25 Ocak 2010 Pazartesi

DERVİŞ BEY


Kamera; Güven  Tekirdağ-Merkez
Saf Beyazlığa teşekkür ediyorum. Saf insanlara da
teşekkür ediyorum; beyazlığı sessizliğin töreniyle
birlikte bana bıraktıkları için. :))


Kamera; Güven  Sabahçı Kahvesi
Bizim Dağlı(Mehmet Efendi ve Yabancı)



Kamera; Güven  Doğa Irmak
Kurtlar şehre inmeden, şehrin bize
ait sessiz beyazlığında Doğa ile dolaştık.
Kalabalıklara önem veren ben;
yalnızlığı da ne kadar seviyormuşum;
meğer... :))

DERVİŞ BEY




Şehri Tekirdağ’ımız beyazlara büründü. Ben de beyazlığın saflığı içinde kaybolmayı tercih ettim. Sanki şehri bir örtü gibi saran beyazlık; sokağa çıkma yasağı uygulamıştı. Sabah karşı yatmama rağmen; 07.05 kurmuş olduğum saatim; durmak bilmeyen sireni ile beni kalkışa davet ediyordu. Esas olan beyin saatimdi, sireni sevgi ve saygı ile selamlayıp beyazlığın içine çıkma telaşına kapıldım.

Kar beyazlığını en iyi kabul edip, gösteren çam ağaçlarıydı. Yeşil ile beyazın zoraki teması, doğal bir kabul edişe dönüşmüştü. Çamlar yüklenmiş oldukları karlar ile daha bir görkemli görünüyorlardı.

Sabahçı kahvesi oldukça tenhaydı. Geceyi burada geçirmiş kahveci yorgundu. Bizim dağlı dediğimiz yaşlı adam tünemiş olduğu sandalyesinde günü çoktan ağırlamış olduğunun sıcak keyfini yaşıyordu. Kalorifere oldukça yakın oturuyor, hemen yanında sabahçı kahvesinde bir başka adam duruyordu. Yabancı adam, geceyi burada geçirmiş olmalı. Beyazlar ile örtülmüş dışarıyı seyreder gibi duruyordu ama seyretmiyordu. Limanın beyaz kaplı kayıkları, tekneleri, martıların dinlence içinde koyun koyuna durmaları da onu ilgilendirmiyordu. Yorgundu, üşümüştü ve muhtemelen de açtı.

Bizim Dağlı dediğimiz yaşlı adam; Mehmet efendinin ömrü buralarda geçmişti. Yatağı ve yorganı yoktu. Kahvecilerin insafı ve merhameti sayesinde geceyi bu sıcak mekânda sandalyesine tüneyerek geçiriyordu. Ve burasının sürpriz misafirleri de hiç eksik olmaz. Gece açık olduğu için limanın yanındaki bu kahve; ayrı bir sığınma yeridir. Karaya vurmuşlar, yolunu kaybetmişler, evden kovulmuşlar, kendini arayanlar gelir buruya.

Sıcak çay, biraz önce almış olduğum börek ile buluştu. Damak tadıma ve aç kalmayacak kadar kazanmama mutlu bir takdir yollarken; böreğime ortak olmak isteyen kahvenin kedisine de küçük bir nafaka ayırdım. Biraz yüz versem; masanın üstüne çıkıp benden önce börekleri bitirip bir güzel bıyıklarını silecek. Ama bende açtım. Ve kedi benden daha besiliydi.

Kahvede Bizim Dağlıdan başka iki balıkçı daha vardı. İşi olmayan iki balıkçı; kar ve buz yüzünden yapacak bir iş bulamamışlar, alışkanlık nedeniyle erkenden kahveye gelmişlerdi. Televizyondaki Coşkun Sabah konserini izliyor hiç çekerek eskilere gidiyorlardı.

Coşkun Sabah benim de çocukluğumun özel bir sanatçısıdır. Kasetlerim arasında Barış, Edip, Ahmet, Ümit’ten sonra o da gelirdi. Coşkun iyi bir ses sanatçısı olup, iyi birde udi’dir. Ut coşkunla daha bir güzeldir. Ve bu sabah, limanın tenha saatlerinde Coşkun Sabah geçmişin hatırlatışını yapıyor; “ Bir gülü sevdim, bir de seni, artık çok geç ayrılmalıyız.” diyordu.

Ben Coşkun Sabahın şarkısıyla çocukluğuma sessizce giderken; iki balıkçı da sesli olarak; “ Ne sanatçı be! Bizim gençlik yıllarımızın sanatçısıdır o. Genç karıyı da aldı, keyif çatıyor.”

