17 Kasım 2009 Salı

ZAMANIN RUHU




Kamera; Güven       BÜYÜKADA -  Anılar; özlenesi bir çağrı gibi beni bekler.
                                                          
 Bir dost toplantısında tanıştığın önemli bir görevi olan genç adam bana sordu;


“Zeıtgeıst’i okudun mu?” dedi. Şaşkın ve şaşırmış halde, “Okumadım” dedim. Genç adam, çantasını açtı 122 sayfadan ibaret ince bir kitabı bana uzattı.


“Bu kitabı epey aradım, bugün almıştım, sana hediye etmek istiyorum.” dedi. Şaşırdım. Daha tanışalı yarım saat olmamasına rağmen birbirimize ısınmış, hediye vermeye bile başlamıştık. Genç adamın gözlerine baktım. Oldukça kararlı ve içten bir ısrar sunumu yapıyordu. O zaman;


“ Peki, alırım ama bir şeyler yaz. Senden bir hatıra kalsın. Çünkü yakın zamanda görüşemeyeceğimiz belli.” Batman’da görev yapan genç adamın stratejik bir görevi ve sorumluluğu vardı. Bu kitabı, kitabın felsefesini benle paylaşmak istiyordu. Ardından;


“ Zeıtgeıst’i internette de seyredebilirsin.” dedi.



Bu tür kitapları hemen okumak yerine sindire sindire, birkaç kez okumak isterim. Bakış açısını, vermek istediği felsefeyi, sağ gösterirken sol vurup vurmayacağını anlamak isterim. İlk önce yoğun bir kitap trafiği içinde çıkmış olduğum yolculukta öylesine baktığım kitabın bir sayfasında çok ilginç bir yazı vardı. Diyor ki;



“ Var oluşçu felsefenin edebiyattaki ilk büyük karşılığı diyebileceğimiz Jean Paul Sartre imzalı ünlü BULANTI romanının kahramanı Roquentin, kızıl saçları dışında hiçbir önemli özelliği olmayan, sıradan biridir. 1930’ların Fransa’sında, sıkıcı yaşamından şikâyeti olmayan orta halli bir tarihçidir.


Kahramanımız bir gün sahildeyken eline bir çakıl taşı alır ve aniden irkilir, korkunç bir tiksintiyle karışık korku duymaya başlar. Başlangıçta zannettiği gibi geçici bir delilik anı değildir bu; ‘ Bana bir şeyler oldu’ der. Çakıl taşı, onun yaşamını halüsinasyona dönüştürecek bir başlangıç olmuş, dünyası tutarsızlaşmış, hiçbir şey doğru gelmemeye başlamış. Roquentin baştan aşağı kaygı yüklü bir insan olup çıkmış, yönünü şaşırmıştır. Evren, yaşam, dünya ve insanlar, kısacası var oluş ona artık yalnızca bulantı vermektedir. Yaşamının geri kalanını, ‘dağınık bir acı çekme’ içinde geçirecektir. Fakat aslında bu süreç Roquentin açısından bir ’aydınlanma’ ya da karşılık gelmektedir.”


Sartre’nin 1930’ların sonunda, yani Birinci Dünya Savaşı felaketini geride bırakan insanoğlunun İkinci Dünya Savaşı felaketine doğru koşmakta olduğu bir dönemde sembolleştirdiği meşhur çakıl taşıdır.



Acaba Sartre’nin kahramanının bulantısını yaşamayan kaç kişi kaldı bu diyarlarda? Sartre’nin kahramanı gibi tam manası ile yüksek sesle sorgulanmasa da iç çekişlerde, boyun büküşlerde; her an sorgulanıyor. Çevremize çok dikkatle baktığımızda, Sartre’nin kahramanın bulantısını yaşayan insanları, gömüldükleri sessizlikte bulabilirsiniz. Kozasına girmiş ipek böceği gibi, efendisine ipek üreten sürülerce insan…



Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında çok az bir zaman, yani çeyrek yüz yılık bir geçiş olmasına rağmen, savaşın vahşete dönüşen çığlıkları insana yüksek erdemi, ahlakı öğretememiş! Öğretememiş ki, Birinci Dünya Savaşının ardından kitaplar dolusu vahşet, acı, tiksinti bunca yıldır yağan yağmurlara rağmen temizlenmedi.



İkinci Dünya Savaşının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçti. Değişen ne oldu? Uygarlıkların birbirine daha yakın olması, yeryüzündeki bölünmüşlüğün temsilcisi olan devletlerin artması; daha güzel bir yaşam mı meydana getirdi? Hayır! Daha güzel, daha adil ve daha hoşnut bir yaşam sunmadı bizlere. Elbette daha çok paralar kazanıldı, daha lüks hayatlar tanıtıldı. Biz ilerlediğimizi sandık, ilerleme bizi iyice geriletti. Şimdi Sartre’nin kahramanı gibi çakıl taşlarına bakıp geçirdiğimiz değişimin acılarını çekmeye başladık.



Hiç kimse çevresinde olan-biten vahşetlere şaşırmasın! Hiç kimse bu kadar renkli ve gürültülü çevrelerimiz olduğu halde, düştüğü yalnızlığa küfür edip, kendini Sartre’nin kahramanı gibi olmaktan alıkoymasın. Çünkü algılarımızın yetişemeyeceği değişimler tüm bedenleri inceden inceye sarıyor. Sabahın çiğ damlacıklarının yeryüzüne düştüğü gibi üzerimize düşüyor. Bulantı ile gelen mücadeleye, değişime hazır olmalı derim…


O kadar çok bilgi akışı var ki, hangi bilginin doğru-eğri olduğunu anlamak gayretlerimiz boşa çıkıyor. O kadar çok yorum-açıklama var ki, PARANOYA bizim doğal yaşam kültürümüz haline geldi.


Soylu Medyamız Domuz Gribi ile yatıyor ve kalkıyor. Erdemli siyasetçilerimiz de öyle. Şimdiye kadar 40 kişi öldü. Öyle ya ölen her canlı onlar için ÖNEMLİDİR! Yılda sadece kazalara 5 bin kişi veriyoruz da neden önemli olmuyor; ben bunu anlayamıyorum. Sartre’ kahramanının çakıl taşına takılı kalması gibi; ben bu atlatmaları hiçbir şekilde ANLAMLANDIRAMIYORUM…


Yoksa ben acı çekiyor, ben kendi paranoyalarımın kurbanı olup, zamanın ruhunu yakalamaya doğru mu gidiyorum?


                                                                                                                                                    Guven

***************



Hiç yorum yok: