.Ben de en çok Hanımelinin kokusunu ve Kasımpatının görüntüsünü severim.Çiçekçiden alınmışını değil geçerken bahçeden aşırılmışını severim.Yani metayı değil duyguyu yeğlerim.
Ayrıca şu meslek sormama ve kazancını merak etmeme hususunun altını çizmişsinya etiketsiz birbirini adam yerine koyan kalmadı değil mi?Yaşa bilgiye değil mala mülke hürmet bu devir de ne acı.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Gerçekten de Ruhgezgini çiçekler olmasaydı hayat hep yarım kalırdı. Zaten yarım ve çeyrek hayatların milyarlık kalabalığı ve insana bir ödül gibi sunulan hayat bir yük olarak algılanıyorsa; gerisini düşünmek bile istemiyorum.

Bu devrin o kadar acıları var ki Ruhgezgini saymaya kalksak.... Ama güzel olan bir şey var ki insan; isterse mucizenin adıdır. İsterse çölde bir cennet, isterse cennette bir çöl yaratır bu insanoğlu insan:))

Daha tanışır tanışmaz meslek ve kazanç merak edenlere öyle bir gıcık alıyorum ki bazen keskin bir söz ile yaralıyorum da. Be adam; benim tirilyonum veya benim harika kulübemin sana ne yararı olabilir ki? Bilemez ki kubübenin tüten çorbası her zaman vardır ve her insana kapısı açıktır. Bilemez ki tirilyonu olan onun son milyonunu da alabilir cebinden:))

Ne diyem; değmen, değmen benim gamlı keyfime...

Adsız dedi ki...

Umarım bir gün bu etiket meraklıları cıs cbıldak ortada kalırlar kalırlarda o yaftaladıkları insanların bir tas çorbalarına muhtaç olurlar.Etiketine değil insanlığına Saygılarımla

GÜVEN SERİN dedi ki...

Evet Ruhgezgini insanlık; filozofların, bilginlerin,peygamberlerin aradığı büyük insanlık! Bir düş gibi! Ama bulunamaması için hiçbir sebep yoktur:)) Hiçbir sebep.. Aslında çok sebap var! Ama hepsi insanın harika yaradılış sebepleridir.
Toplumundan ileri,akıl ile duyguların dengesini tutturmuş insanların büyük çoğunluğun yani Mankurtların dünyası ile kavgası hep olacak.