Bizim Dağlı tünemiş olduğu sandalyede tünemiş olmaktan sıkılmış olmalı ki; geceyi geçirdiği sabahçı kahvesini terk edip, günün belirli saatlerini geçireceği, onu sevenleri tarafından karnının doyurulacağı çarşı kahvelerine doğru yol aldı. Yabancı adam, uyku ve uyanıklık arasında dans ediyordu. Balıkçılar da yapacak iş olmaması nedeniyle, gırgır-şamatadan sonra evlerinin yolunu tuttular. Kahveci ile birlikte üç kişi kalmıştık. Bir de az önce böreğin geri kalanının tadına bakan sarı kedi.

Coşkun Sabah ne güzel de söylüyor; “ Bu son buluşmamız, bu son görüşmemiz kim bilir bir daha karşılaşmayız, belki de bir daha görüşemeyiz, ayrılmalıyız, ayrılmalıyız.” derken beni delip geçiyor, kontrollü olarak anılarımın uzaklarına gidiyorum. Benim bedenime ait değerli anılarım. İnsan isterse, anılarını en iyi bir şekilde saklar ve onların tozunu, kirini alıp; harika bir parlaklığa dönüştüre bilir. Eğer insan gerçekten de isterse…

Şehri Tekirdağ’ı saran beyazlık alışık olmadığım örtüsü ile tüm pislikleri, acıları gizlemişe benziyor. Görebildiğim her alanda saf beyazlık vardı. Doyumsuz beyazlık ara sıra yağan kar ile de korunmaya çalışılıyordu. Limana sığınmış martılar, karabataklar hiçbir telaş, çığlık, çılgınlık yapmadan dinlence ile beslenme içindeler.

Coşkun Sabah’ın konseri bitince eskilerden bir Türk filmi başladı. Kadir İnanır, Melike Zoba, Erol Taş, Ahu Tuğba gibi tanınmış sanatçıların gençlik yıllarında çevirdikleri gerçekçi bir film. İsmi Derviş Bey olan film, 1979 yılında çevrilmiş. Anadolu’da yerleşik bir gelenek haline gelmiş kan davalarını, birbirine kul-köle olmuş insanların gerçek hikâyesini anlatıyordu.

Her ne kadar köylü milletin efendisiyse de; bu filmde köylünün efendisi beylerdi. Bir Beyin 10–15 köyü vardı. Ve ona itaat eden köylüleri. Efendi köylüler! Derviş Bey’in (Kadir İnanır” babası da bir beydi. Oğlu Derviş’i okumak için İstanbul’a yollamış ve silah yerine kalem tutmasını istemişti. Belli ki değişim isteyen bir beydi. Akan kanlar içinde bıkmış, usanmış, beyliğin etkisini zamana yayarak, belki de oğlu ile beylikten, efendiliğe geçiş planları yapmıştı.

Derviş Bey(K.İnanır) İstanbul’da okumuş, gerçek bir İstanbul efendisi olmuştu. Ama bir gün, babasının öldürüldüğü haberi geldi. Bölgesine dönmesi, babasından boşalan beyliği alması istendi. Ve babasının öcünü alacak silah ona teslim edildi. Emrinde onlarca adam, binlerce efendi köylüler vardı. Derviş Bey, şok geçiriyor daha ilk günden akrabalarına, köylülerine sesleniyor; “ Bu böyle olmaz arkadaşlar. Kan davası gerilerde kalmalı. Kana kan olmaz. Bunun yeri hukuk, yasalardır. Bu iş adaletle olmalı. Beylik de, kula, kul olmak demek değildir. Benim emrimde bulunan tüm köylüleri azat etmek, hepsine tapulu tarla vermek istiyorum.

Derviş Bey belki de birçok insanın değiştirmek istediği reformu bir kerede yapmak istiyor; eğitimi, adaleti, hukuku, eşit paylaşımı tetikleyen işler yapmaya başlıyordu. Köylülere tapularını dağıtmak istediği bir gün; hiç kimsenin gelmediğini görünce şaşırdı. Efendi köylülerin olduğu kahveye gitti ve sordu; “ Neden gelmiyor, tapularınızı almıyorsunuz.”

Yaşlı bir köyle yanına yaklaştı ve ; “ Beyim, biz beysiz yaşayamayız. Bu tarlaları alıp başımızı daha büyük belalara sararız. Yarın birbirimiz ile kavgaya başlarız. Bizi bırakma. Biz sana itaat etmek istiyoruz. Her şeyin doğrusunu sen bilir, biz sana sığınırız.”

