10 Mayıs 2010 Pazartesi

ARANASI SEVDALAR

Kamera; Güven  Ganos Tepeleri

ARANASI SEVDALAR



Bilirim geçmiş hep özlenir ve aranır. Geçmiş ne kadar acılar ile dolu da olsa; döngü insan zekâsını öyle bir kandırır ki; yaşlanan beden ile birlikte geçmişin acıları da ölür. Geriye kalan hatırlanası sevdalar, hikâyeler, masallar; ulaşılmaz bir güzellikteki mesafede kalır.

Geçmiş ile aramızdaki en önemli köprü; türküler, hikâyeler, romanlar, şiirler, efsanelerdir… Sanat bir kez daha vefalı bir dost kimliği ile boşluk içinde ölüme yaklaşan, ölümlü bedenlere ve onların çocuklarına yardıma koşar.

Bazen bir dörtlük şiirde bulunur geçmişin güzellikleri. Acıların mizah ile inanç ile oluşturduğu mısralar geçmişin tozundan, kokusundan sıyrılır da taptaze bugüne, bize gelir. Bir roman, bir hikâye dondurmuş olduğu geçmişi, bizim istekli olduğumuz, geçmiş için yandığımız bir anda verir bize. Yangın içi sarmış, bedeni alev alev yakmaya başlamıştır. Geçmişin hortumu, hikâyelerden, romanlardan öyle soğuk sular sıkar ki; iç yangını da, dış yangın da hafifler, tekrar alev alma zamanına kadar soğur…

Ya bir türküde, ya da bir şarkıda gidilir bazen geçmişin soylu dokunuşlarına. Kavuşamamalar, bir ömre sığmayan sevdalar dökülür nağmelerden.

Ya o eski sevdalar! Hani dağları deldirten… Çöllerde yürüten… Dağlarda, yaylalarda, ormanlarda aratılan sevdalar. Bazen bir köşkte oturur sevgili. Bazen de bir saray da. Bazen bir kulübede kınalı eller içinde bir prensi bekler. Velhasıl dostlar; şimdi olmayan ve belki de bir daha olamayacak sevdalar yaşandı bu diyarlarda…

Bu sevdaları ölçecek bir uzunluk birimi, tartacak bir araç, değer biçecek bir tüccar var mıdır bu dünyada? Aranası sevdaların sevdalıları; hiçbir zaman ücrete, koşula gebe kalmadılar. Siyasetin soylu iğrençlikleri de bulaşmadı aranası sevdaların efsaneye karışan gerçek anlatılarına.

Ya şimdi! Ellerin dokunması sırdan, dudakların değmesi emrivaki… Beni seviyor musun; sınamaları ise “SENİ SEVİYORUM” açıklamaları ile kargaları bile inandıramayacak tonda söylenir.

Bizim şehrimizde doğmuş ve en zor anlarda bile sevdalara, hürriyete, vatan ve kadın sevgisine kucak açmış Namık Kemal; geçmişin içinden seslendi bana. Ve ben de uygarlığın harika tüketim kargaşasında, taşıtların efsanelerdeki canavarca ürkütücü görüntülerinde Namık Kemal’e gel buyur otur ele dedim.

Yıllar önce okuduğum kitabı tekrar uzattı bana. “ Oku” dedi. “Vatan Yahut Silis tre’yi bir daha oku. Zekiye’yi, İslam Bey’i, Abdullah Çavuş’u bir daha dinle. Dilruba’yı, Akif’i, Esat Beyi’ de hatırla.”

Edebiyatımızın büyük ustasını kırmak bana yakışmaz elbet. Vatan Yahut Silistre’yi bir daha okudum. Ve tam da eski sevdaları sayıklar, eskilerin girdabını özlemlerle anar, hatırlarken ben de kitabın içine Zekiye ile İslam Bey’in sevdasına kulak verdim.

İslam Bey, Osmanlı’nın parçalandığı, lime lime edildiği zamanda vatanı için her şeyi yapmak isteyen bir asker(komutan) Zekiye, vatan gibi sevdiği İslam Bey için yapmayacağı şey yok. İslam Bey, vatana her köşeden saldıran zalim düşmanlara koşmak, göğsünü siper etmek için; “ Gideceğim derhal gideceğim.”

Bakalım eski sevdaların korkusuz bedeni Zekiye ne diyor?

İSLAM BEY (Direnen ağırbaşlılıkla) Gideceğim… Gideceğim. Göğsüme Azrail’in pençesi dayansa yine gideceğim.

ZEKİYE (Öfkeyle gezinerek, sesi işitilecek derecede kendi kendine) – Ah, inanmıyor! Kendi için öleceğime inanmıyor… Belki öldüğüm vakit de inanmaz… Gideceksin… Gideceksin Ama niçin? …

İSLAM BEY- Kandil akşamları kabristan ziyaretine gidersin ya…

ZEKİYE (öfkeyle) Giderim… Sonra?

İSLAM BEY- Hiç benim ailemden oralarda yatan birini gördün mü? Atalarımdan kırk iki şehit adı bilirim. Rahat yatağında ölmüş bir adam duymadım. Anladın mı? Devlet harf açmış, düşman sınır boylarında şehitlerimizin mezarlarını, kemiklerini çiğnemeye çalışıyor… Vatan tehlike de bulunsun da ben rahat uyuyayım. Ne mümkün? Nasıl olsun da vatan sevgisi her şeyden kutsal olsun da ben senin sevgin ile uğraşayım?

ZEKİYE – Eğer… Vatan… Vatan olunca… Ben… Ne derim? Ben… Ben ne diyebilirim ki? Git! ... Git beyim! Dünyanın bu hali de varmış! Ben vatanı bilirdim, ben vatan sözünü duymuştum. Ancak iki kalbi birbirinden koparacağını hiç düşünmemiştim. Benim gönlümü kopardı, hâla içimde kanlar akıyor.

İSLAM BEY- Eğer vatanım için şehit olacak kadar bahtım varsa, o zaman sen de istediğin erkekle evlenebilirsin.

ZEKİYE- Allah yüz bin kere canımı alsın. Bana gözünün önünde ellerimle gönlümü paralatacaksın! … Sen şehit olursan… Beni yolunda ölmez mi sanıyorsun? Bir kere yüzüme bak! Ölüden ne farkım kalmış… Gel beyim… Benden yemin istemiyor muydun? Âlemleri sevgi üzerine yaratan Rabbimin bin bir ismine ant olsun ki, dünyada da, öteki dünyada da Zekiye senindir.

İSLAM BEY- Ben de Allahım…

ZEKİYE- Sus! Yemin edeceksen istemem. Ağzından bir yalan çıkabileceğini bir dakika düşünsem, o dakika çıldırırım. Ah! Bir bilsen seni gözüm nasıl görüyor?

İSLAM BEY- Allah aşkına, biraz gayret bırak ki veda edeyim. Benim gönlüm demirden mi zannediyorsun?

Şimdi nerede o eski sevdalar, eski insanlar, dostluklar demeyin sakın! Çünkü eskiye dair ne varsa yeni ile yer değiştirmeyi biz; UYGARLIĞIN bekçilerinin en büyük EMRİ olarak görüyoruz…
Güven




2 yorum:

Adsız dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Arzu sarıyer dedi ki...

Çok etkilendiğim yazı, çok teşekkürler...