Derviş Bey yaşlı köylüyü ve zaman alacak değişimi kabul ederek; “ peki ben burada kalıyorum. Babamın da öcünü alacağım.” demesiyle; kul-köle olmaya alıştırılmış garip, zavallı ve biraz da kurnaz köylüler, sevinç çığlıkları attılar.

Akla, bilime, çalışmaya, adalete güvenip itaat etmek yerine “Bey” aramaya şimdi de devam etmiyor muyuz?

Derviş Bey’i milletin efendisi olmuş köylüleri, sabahçı kahvesini, üşüme ile uyku arasında dışarıya bakan yabancı adamı ve az önce böreğime ortak olan kediyi; sessizce selamlayıp, sessiz ve beyazlığın saflığı ile örtülü şehrime geri döndüm.

Bey’de, efendi de, köylü de, işçi de, memur da, yazar da benim. Kendi kendimize yettiğim sürece…

 Güven





8 yorum:

Dalgaları Aşmak dedi ki...

Fotoğraflarınız o kadar güzel ki, ne zaman blogunuzu ziyaret etsem,derhal bir seyahat dürtüsü başlıyor.Ocak ayının sonunda hala Ankara'da kar beklerken,Tekirdağ'ı ve sizi kıskanmadım değil...Yazınızda çok güzeldi.

Adsız dedi ki...

Her zaman ki gibi bir solukta okudum okukende aklım hep dağlıda kaldı. Ve birazda içim acıdı size sitem ettim neden sarmana börek varda dağlıya yok..Neyse yazıyı okudukca içim rahatladı. Dağlı karnını doyurmaya gitmişti. Ya onu doyumayan kimse olmasaydı benim bu kadar güzel yazılar yazan yazar arkadaşım, dağlıya biraz börek vermezmiydi acaba derken ohh rahatladım dağlı karnını doyurmaya gitti şükür..Çok teşekkürler yüreğinize sağlık ama bu dağlıyı unutacağımı sanmıyorum tabi besili sarı kediyide...Selam sevgiler size iyi ki varsınız..

Bülent dedi ki...

Kar benim küçüklüğümde yağmasını hep istediğim ve her gece yağarken zaman zaman uyanıp dışarı baktığımda her tarafın bembeyaz olduğunu görünce uykuma dalıp ve sabah oluncada sevinçle bir an önce kendimi dışarı atıp sabahtan akşama kadar beyazlarla güreşe tutunduğum anılarımdadır,ancak bu kez bu güreşi evimde sımsıcak sobamın başında kestaneleri patlatırken sevgili abimizin kaleminde tuttum kendisine burdan ne kadar teşekkür etsem azdır:))) Bu arada Coşkun Sabah'ta 1989 yılında ilk kasetini bulup dinlediğim okuldada arkdaşımla müzik dersinde ''Beni Unutma'' ve ''Aşığım Sana'' şarkılarını söyleyipte pekiyi aldığımız başka bir anım:))

GÜVEN SERİN dedi ki...

Sevgili Dalgaları Aşmak; insani kıskanmanızı destekliyor; lütfen dalgaları aşın diyorum..)) Değerli yorumunuza; buz gibi esen dondurucu kuzey rüzgarının olduğu dayarlardan selam olsun.

GÜVEN SERİN dedi ki...

Egeciğim; "MERHAMET" çizgine ölmüşem ben.:)) İnsanlığı nereye koyarsanız koyun, nereye iterseniz itin; ben insanın içinde gizli-saklı kalmış "merhameti" kimsenin öldüremeyeceğine inanırım. VE bu yüzden, bittik, battık, insanlık yok oldu derlerken; bir tarafım hep; kıs kıs güler...::))

Saygılarımla

GÜVEN SERİN dedi ki...

Bülentçiğim; sobanın üstündeki kestanelere el atmak istedim bir an; haberin ola:)) İnsanı insandan öte taşıyan sohbetleri, öğrenimleri, vakit geçirmeleri,kendimizi sınama şansını verilmesi adına; beden ve ruhun ile katkı sağladığın için ve varlığının dünyvevi soluğu devam ettiği için; teşekkürler ediyorum sana.

Sevgiler kardeşim.

bilge dedi ki...

sevgili güven kar yağmayan bir şehirden selamlar .insanlardaki vicdan çok önemlidir ben her zaman şunu derim.merhamet ve vicdan insanoğlunun cevheridir sevgi ve selamlar..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Gerçekten de"merhamet" yoksa ve
onun farkına varıp;eğitim,öğrenim,sanat ile desteklemiyorsan; Ben böyle hayatı hiç yaşama derim:))

Beyazlığın olduğu diyarlardan; çok beyaz, çok duru,çok soğuk selamlar:))